Şiirin ne
olduğunu daha iyi anlayacağınız bir film ve şiirin basit bir dörtlük değil;
dünyaya açılan kocaman bir kapı olduğunu da…
Uzun
zamandır gitmediğiniz bir yere gidersiniz, anılarınızın saklandığı bir yerdir
orası. Sadece siz bilirsiniz neler olup bittiğini. Baktığınızda bomboştur ama
bir an gözlerini kapatırsınız ve özlediğiniz günler serilir gözlerinizin önüne
ve fonda güzel bir tango parçası çalıyordur Massimo’nun yaşadığı gibi. Terasta
dans ediyordur kadın ve adam. Hayatın gerçeği bu ya; gözlerinizi açarsınız ve
hiç kimse yoktur ortada…
İşte bu
film, bir postacıdan, postadan, mektuptan çok öte; her şeyden önce biyografik
bir film. Hayatın gerçeklerini şiire ve Oscar ödüllü müziklere sarıp sarmalayıp
önümüze seren bir başyapıt. Filmden aklımda kalan yegâne kelime: “metafore”
Acaba biz de
hayatın içinde birer metafor olabilir miyiz? Tanrı’nın metaforlarıyız belki de.
Sen bir şeysin ama değilsin de… “Şey” felsefi bir kavramdır; şey hiçbir şeydir,
hiçbir şey ise; her şeydir.
Filme
dönersek şayet; filmin yönetmeni ve başrol oyuncularından biri olan Massimo
Troisi çekimlerin üçüncü gününde sette aniden bayılır. Kalp rahatsızlığı olduğu
ortaya çıkar fakat film bitmeden de tedavi olmak istemez. Çok fazla hareket etmemesi
gerekir ve bu yüzden zorlu sahnelerde dublör kullanılır-zorlu dediğim sahneler bisikletle
çıkılan rampalar-. Dublör ona o kadar benzer ki Massimo’nun cenazesine
geldiğinde onu görenler ürperir. Evet, Massimo’nun iyileşmesi için kalp akline
ihtiyaç vardır fakat o çekimlerin bitmesini bekler ve film vizyona girdiği
tarihte Massimo hayatını kaybeder. Ne tesadüf ki filmde de hayatını kaybediyor.
Bu hikâyeyi bilerek izlediğim için, oyuncuyu izlerken hayatın elimden kaydığını
hissettim. Benzer şeyleri Dönüş filminde de izlemiştim. O filmin genç oyuncusu
da çekimler bittikten sonra sette hayatını kaybetmiş ve beni çok sarsmıştı.
Postacı
filmi gayet siyasi bir film aslında. Dolayısıyla keskin köşeleri var fakat şiirin
dokunulmazlığı ve kucaklayıcı tavrı köşeleri epeyce törpülemiş. İzlerken “İtalya’ya
ya da Şili’ye gidecem ve komünist olacam” demeyin zira bu bir dönem filmi.
Pablo Neruda’nın hayatından bir kesit anlatan biyografik bir film. Neruda’yı
canlandıran Philippe Noiret oyunculuktaki ustalığını Cinema Paradiso’da olduğu
gibi bu filmde de sergilemiş. Filmi izlerken Cinema Paradiso’nun kokusu sık sık
burnuma geldi doğrusu. Not: Pablo Neruda’nın ağzından şiir kadar pipo da eksik
olmazdı. Buradan da piposever doslarıma bir selam göndermiş olayım .-)
Filmde Pablo
Neru’da Şili’den İtalya’nın Positano şehrine sürgün edilir. Bu şehir Sirenuse
Adalarına bakan tipik balıkçı kasabasıdır. Neruda’nın kasabaya geleceğini
öğrenen sevenleri onu tren garında büyük bir coşkuyla karşılar. Mario (Mossimo)
babası ile yaşayan genç bir adamdır. Babası yaşlı olmasına rağmen balıkçılık
yapar ve oğlunun da artık bir iş sahibi olmasını ister. Fakat Mario
balıkçılıktan nefret eder. Duygusal biridir ve ne denizin dalgaları ne de
fırtına ona göre değildir.
Hepimiz
bunları yaşamışızdır. Bir şeyizdir ama ne olduğumuzu birileri ortaya çıkartır.
Belki de herkes birileri için görevlendirilmiştir.
Mario
bisikletine atlar ve iş bulmak için evden çıkar. Postanenin önünden geçerken
gördüğü iş ilanı üzerine içeri girer… İşe alınır; o artık Pablo Neruda’nın
postacısıdır. Pablo Neruda’ya mektup getirip götürürken şiirle tanışır. Artık
Mario da şiir yazmak ister. O da “metafore” ile derdini anlatmak ister. Ve bir
gün aşık olur. Aşkın içinde yarattığı duygular onu şiire iyiden iyiye
yakınlaştırır ki sevdiği kadın onun dudaklarından dökülen cümlelere karşılık
verir ve evlenirler. Bu arada filmden aklımda kalan matrak bir cümle – papazın Pablo
için kurduğu cümleydi- “O Tanrı’ya inanmıyor ki Tanrı Ona neden inansın”-
Bir saat
ellidört dakikalık bu muhteşem filmde insanı izleyeceksiniz. Şiir gibi bir
film. Bahsedecek çok şey var fakat daha fazla gizemini yitirmesini istemiyorum…
Filmi
izlerken Mossimo’nun gözlerinden akıp giden bakışları bir şiirin son satırları
gibi geldi bana hep.
Ve Pablo
Neruda bir şiirinde şunları söyler (Kadim bir dostumun doğum günümde hediye
ettiği Pablo Neruda şiirleri kitabından):
“Geçen güzkü
halinle anımsıyorum seni.
Gri beren
başında ve için öyle rahat.
Gözlerinde
çırpınır akşamın alevleri.
Ve yapraklar
düşerdi gönlündeki sulara.
Devşirirdi
yapraklar o çan çiçeği gibi
Kollarıma dolanan
ağır, dingin sesini.
Susuzluğumu
yakan baş döndürücü ocak.
İçerimde
kıvranan güzelim sümbül, mavi.”
Yazımı
Fransisco Canaro dinleyerek yazdım. Bütün ustalara selam ile.
BtLÂşK