18 Aralık 2022 Pazar

Sahnelerde geçen bir ömür… Alkışlarla; Fazıl Say!

 

Burgazada’ya doğru…

Eskiden vapurlar bu kadar kalabalık olmazdı diyorum içimden yüzümdeki maskeyi biraz gevşeterek… Uğultular arasında içime kapanmış bir kirpi gibi hissediyorum kendimi.

MP3 çalarım, MP3 çalarım nerede! Oh… Çantamın arka gözüne koymuşum. Bu kakafoniden aryalara sığınmak en doğrusu diyorum ve Andrea Bocelli’ye sığınıyorum; “L’attesa” Beklemekten bahsediyor… ve diyor ki; “güneşe gülümse”

Denizden yüzümü çevirip haberlere bakıyorum. O’ndan bahsediyorlar… Her kafadan bir ses çıkıyor eski işportacılar gibi…

Bocelli değil, Fazıl… Fazıl Say… Yılın büyük bölümünü sahnelerde geçiren iyi kalpli insan. Kısacık bir video paylaşmıştı bundan aylar önce. Kocaman ahşap oymalı bir kapı, Fazıl kapının önünde bekliyor. Görevlilerden biri kapıyı açıyor ve kırmızı halıyla kaplanmış basamaklar görünüyor. Sağlı sollu izleyiciler grand tuvalet/iki dirhem bir çekirdek Fazıl’ı bekliyorlar. Kapı açılıyor ve Fazıl içeriye giriyor… Basamaklardan inişi aklımdan çıkmıyor. “Küçük bir oğlan çocuğu” sahneye iniyor… Neden böyle hissettim? İyi kalpli insanlar mütevazı olurlar. O da öyle görünüyordu. Masum bir çocuk gibi.

Müziği kadar yazdıklarıyla da ilgilendiğim bir sanatçı. Bütün kitaplarını okudum. Eserlerini anlamak için önce okumak gerek. Hayatım boyunca beğendiğim tüm sanatçıların biyografilerini incelemişimdir. Onlarla ilgili yazılan hemen her şeyi okurum. Mozart mesela, bütün eserleri bende mevcut ve onunla alakalı yazılmış kitaplar da… “Amadeus filminde neden kız kardeşi yok, oysaki onunla ne kadar matrak yazışmaları var. İnsaf!” diye kızacak kadar… neden Sihirli Flüt eserinde… neden kimsesizler mezarlığı… ah Salieri yoksa söylenenler doğru mu…

Ya Kafka! Ah kara bahtlı kör talihli kuzguna benzeyen masum adam! Ne çektin babandan. Bir de üzerine lanet memuriyetlik. Yedin bitirdin kendini. En sonunda böceğe dönüşüp yok oldun sen de diğerleri gibi.

Baktığımız zaman derinlikli diyebileceğimiz tüm sanatçılar çok şeyler söylemeye çalışmış. İnsanoğluysa kestirip atmış… Kestirip atmayalım, bir kez olsun kestirip atmasa insanlar!

“Dostlar!” diye başlayayım ben de madem Fazılca;

Dostlar… Fazıl’ın bir söyleşisinde söylediği söz kulağıma küpe olmuştu. Özgün olmak üzerine konuşuyordu ve diyordu ki; “Tüm güçler bir araya gelse de bir yol var, bir umut var” Vay be dedim o an… Bu kadarcık bir cümleye neler sığdıramazdı ki insan. Herkesin umudu var sonuçta ve gitmek istediği bir yol ya da yollar.

Ve devam ediyor: “Son yıllarda kültür sanata, tiyatroya, konserlere daha fazla gittiğini gözlemliyorum insanların. Daha geniş kitlelere yayıldığımızı gözlemliyorum. Bunda belki benim de payım vardır. Halka dokunmak için çaba sarf ettim.”

Bu arada vapur yanaştı mı iskeleye!

“Nisanda gelmeliydim nisanda… Hani mimozalar nerede?” diyorum içimden.

Adanın mafya kılıklı iri kıyım kedileri karşıladı yine beni. Şu manavın karşısındaki kokoreççide bir kokoreç yemeden okuyamam Sait Faik’ten hiçbir şey. Bu arada kulağımdaki “aryalar” dosyası çaldıkça çalıyor, nerelere gitmiş; Pavarotti-Sting düeti. Ne albümdür ama… Ne zaman çikolata yesem ki nadir tükettiğim bir şeydir, aklıma Pavarotti gelir. O da severdi. Yemeseydi daha fazla yaşar mıydı acaba… Ne üzülmüştüm gidişine. Okurlarımdan taziye mesajı yollayanlar olmuştu, o kadar âşıktım sesine.

Ve caminin olduğu tarafa doğru tırmanmaya başladım. Hem neden fayton yok artık! Hayalet gibi arkadan sinsice gelen o pilli midir şarjlı mıdır nedir tuhaf araçları sevmiyorum. Hani o eski bir İstanbul şiirinden fırlamışçasına kulaklarımda yankılanan nal sesleri nerede? Kişneyen atlar, hatta o koku nerede? Atların binek hayvanı olduğunu bilen bilir ve elbette iyi bakılması gerekir. Bu ülkede her şey ne garip diye içimi çeke çeke devam ediyorum. Bir at sahiplensem diyorum göz göze geldiğim sarmana, evin bir köşesinde bakabilir miyim diye düşünüyorum çenesini okşarken. “Hayvan besliyor musunuz evinizde?” “Evet, at besliyorum. Günde bir çuval kuru mama tüketiyor!” Şu iç seslerim ne zaman susacak diyorum yerdeki yaprakların fotoğraflarını çekerken.


Fazıl’ın gölgesi düşüyor yola...

“Müzik insana iyi gelir” diyordu Suya Yazılan adlı kitabında. Ama hangi müzik? Arabeskle ruhunu teslim ederken Vivaldi ile bir kitap yazarsın mesela… Düşünün artık hangi müzik.

İşte kitabın kalbi diyebileceğim yer; kendinin avcısı olmak. Metin Altıok… Ona da selam olsun. Kocaman bir şiir kitabı vardır bende. Ve ölümü anlatır birçok şiirinde. “İçine mi doğmuştu da yazmıştın bu satırları be adam” demeden bırakamam o kitabı. Umutsuzluk tütsülenmeye başlar o zaman tepemde… İşte o zaman bir beste çalar kafamda…

Fazıl Say… Hani demişti ya “halka dokunmak için çaba sarfettim” diye. Bazen basit sandığın yarım paragraf bir yazı seni alıp nerelere götürür… Bu yüzden sanatçının yani gerçek sanatçıların eserlerinin ilâhi bir kaynak olduğunu düşünürüm. Onda o ilim olmasa nasıl tesir edebilir insanın kalbine.

Endişelerinden sıyrıl diyor. En zor savaş kendinle olan savaştır diyor. Kendini tedavi etmek zorundasın, evrendeki iyiden asla vaz geçme diyor… Ve şu söz: ”dünya ben iyiyim diyenler ile değil, işini iyi yapan insanlar ile daha iyiye giden bir dünyadır aslında”

Kitabın ilk sayfası geliyor aklıma şu ev kurabiyeleri satan minik kafeye girerken; “zamanı kullanmayı, sükûneti korumayı, içtenliğe inanmayı öğren.”

Fazıl gibi bir değerin müziği kadar yazdıkları da konuşulmalı ve alkışlanmalı.

Evet, o sahnede… Ve hep sahnede olacak… Müziğinin gölgesinde hissettiklerini ve hissetmek istediklerini okuyacağız. O çocukken gördüklerini piyanoyla anlatmıştı hocasının ondan istediği gibi. Neredeyse elli yıla yakın bir zaman geçmiş ve hala anlatıyor Fazıl. “Yorgunum” diyor bazen… Ama bu onun ayağa kalkmasına engel olmuyor. Çünkü en çok da umutlu olmaktı aklından geçenler çocukluğundan beri. Her zaman… “Dostlar!” kelimesi denize atılan bir taşı andırıyor… Halka kalka yayılıyor umut denen şey bir kelimeyle…

Ah dostlar…

Tiyatro sahnesinin tozunu yutuyoruz biteviye…

Hayatın bir sahne olduğunu anlatıyor işte O da eserleriyle. Selam olsun Fazıl’a ve nezdinde tüm ustalara!

Ve ben… kaçırdım işte son vapuru… Dışarıda oturacaktım güya günden kalan kızıl ışığın sıcaklığında. Kitap okuyacaktım simit bekleyen martılardan gözlerimi kaçırarak.

 Sahilde bir şezlonga çöktüm usulca. Sarman hala peşimde… Pastanedekilerin sesleri geliyor kıyıya… Ve Sait Faik de suya yazıyor o anda;

İnsanlar köprüden geçmediği zaman

Acaba köprü düşünür mü

Çamaşır mandalını gözlerinde sallayan meczubun geçtiğini

Üsküdar İskelesi’nin kanepelerinde güneş banyosu yapanı

Üsküdar kıyılarının ötesindeki

Kastamonu, Sivas, Safranbolu… Erzurum’u.

Burada insanların içinde büyük dürbünler,

Güller gibi açmıştır.

Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla.

İçlerindeki hamurdan

Şeffaf ve titrek memleket rüyalarını.



Uyuyakalmışım sahilde.

Sarman bırakıp gitmemiş beni.

Ennio Morricone çalıyor… Zaman ne çabuk geçmiş.

 

 

 

 


30 Ekim 2022 Pazar

Ali Poyrazoğlu’ndan unutulmayacak bir ziyafet; Ödünç Yaşamlar

 

Oyun mu demeliydim yoksa ziyafet mi? Ziyafet, oyunun dilinden de aldığım cesaretle cuk oturdu. Aynı adlı kitabında da şöyle diyor usta; “Zihin  arada bir kendine ziyafet çeker. Anımsama ziyafetleri. Ayin düzenler geçmişe doğru. Keyifli gezilere çıkar. Bir kişi için düzenlenmiş özel yolculuklardır bunlar.”

İşte biz de bu akşam öyle bir yolculuğa çıktık ki, başta Nazım’ın dizeleriyle düşündük, ortada gülerken bir de baktık ki koca koca ustaların gölgeleri altında ağlıyoruz. İlk kez bir yazımda oyuncu demeyip usta diye hitap edeceğim; Ali usta! Ali usta sahneye Nazım’ın 1956’da yazdığı ve Livaneli’den dinlemeye alışkın olduğumuz Karlı Kayın şarkısıyla girdi ve hep bir ağızdan söylemeye devam ettik. Sıraları gezdi elinde mikrofonla. O an anlıyorsunuz zaten içindeki çocuğa dört gözle baktığını. Şimdi de okuyuverelim yürekten dökülmüş satırları ki şiiri çok daha uzundur.
“Karlı kayın ormanında

Yürüyorum geceleyin

Karlı kayın ormanında

Yürüyorum geceleyin

Efkârlıyım, efkârlıyım,

Elini ver, nerde elin?

Efkârlıyım, efkârlıyım,

Elini ver, nerde elin?

Memleket mi, yıldızlar mı,

Gençliğim mi daha uzak?

Memleket mi, yıldızlar mı,

Gençliğim mi daha uzak?

Kayınların arasında

Bir pencere, sarı sıcak

Kayınların arasında

Bir pencere, sarı sıcak

Ben ordan geçerken biri:

"Amca, dese, gir içeri."

Ben ordan geçerken biri:

"Amca, dese, gir içeri."

Girip yerden selâmlasam

Hane içindekileri

Girip yerden selâmlasam

Hane içindekileri

Yedi tepeli şehrimde

Bıraktım gonca gülümü

Yedi tepeli şehrimde

Bıraktım gonca gülümü

Ne ölümden korkmak ayıp,

Ne de düşünmek ölümü

Ne ölümden korkmak ayıp,

Ne de düşünmek ölümü.”

Düşünmenin ardından bir armut hikâyesi başladı ki sormayın gitsin. Her lafa alkış mı olur? Oldu vallahi. Ağız dolusu gülmeye de hasret kalmışız o ayrı ama herkese de gülünmez ya! Usta bu, aldı herkesi avucunun içine. Gösteri interaktifti bir ara onu da aştı ya neyse. Merak eden gidip görsün, aman ilk sıralara oturmayın ya da siz bilirsiniz. Benden söylemesi.

“Armuuut, armuuuut…” Bu gece herkes rüyasında armut görecek bu kesin. Hayatın acı bir gerçeğini de bir armutun içine sığdırmış usta. Bilen bilir “görülmüş” damgalı cezaevi mektuplarını hatta kitapları! Bazı hayatlar kolay değil, işte kolay olmayan hayatlardan çıkıyor bu ziyafet sofraları. Ali ustanın sofrası, belki asırlarca açılacak demek istediği çok şeyi olup da susanlara.

Bir yerde de diyor ki; “gençlere ilişmeyin, onlara kızmayın.” Bu sofrada anlayışlı olmak da var. Herkesin doğrusu kendini bağlar, sen saygıyla sevgiyle kucakla insanı diyor ve hoop Hamlet oyunun ortasına atıveriyor izleyenleri!

“Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!

Düşüncemizin katlanması mı güzel,

Zalim kaderin yumruklarına, oklarına

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter! Demesi mi?”

Hangisi diyor usta hangisi?

Oyunculuk sınavına hazırlanışını anlatıyor… Hamlet’e çalışmış. Şiirler, tiratlar, Shakespeareler, Moliereler sular seller gibi. Kendine güveni tam! Ta ki biricik hocası Yıldız Kenter’in karşısına çıkana kadar. Öğrencilerine “caniko” dermiş Kenter ve dahi sevdiklerine de muhtemelen… Sınavı kazanırsa duyacağı söz “caniko” olacak… Duymuş mu peki? Söyler miyim canım! Gidip izleyin diyeceğimi okuyanlar bilir. İzleyin bakalım neler olmuş!

Ama ne anılar…

O ne anılar; Müjdat Gezenler, Hülya Koçyiğitler… Tiyatronun duayenleri, Muhsin Ertuğrul ile başlayan bir eğitim kadrosu. İnsan önünü ilikleyip hazır ola geçme ihtiyacı hissediyor dinlerken bunları. İmreniyor da tabi. Sanat bir anlatma arzusudur. Tiyatroysa bunun başlangıç noktası. Hep anlatmış insanoğlu, hep bir derdi varmış ezelden…

Ali usta anlattıkça, o dönemin disiplinini, imkânlarını ve o kısıtlı imkanlarla ortaya konan eseri, insanların birbirlerine olan saygısını düşününce insan imrenmez mi? Çok şükür ki anlatıyor ve yazıyor, hatta bir uygulamada da kendi sesinden dinleyebilirsiniz Ödünç Yaşamları.

Gösterinin sonunda sahneye girdiğinde koltuğun üzerine bıraktığı sırt çantasını açtı ve aklına gelen şairleri başta Nazım ve Orhan Veli, aklına gelen tiyatro sanatçılarını başta Bedia Muvahhit, Yıldız Kenter, Adile Naşit olmak üzere ve “onlara göndereceğiniz alkışları çantama dolduruyorum onlara iletmek üzere” dedi. Alkışlarımız kelebeklere döndü Onun da dediği gibi ve çantasına doldu gözyaşları arasında…

Bir de Zeki Müren anısı var ki, bu tiyatro çabası, emeği, yükü etrafında; izlemeyen kalmasın.

Sadece “güleceğim, biraz da güleyim, komik, laylaylom” diye gidilecek bir oyun değil. İçinde gerçekten hayat ve hayatların olduğu, kapıların aralandığı harika bir tek kişilik ama çok kalabalık bir gösteri.

Sağlıkla nice gösterilere Ali Poyrazoğlu

17 Eylül 2022 Cumartesi

Gölge Oyunu

 

Restorasyondan geçmiş ve gerçekten döneminin sıra dışı filmlerinden biri. 1993 yapımı, başrollerini Şener Şen ve Şevket Altuğ’un oynadığı filmin senaristi ve yönetmeni Yavuz Turgul.

Filmde bir kişi daha var rahmetle anacağımız; Füreya Koral. Ünlü seramik sanatçısı ve aynı zamanda da Cevat Şakir’in yeğenidir. Filme büyük değer kattığını düşünüyorum. 

Film fantastik türde fakat tabi hem dönem itibariyle hem de eldeki imkânlarla yönetmen izleyiciye “hiç”liği sorgulatıyor. Bunu en derin şekliyle son dakikalarda anlıyoruz. Gerçekten kimsenin beklemeyeceği bir sonla karşılıyoruz Yavuz Turgul’un “hiçlik” mesajını.

Hikâyeye gelirsek; İki eski dostun hayatını izliyoruz aslında baştan sona. Bu hikâye aralarına giren Kumru adlı sağır, genç bir kadınla renkleniyor. Birkaç yerde gerçeküstü sahneler görsek de, o sürpriz sonu hiç beklemiyorsunuz. Bu sonu merak etseniz de etmeseniz de bu filmi izlemeniz gerek. Füreya hanım filmde gerçek hayatındaki ağırlığı ve asil duruşuyla çıkıyor karşımıza. Onun olduğu sahnelerde de hiçlik vurgusuna rastlıyoruz ama göze sokmadan, tadında…

İki arkadaş pavyonda çalışıyorlar. Komedyen olarak sahne alıyorlar sahne adları; Modern Komikler: Karabiberler. Yoksulluk, borç, kira, insanlık, dostluk ve aralarda 30 yıl öncesinin İstanbul’u. Sade bir anlatım ve ustaların dillere destan performansı.


Sinemada çok rastlanmayan, daha ziyade tiyatroda gördüğümüz anlatıcılar var filmde. Bu da ilginç ve riskli bir detay. Yönetmenin vizyonel bakış açısını bir kez daha alkışlayarak devam edelim…

Anlatıcılar oldukça kalabalık. Kemancısından, klarnetçisine kadar kimi arasanız var. Bu kişiler; Rüya Pavyon’un saz heyeti. İşte böyle başlıyor kıymetli bir sanat filmi. Siyah beyaz olup 3 saat sürseydi emin olun sanat oğlu sanat filmi olurmuş. Şart mı? Bilmem… Bazı filmler kitap gibi okunur. Bu filmi de saatlerce okumak isteyebilirdim. Bir buçuk saatte hayatlar yaşanıyor filmde. Abidin… ah kafasındaki uçtu uçacak cinsinden peruğu bile bir şeyler fısıldıyor kulağınıza… Ustura çekiyor bir kadın arada Abidine. Mahmut desen, onun da travması büyük ama o da aşık oluyor sonunda. Ve gölge oyunu… Gerçek sandığımız ya da gerçek olmayana yüklediğimiz anlamlar yüzünden yaşadıklarımız. Var ama yok. Duvara yansıyan bir gölge aslında ve belki de yanı başımızdadır kim bilir.

Siz hiç aşık oldunuz mu? Peki aşkınız duruyor mu yerinde? Ya da siz var mısınız kuzum?

Hayatta hiçbir şey gerçek değil galiba.

Teslim olmalı görmediğine ama bildiğine… Fazla da üzerine düşmemeli bir şeylerin. Bazen izlemeli boş gözlerle, derinliğini yitirmeden mananın. Ben bu filmden bunu anladım.

Ustalara selâm olsun.



8 Ağustos 2022 Pazartesi

Ne adamsın be Harpagon!

 


Ne adamsın be Harpagon! 
Oyunu izlerken “ne adamsın” demeden duramadım Harpagon’a… 
Moliere, Cimri adlı oyunu 1668’de yazdı. Ve o günden bugüne dünyadaki gerçek Harpagonların varlığının acı bilinciyle daha da gülündü bu karaktere ve “ne adamsın” dendi kim bilir kaç dilde ve binlerce milyonlarca kez… 
O dönemde Paris’in burjuva kesimine atıf olsa da Cimri, bugün cimriliği daha geniş bir skalada ele alabiliyoruz. Her şeyin cimrisi olabilir insan; sevginin, merhametin… Oyuna konu olansa bir sandık dolusu altın. Ama ne altın! İşte bu altın etrafında yükseliyor oyun. 
Yüzyıllardır varlığını koruyan bu değerli oyun neredeyse tam iki saat sürüyor… Özel tiyatrolarda birkaç kez izlemiştim. Önceden izlemiş ve okumuş olunca insan iştahla Harpagon’un o “yetişin hırsız var” diye başlayan tiradını bekliyor. 

Başkasını bilmem de ben bekledim… Harpagon’u Mustafa Kurt canlandırıyor. Tahmin edemeyeceğim bir performansla hem de… Yakınlarım ve okuyanlarım bilir ki; üzerine basa basa bir oyun ya da oyuncu hakkında müspet ya da menfi bir yorum yapmam kolay kolay. Şunu samimiyetle belirtmem gerekir; Mustafa Kurt’un kendine has bir oyunculuğu var. Sahneyi kullanışından, ses yapısına kadar birçok şeyde onu diğerlerinden ayıran bir iç sistem var ve bu oyuna değer katıyor. Çok ünlü olup daha ziyade ekranlardan tanıdığımız ama sahnede izlediğimde  “nasıl olur” diye hayrete düştüğüm isimler de oldu şimdiye kadar (olumsuz manada). İnsan böyle zamanlarda işe duyulan aşkı da sorguluyor aslında. İşimi yapıp eve gideyim diyen mi ararsınız, sesi çok dejenere olduğu için canlandırdığı rolle herhangi bir bağ kuramamış oyuncu mu? Özetle birine iyi ya da kötü demek benim için zor zanaat. Mustafa Bey’i oyun sonunda tebrik etmiştim, buradan tekrar tebrik ediyorum. Gerçekten çok şaşırtıcı ve çok kendine has bir yetenek. (Cimri oyunuyla -2019- yılın en başarılı erkek oyuncusu ödülünün de sahibi aynı zamanda) Bir de Harpagon yani! Tiyatro eğitiminin sonuna geldiğimizde sınavda bu tiradı verecek bir arkadaşımız vardı, kendini yerden yere az atmamıştı. Gerçekten zor bir tirattı bu meşhur tirat. 
Gelelim Eda Aydınlı’ya yani La Fleche’ye… Sahneye bir afacan fırlıyor komik aksanıyla! Siz içinizden “erkek mi kadın mı” diye düşünürken basıyorsunuz zaten kahkahayı. Oyunun kara kutusu, oyunda nasıl desem… Sanki bir düğüm… Önünüze çıkan sevimli bir düğüm. Her yerden çıkıyor, düğüm olduğu kadar düğümleri de çözüyor. Olmazsa olmazmış La Fleche. Harikulade bir performans, bitmeyen bir devinim içinde ortaya çıkan o bilmiş karakter. İyi ki oradaydın…
Oyunun konusuna gelemedik bir türlü… 
Cimri, cimri bir adamın etrafında dönen bir hikâye. Cimrinin iki çocuğu var. İkisi de babalarının cimriliğinden şikâyetçi. Öyle ki onu özetle şu satırlarla tanımlar bilenler:
“Dünyadaki insanların en az insan olanı; yeryüzündeki canlıların en katı yüreklisi, pintilerin en pintisidir. Onun sevmesinden kuru, onun okşamasından kısır bir şey olamaz. Vermek öylesine zoruna gider ki, selam bile vermez kimseye, onu bile alır; yalnız alır.”
Harpagon’un oğlu âşık olur, aynı zaman içinde de Harpagon bir kadına talip olur. Kaderin işine bakın ki ikisi de aynı kadını istemektedir. Kadınsa Harpagon’un oğluna yani Cleante’ye âşıktır. Harpagon hem bir sandık altınını muhafaza etmenin peşindedir hem de aile içindeki karmaşanın üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Ve bir gün altınları çalınır. İyi ama kim çalmıştır? Hem de Harpagon’dan! Olacak iş değil! Kendini oradan oraya atan Harpagon herkesi suçlar, ona göre tüm şehir suçlu ve herkes asılmalıdır! 
Peki altınları kim almıştır? Tahmin edin?
***
Kostümler çok güzeldi, özellikle ayakkabılara bayıldım… Dönemse dönem. Hakkını vermişler. Moda tarihine hâkim olduğum için kostüme çok dikkat ederim. Rönesans’tan, Barok’una, Rokoko’suna kadar yelpaze geniş ve doğru tercih her zaman alkış alır. 
Ve tüm oyuncular, hepsini bir kez daha alkışlıyoruz. Alkışlarla defalarca bölünen ve gelse yine gideceğim mükemmel bir oyun izledim. Oyun dediğimiz şey sahnedeki kocaman bütündür, bu bütüne iğneden ipliğe, çoraptan, düğmeye, sesten diğer sese her şey dâhildir. Güzelse de bu yüzden güzeldir. 

 


11 Haziran 2022 Cumartesi

Elveda Yarın

 


Elveda Yarın

Koğuşlar boşaldı…

Ayak sesleri

Demir şıngırtıları

Gecenin bir yarısı

Ya sonra?

Şeytanla dans ederken kimileri, haberdar değildir halinden çoğu kez ben bile belki…

Kimileri meleklerin gölgesinde soluk alıp verir bunu da bilmez beşer hatta kedi bile kim bilir.

“Elveda Yarın” adlı film bundan elli yıl öncesinde yaşanan hadiselere ışık tutuyor. Biyografik bir film olan Elveda Yarın filmi, döneminde antiemperyalist bir tavır sergileyen bir grup gencin geldiği noktayı anlatıyor. Gelinen noktaysa her yıl 6 Mayıs’ta anılan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ismindeki gençlerin idamı. Deniz İstanbul Üniversitesi’nde, Yusuf ve Hüseyin ise ODTÜ’de öğrenimlerine devam ediyorlardı. Bu arkadaşların yolları üniversitede kesişiyor. Tabi filmde bunları görmüyoruz. Maalesef görmüyoruz, maalesef demek zorundayım zira film nedense çok eksik. Yüzeysel bir şekilde salt idam odaklı ve derinliksiz. Oyuncular çok başarılı. Deniz’i canlandıran Berhan Şimşek gerçekten hakkını vermiş keza diğer oyuncular da. Fakat duygu çok az.

Filmi izlemeden önce bu hadiseyi kitaplardan ve en azından internetteki belgeselleri izledikten sonra izlemek gerekir. Bana kalsa en az üç saat sürecek bir konusu var hatta daha fazlası… Birkaç gerçek kamera görüntüleri filme hareket katmış. Mesela 6. Filo eyleminden kısa kesitler…

Filmde hemen karar mahkemesine geçiliyor, ardından açlık grevi işleniyor ki orada da çok eksik var. Mesela gerçekte üç arkadaş görüşe çıkıyor ve avukatlarının anlatımıyla üçünün de hali perişan. Filmdeyse sadece Deniz görüşe çıkıyor ve görünümünde çok farklılık yok. Onlarla ilgili o kadar çok şey izledim ki ve zaman zaman da gözyaşlarımı tutamayarak… Neticede gencecik çocuklar. Mesele genceciklikten de öte. Nereye gitti bu çocuklar? Ve ne değişti elli yılda? Ne oldu bize? Şimdi neredeyiz? O dönemde toplamda yanlış bilmiyorsam çatışmalar da dahil aynı görüş içinde olan 47 genç öldürüldü. Banka soygunları, adam kaçırmalar vesaire yani seslerini duyurmak için yapılan eylemler… Haklı haksız tartışması çok gereksiz ve ben filmde çok fazla duygu görmek isterdim. Mesela Deniz’in en sevdiği yemek kuru fasulye ve pilavdır… Ben bunu da görmek isterdim. Mesela Yusuf idamdan önce babasına yazdığı mektupta şöyle der (eksiğim olabilir) “baba, ayağımda plastik ayakkabıları görünce üzülme, benim kunduram var ama aceleyle geldik buraya.” İdama giderken babası üzülmesin diye bu kadar incelik gösteren bir insanın arkasından ne denir ki… Ben bunları da görmek isterdim. Mesela Deniz idamdan önce birkaç fırt sigara içer. Elleri arkadan bağlıdır. Fakat filmde bu sahne ışık hızıyla verilmiş neredeyse. Oysaki Deniz orada avukata der ki; “bugüne kadar Birinci içerdik, şimdi uçlu sigara içiyoruz.”

Abisi Bora Gezmiş’in tüm röportajlarını izlemişimdir.  Deniz’lerin asılmasına karşı gelen bir Yargıtay üyesine gösterdikleri 35 yıllık vefayı da filmde görmek isterdim. Şöyle ki Deniz’in vefatından 35 yıl sonra ölen üyenin tabutunu Gezmiş kardeşler omuzlamıştır. Bana göre mesele salt idam değil beşeri ilişkiler çerçevesinde koca bir hayatı anlatma derdi olmalı. Ortada büyük bir dram var ve bu dramın dalgaları hala devam ediyorsa detayları da konuşturmak gerek. Hala ağlayan kardeşler var, hala yas tutan insanlar var.

Filme dönersek;

“Derdimiz Türk Kürt halklarının kardeşliği, tam bağımsız Türkiye.” diyen gençlerin asılması için mecliste bir oylama yapılır ve çoğunluk “asılsınlar” der.

Karar mahkemesinde idamları açıklanır. Gerçek mahkeme görüntüleriyle burada da çok fark var. Fark olmalı mı? Yönetmene karışılmaz elbet. Ama filmdeki mahkeme normalden daha kalabalık olduğu için karar mahkemesi olduğunu ben anlamadım. Kararın ardından Deniz; “Biz varlığımızı hiçbir karşılık gözetmeden halka armağan etmiş bulunuyoruz Türkiye’nin bağımsızlığı adına” Der. Gerçek görüntülerde kalem kırma hadisesi bana komik gelmişti. Neyse…

Filmde Suavi’den, Tuncer Kurtiz’e, Bülent Çolak’a kadar birçok değerli isim görüyoruz ki Bülent karakterle çok uyumlu olmuş keşke Yusuf da biraz daha uysaydı demekten kendimi alamıyorum şu an… Başta da dediğim gibi 98 yapımı bir film. “o güne göre güzel” diyemeyeceğim. Sonuçta bu bir uzay filmi değil. Hem de yaşanmış bir hadise. Hatta gömülmeleri bile olaylı olmuştur. İmam “namazlarını kıldırmam” deyince (!) baba Gezmiş dört kişilik cemaate sorar “abdestiniz yok mu?” diye… Ve kardeşleri, diğer çocukların babalarıyla kıldırılır namazları. Bu arada gerçek olaylardan bir anlatı; eski çatışmalardan birinde yine bir arkadaşları vurularak öldürülür ve başka bir imam “namazlarını kıldırmam” der… Neye istinaden böyle demişler anlamak mümkün değil. Allah’ın yerine onlar hüküm veriyor herhalde. Neyse içlerinden bir arkadaşları çıkar ve namazlarını kıldırır. Demem o ki mezar başında bile kavga kavga hep kavga! Oysaki ve şu an bir çok kişi o çocukların içindeki kavgayı çok daha hararetli bir şekilde yaşıyor içinde… Yanılıyor muyum?

Solcu demek kimilerince özetle “dinsiz imansız, din düşmanı” vs olarak nitelendirilse de, bu çocuklara baktığımızda gördüğümüz Anadolu çocukları… Kimi gelmiş Erzurum’dan, kimi Sivas’tan. Yani bu ülkede dinli dinsiz tartışması da ayrı bir dram! Şu satırı okuyan kişiye sormak isterim, Yusuf gelse onunla ne konuşurdun? Ya da Hüseyin çıkıp gelse ne derdin ona?

Beğendiğim birçok sahne vardı elbet… Mesela havalandırma denen yarı kapalı bahçede oynanan voleybol sahneleri. İlk sahne filmin ortalarında ve top kaçıyor, asker topu ayağıyla durduruyor… Diğeri de son sahne. Denizler asılmıştır. Ertesi sabah… Bütün arkadaşları havalandırmada voleybol oynar.




24 Mayıs 2022 Salı

Işıl Kasapoğlu’nun elinden Amadeus

 

Peter Sheferin 1979’da yazdığı oyun, Türkiye’de en son 2007’de İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmişti. Şimdiyse Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertaiment iş birliği ile bizlerle buluşuyor. Yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu’nun yaptığı ve başrollerini Selçuk Yöntem, Okan Bayülgen, Özlem Öçalmaz’ın üstlendiği eser; sahne önünde 35, sahne arkasında 20 kişiyle toplamda 55 kişilik dev bir kadroyla sahne alıyor.

Oyun öncesine gidersek; Amadeus dendiği zaman aklımıza, en azından benim aklıma “Amadeus” filmi gelir. Amadeus oyununa gidecek olanlara tavsiyem; bu filmi mutlaka izlemeleri. Çok seri bir şekilde akan oyunu hele de müzik dünyasının dehası olarak anılan bir şahsiyeti daha iyi anlaşılır kılacaktır.

Mozart’a olan hayranlığım, zamanında onu araştırmama, hayatını, mektuplarını okumama sebep olmuştu. Hatta bunu bilen değerli bir opera sanatçımız Bülent Atak, Mozart’ın eserlerinden oluşan bir set hediye etmişti bana. Oyundaki Mozart insanlara absürt gelebilir fakat aslında öyle değil. Yani Mozart aslında tam da sahnedeki gibi. Anlamadığım şeylerden biri, eserde neden Mozart’ın kız kardeşine yer verilmediğidir –Orijinal eserden bahsediyorum-. Oysaki Jane Glover’in Mozart’ın Kadınları adlı kitabında Mozart’ın Nannerl lakaplı Maria Anna adındaki kız kardeşine çıktığı turnelerden yolladığı mektuplardan bölümler vardır. Çok komik, çok alaycı bir profil çiziyor Mozart. Hayatı pek ciddiye almayan, kendiyle barışık bir tip.

“Koskoca Mozart” denilince insanın aklına “kerli ferli” kabilinden oturaklı, saygın bir tip gelir öyle değil mi? Tıpkı saray bestecisi Salieri’nin de aklına geldiği gibi… Oysa ki Mozart büyümen bir çocuk olarak kaldı, yeteneği Tanrı’nın ona bir armağanıydı.

Hemen oyuna geçersek;

Salieri’yi büyük bir başarıyla Selçuk Yöntem canlandırıyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi; Salieri büyük bir adam bekliyordu ama cüsse olarak değil, daha soylu, daha asil…

O sıralar Viyana’da söylentiler başlar… Herkes Mozart’ın gelişini konuşur. Oyunda bu girizgâh çok güzel canlandırılmıştı. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; biletim ön sıralardandı. Amma velâkin, zemin eğimi o kadar azdı ki kaç kez kontrol ettim hatta yanımda oturanlara sordum –yanılıyor olabilir miyim acaba diye- haklı olduğumu söylediler. Sahne çok güzel, salon devasa, ses mükemmel ama ön sıralarda da otursanız birilerinin kafasının arasından oyunu anca izlersiniz. Ve maalesef bilet alırken koltuğunuzu direkt siz seçemiyorsunuz, ön, yan, balkon her neyse, birinci sınıf da alsanız piyangodan ne çıkarsa bahtınıza. En ön de riskli çünkü sahne çok yüksek. Umarım Zorlu PSM ciddiye alır bunları.

Herkes koltuklarında yerini aldı ve ışıklar hafif karardı… İnsan sesleri gelmeye başladı, baktık sağımızdan solumuzdan 1800’lerden fırlamış ellerinde mum, kafalarında beyaz gösterişli peruklar bir sürü insan… Mozart’ı konuşuyorlar… Bunu gerçekten çok sevdim. Çok heyecan verici. Özellikle kostümler takdire şayan. Fakat Mozart (Okan Bayülgen) oyun boyunca siyah peruklaydı, beyaz bir perukla da görmek isterdim. Süslü ve giyime önem veren Mozart birkaç perukla sahneye çıksaydı daha iyi olurdu sanki…

Tüm bu konuşmalar Salieri’yi hem heyecanlandırmış hem de ürkütmeye başlamıştı… Biri geliyordu… Daha gelmeden sokaklar onun adıyla yankılanmaya başlamıştı bile. Ve sarayın biricik bestecisinin içindeki huzur yerini endişeye bırakmıştı. Tarihte kimi der ki; Salieri Mozart’ı çok sever ve saygı duyar… Kimi de derki onu çok kıskanmıştı öyle ki zehirleyecek kadar! İlk senfonisini 8 yaşında yazmış bir dehayı kim olsa kıskanır. Salieri belki de bulunduğu makamı kaybetmekten korkuyordu. Gerçek hayatta evli ve çocukları olan Salieri, filmde bekâr ve kendini Tanrı’ya adamış bir besteci olarak gösterilirken, oyunda orijinal halini görüyoruz. Ve işte Mozart! Mozart için küçük bir tören tertiplenir, devlet erkânı hazırda beklerken Mozart sevgilisi ve aynı zamanda müstakbel eşi Konstanze ile köşe kapmaca oynar. Demiştik ya; Mozart kural tanımayan, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan yaramaz bir deha diye. Salieri onları izler ve hallerinden utanç duyar. Ve Mozart’tan her zaman tiksintiyle bahseder. Bu kıskançlıktan öte; “Tanrı neden böyle rezil bir herife böylesi bir yetenek bahşetti!” İşte ası soru budur ve bu soru üzerinde döner tüm konu.

Sahneden Selçuk Yöntem’in omzunda ciddi bir yük var. Çünkü Salieri aynı zamanda anlatıcılığı da üstlenmiş. Sahne başlarında neler olup bittiğini ondan dinliyoruz. Yoksa işin içinden çıkamayız ya da oyun 5-6 saat sürerdi. Sürse miydi? Valla ben sıkılmadan izlerdim. Mükemmel bir koro var, mükemmel bir orkestra var. Mozart’ın eserleri eşliğinde ustaları izlemek büyük şans. Ve bu arada yukarıdan izleyicilerin üzerine beste kâğıtlarının yağması ayrı bir olay. Gerçekten çok iyi düşünülmüş, keyifliydi, ne mi yaptım? Kaptıklarımı sakladım elbette.

Mozart öldürüldü mü?

Ve hala muammalar denizinde gelip giden şeydir Mozart’ın ölüm sebebi. Bununla alakalı da çok belgeseller izlemişliğim var. Mozart uzmanları der ki; Hayır Salieri Mozart’ı öldürmedi. Ona çok saygı duyardı. Bence de öyle olmalıydı, sonuçta bir saray besteci basit duygularını (kin, hırs vs) törpüleyebilmiş olmalıydı. Tabi oyun her ne kadar gerçek bir öyküden de beslense yarısı kurgudur ve başlangıcı çok güzeldir; Salieri’nin “Mozaart, Mozaart!” diye seslenişi unutulmazdır. O seslenişteki pişmanlık, kıskançlık; yıllar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış daha bir sürü duygunun yankısını hissetmek olağan üstü bir şeydir.

Mozart’ın kendi de bir mason olduğu için ki o yıllarda seçkin insanların mason olması çok da yadırganacak bir şey değildir; Mozart’ın son operası Sihirli Flüt”te masonların birçok sırrını deşifre ettiği söylenir ve masonların da Mozart’ı ortadan kaldırdığı bilinir. Kimi hastalık der, kimi zehirlendi… Gördüğünüz gibi çok fazla seçenek var ve böyle bir insanın bu denli bir “bilinmezde” boğulup gitmiş olması “masonlar” seçeneğini işaret ediyor gibi…

Tekrar etmek isterim; oyundan önce lütfen filmini izleyin. Çok daha keyif alacaksınız. Daha iyi anlamanızı sağlayacaktır bu. Bu arada Amadeus oyununu 1979 ve 1960 sahnelerinden fotoğraflar da ekledim.

Şimdiden keyifli seyirler.

Orkestraya, koroya, tüm oyunculara yürekten teşekkürler…

(1979-Amadeus)

(1960)





9 Mayıs 2022 Pazartesi

Bir kahraman; Akaki Akakiyeviç ve Palto!

 


Palto adlı oyundan bahsetmeden önce gerçek hikâyesinden bahsedelim. Palto benim çok sevdiğim hikâyelerin en başındadır. Sadece benim değil öyle ki, Dostoyevski Gogol’un bu eserinde gönderme yaparak “hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” der. O derece kıymetli ve çok manidar bir eserdir. Gogol bu hikâyeyi duyduğu gerçek bir hikâyeden esinlenerek kaleme alır. Tüfeğini dereye düşürdükten sonra bunalıma giren bir adamın hikâyesinden esinlenmiştir. Arkadaşları yeni bir tüfek alınca iyileşmiştir adam.

Özetle bu hikâye gerçek bir dramdır. Yoksulluğu eksprestyonist derinlikle anlatır ve o dönemin Rusya’sında oldukça tepki de çeker.

Oyuna gelirsek; oyun tek kişilikti. Elbette bildiğimiz bir hikâye şekil değiştirerek sahneye konacaktır hele de tek kişilik oynanıyorsa. Veysel Alankaya’nın sahnelediği oyun dram türünde değildi. Komedi de değildi fakat çok emin olmamakla beraber sanırım komediydi. İlk kez böyle bir cümle çıkıyor ağzımdan. Gerekli ve gereksiz bulduğum birçok şey vardı bu oyunda.

Başkarakter Akaki’yi iyi analiz edersek eğer; iş arkadaşları tarafından devamlı aşağılanan, içine kapanık, yoksul, özgüvenini kaybetmiş bir adam. Böyle bir karakterin sahnenin kenarından değil de başka bir kapıdan, doğrudan seyircinin yanına çıkması ve seyirciyle esprili bir diyaloğa girmesi beni çok şaşırttı.

Oyunun alt başlığı “Kahkahayla gözyaşı arasındaki sosyal sınıf çelişkisi ve aşk”

Buradan anladığım “kahkaha” Akaki’nin arkadaşları tarafından düştüğü durum olsa gerekti… Fakat oyun (oyuncunun mütebessim oluşundan mıdır bilemedim) ilginç bir şekilde komedisel devam ediyordu oyun. Dekor ve kostümlerde de ciddi hatalar vardı. Stil danışmanlığı eğitimine sahip olduğum için en ufak detay gözüme çarpar. Bu bir dönem oyunu ve karakterimiz bir memur olduğu için masa üzerinde devamlı yazı yazıyor. Tükenmez kalem kullanmıyor, kuş tüyü kalem kullanıyor döneme uygun olarak. İsterdim ki masa ve sandalye de eskiciden alınmış olsundu. Belki başka sahnelerde öyledir de burada böyle oldu bilemiyorum eğer öyleyse de siyah bir örtüyle kaplanmalıydı. Öte yandan Akaki’nin eski paltosu bir çeşit yağmurluk kumaşındandı. Adam akıllı eskitilmiş bir redingot kullanılsa daha iyi olurdu. Konu palto olunca eskisi de yenisi de hakkını vermeli diye düşünüyorum. Yeni paltonun da yine bir redingot olması daha doğrusu kurk yakalı bir redingot olması iyi olur. Sahnede gördüğümüz üstlüğün tamamı kürk paltoydu. İç çamaşırı da uçları sökük siyah poplin olmalıydı. Ve Akaki’nin gözlüğü yuvarlak, siyah kemik çerçeve olursa silik ve güvensiz kişiliğinin altını daha da çizmiş ve dönem stiline sadık kalmış olursunuz. Pantolon ve pantolon askısı güzeldi.

Tüm bu “olmalıydılar”ı neden yazdığıma gelirsek; kostüm ve aksesuar oyunun imzası gibidir bir nevi. Konuyu, performansı, oyuncuyu tamamlayan yegâne parçalar. Yoksa sanat yönetmenleri neden var değil mi?

Oyunda en beğendiğim yerlerden biri kâğıtların havada martılar gibi uçuşması. Oyuncunun hakkını vermem gerekirse; pire gibi adam! Bir yerde, bir gökte… Özellikle terzi ve Akaki’nin diyalogları çok güzeldi. Karakterden karaktere geçişteki akışkanlık o kadar iyi ki, kafa dağıtan bir keskinlik olmaksızın karşı karaktere geçebiliyor oyuncu. Sahnede kendi yarattığı rüzgâra gösterdiği direnç, kâğıtları kaşla göz arası rüzgâra kaptırması ve kâğıtların savruluşu takdire şayan. Bu arada kağıt seçimi çok iyiydi bu da dikkatimden kaçmadı.

Fakat oyuncu çok hızlı oynuyor. Sebebini bilmiyorum, belki de öyle istiyor. Çok hızlı gittiği için mesela; Akaki’nin paltosu için verilen partinin başlangıcı çok iyi anlaşılmıyor. Hızlı ve mütebessim bir yüz ifadesi oyuna “komedi” havası veriyor. Başında da dediğim gibi belki de komedidir. Tam kestiremedim. Fakat hikâye bir dram olunca beklentimde bu yönde oluyor. Elbette sanatçının yorumuna karışılmaz ama ortada bir belirsizlik var gibi. İnteraktif oluşu hoşuma gitmedi. Konusuyla, yazarıyla ve döneminde tepki almış olmasıyla zaten baştan aşağı ağır detayları olan bir oyuna böylesi eylemler katmak; insanın üzerine aldığı fazladan aksesuarlar gibi görünüyor…

Kostümler elden geçer, daha yavaş ve belirgin oynanırsa çok daha iyi olacaktır.


 


7 Mayıs 2022 Cumartesi

Tarsus İki Sahneye Daha Kavuşuyor! Ve bir vodvil: “Çehov Vodvil”

 


Çehov Vodvil’i Tarsus’a gittiğimde izledim. Neredeyse dört ay olacak fakat oyunları sıraya koyduğum için ancak sıra geldi gazete sayfasına taşımak bu güzel oyunu ve yıldızlarını. Her şeyden önce bu tarih kokan kadim şehre kazandırdığı “Ayşe Lebriz Berkem Sahnesi” için Tarsus Belediye Başkanı Dr. Haluk Bozdoğan’a sonsuz teşekkür ediyorum. Ve Tarsus’un daha birçok sahneye kavuşacağını biliyorum. Böylesi sanatsever Başkanlarımız olduğu sürece daha çok sahneler görür ve oyunlar izleriz. Bir ülkenin aydınlanması, esere ve sanatçıya saygı duymak ve sahiplenmek ile mümkündür. Tarsus’ta bunun örneğini görmek beni çok heyecanlandırdı. Baba tarafından Aydın ve Tarsus karışımıyım. Güzel Tarsus’umu böylesi sanat haberleri ve aktiviteleriyle duymak, görmek beni ayrıca çok mutlu ediyor.

Çehov Vodvil’den bahsedecek olursam; bir kere oyuncular genç ve çok heyecanlıydı. Bu benim için çok önemli. Bazı oyuncular görevlerini yapıp gitmiyor, iz de bırakıyor. Bu arkadaşlar tam da iz bırakan kategorideler doğrusu. Komedi oyunlarına yorum yazmak zor zanaat… Güldük mü güldük, ya sonra? “Hem güldüren hem düşündüren” repliği de fazla klişe gelir bana, klişe ve soğuk. Tıpkı o haftalardaki Tarsus soğuğu gibi. Ama sahnede ışık saçan genç yıldızlar Toroslardan gelen o buz gibi havayı avuçlarında ısıtıp üflüyorlardı sağa sola… 


Sahnede bir Güneş gibi beliren Luka’nın varlığı içimizi ısıtmaya başlamıştı mesela.  Ben dahil herkes Luka’ya ayrı bir hayranlık besledi bundan eminim. Anton Çehov’un Martı’sıyla başlayıp Vanya Dayı isimli eseriyle son bulan oyunda, Ayı ve Bir Evlenme Teklifi adlı eserleri vodvil türünde izliyoruz. Burada Luka’ya (Ertan Rüstem) çok iş düşüyordu. Bir çeşit anlatıcı rolünü üstlendiği için elinde mendili ah oradan oraya, oradan oraya savruluyordu Luka! Popova (Derya Güneri) ve Smirnov (Özmen Günençli) harika oyuncular! Öte yandan Çubukov (Murat Çapar- aynı zamanda Genel Sanat Yönetmeni-) Hacer Öner, Ozan Karabulut çok başarılıydılar. Tebrik ediyorum tekrar… Ölen kocasının yasını tutan evin hanımıyla eve alacaklarını almaya gelen Smirnov’un hikayesi etrafında gelişiyor olaylar. Ve oyunun sonunda o çoğumuzun hayranlıkla okuduğu ve dinlediği tiradı Luka’nın ağzından duyuyoruz derinlere dalarak;

“Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz… Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz… İnanıyorum buna bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum…  Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştanbaşa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna.”

Turnelere de çıkan bu güzel oyunu lütfen gidiniz, izleyiniz.


Tiyatro ve Drama Eğitimleri

Tarsus’ta sadece oyun sahnelemekle yetinmiyor emekçi dostlarımız. 5 farklı sınıf olmak üzere 5 yaşından başlayıp 27 yaşına kadar drama ve tiyatro dersleri veriyorlar tiyatro severlere.

Tarsus’a iki sahne daha geliyor

Tarsus Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Murat Çapar; “Belediye Başkanımızın tiyatroya olan desteği sonsuz. Bu açıdan çok mutluyuz. Başkanımızın göreve geldikten sonra ilk yaptığı görevlerden biri “Tiyatro Müdürlüğü”nü kurmak oldu. Başkanımız Dr. Haluk Bozdoğan Tiyatro Hizmetleri Müdürlüğü’nü kurarak sanata ve tiyatroya ne kadar önem verdiğini göstermiştir.” diyor ve devam ediyor; “Şu anda merkezde 2 sahnemizin tadilatı devam ediyor, açılışını bekliyoruz. Öte yandan “Neden” adlı çocuk oyunumuzun prömiyerini geçen hafta yaptık. Clown oyunculuğu üzerinden savaşın anlamsızlığı temasını anlatıyoruz. Mayenburg’un “Çirkin” adlı oyununun provalarına başladık, yeni sezonda prömiyerini gerçekleştireceğiz.

Daha ne olsun! Perdeniz hiç kapanmasın, ışığınız sönmesin. Tarsus’a çok selam ve kucak dolusu sevgiler.

 



Hayat der gülümserim!


Hayat der gülümserim

Ramazan’ın son günleriydi…

Önce güzel Vefa’yı ziyaret sonra kuru fasulye, hemen ardından “ay çok geldi” diye yenilmeye devam edilen Kemalpaşa tatlısı… Ve ardından Fatih Reşat Nuri Sahnesi!

Bu sahneyi çocukluğumdan beri bilirim… Ve bildiğim gibi de kaldı! Kötü bir sahne, onu geçtim de keşke izleyici koltuklarını yenileseler artık! Üçüncü sıradaydım ve önüme biri gelirse oyunu nasıl izleyeceğim diye kara kara düşünmeye başlamıştım. Neyse ki kimse gelmemişti ve hemen öne geçmiştim.

Oyun çok katmanlı olduğu için birleştirmesi güç ama anlaşılmayacak bir oyun değil. Hatta göze sokulan cinsten. Sema Keçik sahneyi dolduran harika bir oyuncu ve gerçekten iddialı roller verdi. Birçok kadın kılığına bürünüp tek başına performans sergilemek büyük bir alkışı hak ediyor, nitekim kocaman alkışlar aldı defalarca. Ama ben illaki heyecanı havada uçuşan oyuncu görmek istiyorum hep. Ne olacak benim bu takıntım. O yüzden genç ya da oyunculuğa yeni adım atmış ya da uzun yıllar ara verip geri gelmiş oyuncuları izlemek başka bir şey. Tarkovski ya da Nuri Bilge gibi bir bakış benimki sanırım. Duyguyu daha yalın vermek mi acaba? Belki de. Tarkovski oyuncusuna senaryoyu son anda okuturmuş mesela, o heyecanı hatta hata yapma korkusunu içinde barındıran bir insanın orijinal tedirginliğinin kameraya yansıması! Deli mi iyim neyim bende! Kadın mis gibi oynamış işte ne istiyorsun. Nuri Bilge’nin anne ya da babasının acemice sergilediği bakışlar mı? Hayır! Bunun adı “acemice” olamaz; “o an” olabilir. “an”ın en yalın ve duru hali!

Oyunda en sevdiğim yerler kısa müzik ve dans gösterileriydi…

Güzel bir oyundu, tebrikler. 


 

28 Nisan 2022 Perşembe

“Olmak ya da olmamak” ve işte Hamlet!



Oyuna neyle karşılaşacağınızı bilmeden gideceksiniz, bu sefer de aynı hisle gittim.

Çünkü sahnede tek kişi olacak. Oyuncu sadece hikâye de okuyabilir, bir kuklayla da karşımıza çıkabilirdi, başına bir kral tacı takıp bir buçuk saat izleyiciye de bakabilirdi hiç konuşmadan. İçinde 23 adet karakter ve artı karakterler olan bir oyundan bahsediyoruz. Hamlet Shakespeare’nin en uzun, en çok konuşulan ve hakkında en çok yorum yapılan bir oyunudur. Ölen oğlu için yazdığı da söylenir. Ama daha gerçekçi olan bir sebep daha var; yazdığı dönemde kendini çok iyi hissetmediği. Metinde açık ve net bir şekilde kalleşlikten dem vuruyor yazar. Öte yandan içindeki savaşlardan;

“Öyle bir savaş var ki içimde dostum,

Uyku girmiyordu gözüme

Yatağımda işkenceler içindeydim pranga mahkûmları gibi”


23 karakter nereye sığdı diyecek olursanız; sahnenin ortasında duran kocaman bir mücevher kutusuna! Bir “tek taş” almış olsaydım gözlerim bu kadar kamaşmazdı doğrusu! İlk başta anlamadık ne olduğunu. Devasa, kadife kaplı bir şey duruyor izleyicinin karşısında. Ortalık karardı ve kutu yavaşça açıldı, içinden kocaman yontulmuş bir elmas, bir pırlanta çıktı; Bülent Emin Yarar –performansı-.

Oyunun yönetmeni Işıl Kasapoğlu’nun da dediği gibi; “Elmasları yontmak, pırlantaya dönüştürmek oyuncunun işi, Bülent’in işi!”



Koca Hamlet’i tek kişi mi? Nasıl… Kasapoğlu “Çok açıklamak sihri öldürür” diyor. Haklı. Ben de yazdığım tüm yorumları yarım bırakırım. Okuyan izlesin ve tamamlasın. Fakat şu uyarıyı yapmak istiyorum; özellikle Shakespeare oyunlarını gitmeden önce mutlaka okuyun. Tüm karakterleri sindirin ve öyle izleyin. Oyununu bir çok kez okumama ve izlememe rağmen bugün izlemeye giderken yolda tekrar taradım. Hamlet’i kısaltmadan olduğu gibi sahnelemeye kalksalar saatler süreceği bir gerçek. Mesele de kısaltabilmek zaten, doğru bir şekilde kısaltmak.

Mücevher kutusu açıldığında, sırtına bir sürü karakteri yüklemiş bir sanatçı çıktı karşımıza. Fantastik oyunlar da izledim, çeşit çeşit performanslar, okuma tiyatroları vesaire… Fakat Hamlet dendiğinde salt deneme tiyatrosu gelemez aklımıza. Macbeth’in de gerçeküstü yorumunu izlemiştim yıllar önce ve gerçekten çok güzeldi.



Hamlet, Danimarka kralının oğludur. Almanya’da eğitimini sürdürürken babasının amcası tarafından öldürüldüğü haberini alır ve annesiyle evlendiğinin! Hükümdar olmak Hamlet’in hakkıyken bir de kral oluvermiştir amcası. Hamlet ülkesine döner. Onun derdi taç değildir, tek derdi babasının nasıl ve neden öldürüldüğü. Nöbet tutan iki askerin babasının hayaletini görmesiyle başlar hikâye. Ve biz sahnede tüm bu hadiseleri tek kişinin ellerinden, yüzünden, sözlerinden izledik.

Aynı adam Hamlet’ti, aynı adam kraldı, aynı adam kraliçeydi, aynı adam elinde iğne iplik dikiş diken Ophelia’ydı… ve gözleri yaşlı söylüyordu şarkısını Ophelia:

Nasıl ayırt ederim bir bakışta

Seveni sevmeyenden?

Külahından, tozlu çarıklarından,

Elindeki değnekten.

Öldü, güzel sultanım çoktan

En sevdiğim bölüm kukla kısmıydı… Oyuncu büyük bir ustalıkla sahnesinin ucuna gizlenmiş kukla düzeneğini ellerine geçiriyor ve babasını öldüren amcası ve annesine güzel bir oyun sergiliyor.

“Olmak ya da olmamak” derken hayatın anlamını sorguluyor Hamlet.

Yine dekora gelirsek; iki farlı mekanizma görüyoruz yukarıda. Biri işlenen cinayetin sembolü, diğeriyse denizin sembolü. Ve denizin üzerinde gezdirilen kâğıt gemi…  Bu performansı herkes izlemeli. 8 yıldır sahnelenen bu oyun için yazılacak sayfalarca şey var fakat nereden başlamalı diyor insan ve düşünüyor; bu oyunu Türkiye ilk kez 1912’de Muhsin Ertuğrul’un sahnesiyle izledi… Ne düşünmüştü büyük usta çalışırken ve izleyenler “olmak ya da olmamak” deyiminin gölgesinde neye ve nereye ulaşmışlardı zihnen…

 Ve bizler nereye ulaştık bu gece, kimlere ya da nelere kılıç salladık kalbimizde?

 

 


(Bülent Emin Yarar ile oyun öncesinde)
 

23 Nisan 2022 Cumartesi

Maçın Adamı adlı oyundan “selam olsun”

 

Clint Dyer & Roy Williams’ın yazdığı oyunda tek kişilik performansıyla Cem Zeynel Kılıç’ı izledik. Oyun bir grup terapisinde geçen ve fakat izleyenlerin sadece Michael’i izlediği bir oyun. Ortada herhangi bir grup vesaire olmadığı için sadece Michael’i görüyoruz bir de ilk birkaç saniye öncesinde sanırım terapisti canlandıran kişi onu sahneye davet ediyor. (Adam (isim) yani Kerim Ürün)

Oyunu Garibaldi Sahnesinde izledik. Binasını çok sevsem de sahnesini sevmediğim bir mekan. Ve mekanın girişine ne hikmetse bir tane afiş dahi konmaz! Halihazırda bina dışında ya da yan binada -tam olarak bilemeyeceğim- tadilat olduğu için bir şantiye koridorundan ulaşıyorsunuz Garibaldi’ye. Tarihi devasa binanın koca demir kapısına ulaştığınızda duvarı, önü, bahçesi müsait olmasına rağmen bir tek afiş olmaması (acaba burası mı) dedirtir insana. Buraya her gelişimde ayı şeyi düşünerek koca kapıyı aralar “acaba bu akşam burada oyun var mı” derim her defasında…  Olur ya belki biletleri karıştırıp yanlış sahneye gelmişimdir, yapmadığım şey değil!

Görkemli salonda bekledik, ihtişamlı merdivenlerden çıktık, küçümen koltuklara oturduk. Koltukların üzerinde terapi seansından bahseden bir reklam broşürü vardı. Oyuna gelenlerden biri oyunla alakalı galiba dedi ama oyunla örtüştüremedim. Yani bu “tek kişilik” oyunun bir toplu terapinin devamı olduğunu gerçek manada hissetmesi lazım izleyenlerin. Belki sahneye halka şeklinde dört beş sandalye konabilir.

Nihayet oyuna gelirsek; babasını birlikte maç izlerken kaybeden bir adamın babasıyla olan ilişkisini ya da “olmayan” ilişkisini izliyoruz. Maçın Adamı isminin oyuna fazla geldiğini düşünüyorum. Çünkü oyunu çevreleyen bir maç yok ortada. Maç söylemi de yok. Sadece Michael’in anlatımından anladığımız; babası maç düşkünüydü ve maç izlerken öldü. Bunun ardından devam ediyor oyun. Aslında daha sakin anlatılabilinecek şeyler fazla yorucu ve fazla agresif mi anlatıldı? Biyografik bir oyun olabilir ve gerçek Michael gerçekten hafif bir konuşma bozukluğuna sahip heyecanlı biri midir ki gerçekten böyle de olsa bu denli yüksek mi anlatmalı hadiseleri? Bilemiyorum. Agresyondan konunun özüne inmek zorlaşıyor. Konu çok güzel, yavaş ve dramatik renklerle daha iyi anlatılabilineceğini düşünüyorum.

Oyunda dikkat çeken detay; babasının herkesten gizlediği bir hayatının da olduğu. Hintli bir arkadaşı çıkıyor ortaya. Ve oğluyla konuşuyor cenazeden sonra. Babasının ara sıra kalıp kafasını dinlediği, kendiyle baş başa kaldığı ve Hintli dostuyla da dertleştiği kiralık bir odaya götürüyor. Bir de ses kaydı bırakmış baba oğluna. Oyun sanırım bir buçuk saat sürdü fakat agresif oynandığı için 15 dakika sürmüş gibi geliyor şu an. Psikolojik oyunların duygusu üst agresyonun içinde parçalanıp yok edilmemeli.

En başarılı bulduğum yerlerden biri; zenci kadının rastalarını tarif ederken oyuncunun ellerini kullanış biçimi. Kesinlikle akıllarda kalmıştır bu. Öte yandan gözümden, kulağımdan kaçmadı; oyunda Nuri Bilge Ceylan’a selam gönderiliyor “yalnız ülkem” le. Bu da hoşuma gitti çünkü NBC filmlerini üçer beşer kez izleyen biriyim, bizler de aldık kabul ettik diyelim.

Özetle oyun güzel ve fakat duygunun o fazla bulduğum çoşkun anlatımın içinde erimemesini isterdim şu anda da istiyorum. Bir buçuk saat dert anlatmak kolay iş değil, oyuncuyu tebrik ediyorum. Oyunun konusu izleyiciyle etkileşimli performansa çok müsait aslında (interaktif)… Bu şekilde de denenebilir.

Ve oyun Michael’in babasının küllerini sahneye savurmasıyla biter… Hayatımızda yanıp gidiyor. Hiçbir ilişki eksik olmasa ve küller gibi savrulup gitmese… Gidin izleyin derim. 


20 Nisan 2022 Çarşamba

Tiyatro Gazetesi

 


Tiyatro Gazetesi bu ay da dolu dolu... 

Mephisto ve Kırmızıkedi kitapevlerinde. 👍




15 Nisan 2022 Cuma

Üç Renk Mavi

 


1993 yapımı ekspresyonist bir film daha! En sevdiğim. Ve en sevdiğim kadın oyunculardan biri Juliette Binoche

Trafik kazasıyla başlayan film ruh çözümlemeleriyle dolu. Avrupa sineması bunu öyle ince detaylarda yakalıyor ki; küçük bir konuyu gürültüyle insanın gözüne sokmak yerine (filmden bir sahne) insanın göz bebeğinden karşıdaki insanın yansımasını görürsünüz.

Kazadan hemen önce bir sahne vardı beni çocukluğuma götüren. Beş yaşındaki küçük kızın arabanın arka koltuğundan dışarıyı izlemesi. Demek bu çocuklara has bir özellik ya da istek. Aynı şeyi ben de yapardım. Arka koltuktan, arkadan gelen diğer arabalara el sallardım. Arabayı kullananalar da bana el sallardı gülümseyerek.

Juliette yani Julie kazada hem eşini hem de kızını kaybeder. Eşi çok önemli bir besteci olan Julie de ağır yaralıdır. Acı haberi hastanede kendine geldiğinde alır. Bu haber karşısında gösterilmiş birçok tepkiyi burada tarif etmek çok kolay değil. Yorganın altına gizlenmiş üzgün bir yüze gömülü bir çift gözden akan yaşı tasvir de anlatamayacak bunu.

Uzun psikanalizler yapabilirsiniz film bitene kadar.

Kadının kendine gelir gelmez ilk yaptığı şey; intihar girişimi. Fakat bunu gerçekleştiremiyor. O kadar aciz ki yakalandığı hemşireye de yapamadığını ifade ediyor. Yani beceriksiz buluyor kendini bu konuda.

Hayatını değiştirmeye karar veriyor. İnsan acılarından, dertlerinden kurtulmak için hayatını ne kadar değiştirebilir. Mesela Coco Channel şöyle der: “Saçını kestiren/değiştiren bir kadın, hayatını değiştirmek üzeredir”

Tüm bu ve benzer tespitler tecrübeyle sabittir. Olmaz olmaz demeyin aynı şeyi ben de yaşamıştım. İnsan belki de içindeki öngörüyle bunu küçük değişimlerle ortaya koyuyor bilinçli ya da bilinçsiz.

Kadın iyileştikten hemen sonra eşi ve çocuğuyla yaşadığı eve gider ve tüm eşyaların ve hatta evi elden çıkarılmasını ister avukattan. Kendisi de Paris’te bir apartman dairesine yerleşir. Fakat kafasında ne eşinin besteleri susar ne de görüntüler gözlerinin önünden gider.

Yol kenarında flüt çalan bir adam bile sarsar kadını. Eşinin dosyalarını karıştırırken birlikte çektirdikleri fotoğrafları görür ve aralarından iki fotoğraf daha çıkar. Eşi ve başka bir kadın! Önce öylesine bir fotoğraf olarak algılasa da gerçeği daha sonra öğrenecektir. Kadın sevgilisidir ve eşinden hamiledir. Film bu konu etrafında dönmüyor tabi. Bu sadece küçük bir detay. Fakat insan ilişkilerindeki psikolojik gelgitler, yaşanan travmalar neticesindeki yalnızlık ya da kalabalık… Tüm bunları ortaya çıkarmak için bir çok enstrüman gerekebiliyor.

İki kadının yüzleşmesini görüyoruz filmde. Çok güzel bir yüzleşmeydi. Özetle film; bir şeylere ya da birilerine çok fazla bağlanmayın diyor…




2 Nisan 2022 Cumartesi

Kim tek başına değil ki? Oyunun adı; Tek Başıma

 


Yalnız olduğuna inanmak ve bunu kabul edebilmek daha cesurca galiba… Kalabalık olmak çok kolay değil mi sizce de?

Tek Başıma adlı oyun için Mecidiyeköy/Küçük Sahnedeydim. O sahneyi de ayrı seviyorum bu arada. Bahsedeceğim tek kişilik oyunu, sahnede yediği donut kadar tatlı bir oyuncu oynadı; Fulya Ülvan… Mimikleriyle, bitmeyen heyecanı ve enerjisiyle konuyla bütünleşti ve her olayda giydiği üstlükler de anlatımına renk kattı…

Adı üzerinde; Tek Başına… Karakterimiz Susan en son yirmili yaşlarında gittiği Avustralya yolculuğuna kırk yıl sonra tekrar çıkar ama bu sefer tek başına. Anlattığına göre daha önce birlikte gittiği yakın dostlarının her biri bir bahane üretmiş onunla gitmemek için. İçi dışı birdir Susan’ın ama sanki biraz fazladır bu içsel ve dışsal iyilik! Çok konuşur Susan ta ki yanındakini kaçıracak kadar!

Çok neşeli, eğlenceli görünse de içinde fırtınalar kopuyor Susan’ın… Mesela aşk! “Ne işim olur ki bu saatten sonra” diyor ama aşık olmak istiyor aslında; uzakta sandalda kürek çeken birine ilgi duyacak kadar. Bu oyun farklı şekilde oynansaydı mesela; Susan kendiyle barışık esprili ve açık sözlü biraz da patavatsız olmasaydı, şeffaf tekerlekli valiz yerine normal bir valiz taşısaydı omuzları yerde bir şekilde… Herkes salondan ağlayarak çıkardı eminim.

Fakat Susan bu haliyle çok güzel. İzleyiciler arasında bir sürü Susan vardı kim bilir hatta belki ben bile.

Dikkatimi çeken şeylerden biri de dekor… Bilirsiniz illa incelerim dekoru, kostümleri. Duvarın içine yerleştirilmiş birçok ev ve mutfak gereçleri vardı. Ama en beğendiğim Pazar arabasıydı. Çok beğendiğime göre; bir kadının hikâyesini anlatan tek kişilik bir oyunu tamamlayabilecek biricik bir aksesuar olmuş doğrusu. Pazar arabası bana çok şeyler anlattı; pazara gitmeyi kim sevmez? Yeni ve taze şeylerin habercisidir bi’nevi!

Susan da yeni bir şeylere “merhaba” demek için çıktı o yolculuğa ilk başta ayak diretse de… Korkuyla bindiği uçaktan umutla indi, oteline yerleşti ve bir şeyler içmek için aşağıya indi. Hazırlanan her kokteyl yanında olmayan arkadaşlarını anlatıyordu.

Yalnızlıktan çok dertli, yalnız denize gitmek, yalnız dans etmek… Konuşacak birini bulamamak! İmdada yetişen tek şey; karbonhidrat! Komedinin içine saklanmış bir dram izliyoruz aslında… İzlerken suratımıza yayılan gülümsemenin gölgesinde neler dolaşıyor o an; ah yalnızlık vah yalnızlık! Herkes kendi türküsünü söylüyor işte o an!

Yalnız Susan

Gergin Susan

Ah bir de menopoz mu yoksa?

Yandın Susan…

Ama ne diyor: “Ben gerçekten yaşıyorum. Olduğu gibi an’ı yaşıyorum. Sadece var olmuyorum, yaşıyorum ben… Yudumlama, kana kana iç… Yudumlamayacaksın direkt içeceksin…”

Ve ben oyunun ardından, metroyla Yenikapı’ya geçerken melodika çalan bir çocuk geçti tespih gibi dizilmiş insanların önünden bir elinde para kutusuyla… Tek tek çekti sanki hepsini bir elin başparmağı gibi… Anlamış olmalıydı; zira herkes en az onun kadar yalnızdı…




1 Nisan 2022 Cuma

Bir insan çığlığı; Can Yeleği

 


Öncelikle tek kişilik bu zor oyunu başarıyla performe eden oyuncuyu (Elçin Atamgüç) tebrik ediyorum. Bu oyunu izlemesi zor, anlaması zor, oynaması daha da zor.

Konusu kısaca; mülteci bir annenin yaşadıkları.

Oyun 70 dakika. Uzun mu diye düşünüyor insan konu bir kişinin etrafında dönerken. Aslında değil. Mülteciden yola çıkılıyor ama ortada tüm çıplaklığıyla sergilenen bir insan psikolojisi var. Eğimli tasarlanan sahne zaman zaman konunun içeriğine göre aydınlatılıyor. Bu arada ışık ve dekor sorumlularını da ayrıca tebrik etmek gerek. Her şey yerli yerindeydi. Dekor değişimi esnasında fener kullanma fikri de gayet akıllıca olmuş.

Sahnenin eğimindeki amaç; mülteci bir kadının çırpınışları için tasarlanmış belli ki. Üzerinde sağa sola savrulmuş bir iki parça eşya ve çocuk oyuncakları. Ah o masum suratlı oyuncak ayı yok mu? Çocukluğun sembolü gibi gelir bana hep. İlk romanımın kapağında da vardı.

Oyun karanlığın içinden doğan bir kadınla başlıyor. Sıradan bir günün özetini dinliyoruz kendinden… Balkon, güneş, güzel bir kahvaltı ve çocuklar… Fonda çocuk sesleri…

Kadın bize evindeki huzuru anlatıyor. Çocuğunu nasıl yıkadığından mesela... En basit, en masum ve en olağan şeyin günün birinde ne kadar lüks olacağından habersiz. Ve az sonra bomba patlıyor. Oyuncaklar, eşyalar her şey darmadağın oluyor.

Elçin Atamgüç’ü bir kez daha anmam gerekiyor çünkü oyunculuk özelliğinin içinde dansçılık da olduğu için sahneyi çok iyi kullanıyor. Metot bilmeyen biri elini kolunu da kırabilir, repliği unutabilir, ya da sendeleyip düşebilir. Kelebek gibi oradan oraya uçarak savaş kaosunu tüm sertliğiyle ortaya koymak çok da kolay bir iş değil.

Savaş ortamı; gitmek isteyen de var kalmak isteyen de… Kadın çocuklarıyla gidiyor ama nereye? Aslında hepimiz bir bilinmezin içinde değil miyiz? Ama bildiğimiz bir bilinmezdeyiz, tek kârımız bu! Seyahate gitmek kolaydır. Başka bir ülke görecek olmanın heyecanı ve sevinciyle hazırlanır valizler. Kuş gibi gider gelirsin… Ne dedim? “Gelirsin” yolculuğun sonunda yuvana dönmek vardır. Ya mültecinin yolculuğu? İşte bu oyunda bir mültecinin yolculuğuna şahitlik ediyoruz… Dil bilmeden, yol bilmeden, eşyalarını bile toplamadan küçük bir çantayla bilmediğin ve aklından dahi geçirmediğin bir yolculuğa çıkma zorunluluğu. Başka bir ülke, hayat yeni çırpınışlara gebe!

Can yeleği oyunun neresinde derseniz; sonuna doğru ortaya çıkıyor. Mülteci anne iş arıyor bilmediği ülkede. Kelime kelime derdini anlatmaya çalışıyor etrafına. İş arıyor, iş buluyor ama hakkını alamıyor. “Buradan da gitmeli”

Hep gitmeli mi? İyi ama nereye kadar? Doğup büyüdüğün topraklardan git, gittiğin ülkeden başka ülkeye git. Kadın çocuklarından birini başka bir aileye vermek zorunda kalır. Gidiş içinde ayrı bir gidiş öyküsü daha! Kadının gözlerinde, yakarışında, çırpınışında ve izleyicinin gözyaşlarında savaşın kazananının olmadığını bir kez daha görmüş olduk.  Dilerim ki; hiç kimse bilmediği bir yerlere gitmek zorunda kalmasın!

Teşekkürler Elçin Atamgüç, teşekkürler, Gönül Kıvılcım, teşekkürler Nihat Alpteki ve tüm ekibe…





Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...