Hanginiz
kapısını kaybetti? Ya da hiç kapattıktan sonra bir daha görmediğiniz bir
kapınız oldu mu? Kapı; kapı olmasının dışında çok derin manalar da içerir. “Kimsin”
der mesela, “geçebilecek misin bu kapıdan” der bazı kapılar.
Bu kapının hikâyesi
ise çok ilginç…
Senaryosunu
Filiz Üstün Durak’ın yazdığı, yönetmenliğini Nihat Durak’ın yaptığı bu güzel
film, usta oyuncularla da taçlanıyor. Vahide Perçin ve Kadir İnanır’ın kusursuz
oyunculukları filme anlam katıyor.
Berlin’den
Mardin’e, Mardin’den Çukurcuma’ya kadar uzanan harika bir hikâye. Ben hikâyesine
ve Mardin’in gizemli hallerine hayran kaldım. Bir zamanlar Mardin’den Berlin’e
göç etmiş olan Süryani aileye uzun yıllar sonra kaybolan oğullarından haber
gelir. Zaten Mardin’den göç etmelerinin sebebi de budur aslında. Filmin özünde biraz
da azınlık konusuna değiniliyor. Bir çeşmenin başında anlatılan hikâye de buna
bir örnektir.
Gelen haber;
ölmüş birinin kalıntılarından sebeptir ve bu kalıntıların Mikhael’e ait olma
ihtimali vardır. Yıllar önce kapanmış bir yaranın ortaya çıkıyor olması çok da
kolay olmayacaktır. Anne, baba ve torun yola çıkarlar. Mardin’e gelirler yıllar
sonra. İnsanın bir daha dönmemek üzere bırakıp gittiği yuvasına tekrar dönüyor
olması herhalde kolay tarif edilecek bir şey değildir. Hele de dönüş sebebi birkaç
kemik parçasının çocuklarına ait olup olmama ihtimaliyse…
Filmde
yollar tozlu, diller lâldir. Aile Darül Zafeyran Manastırı’a gider ve papaz
(Erdal Beşikçioğlu) tarafından karşılanır. Yakup (Kadir İnanır) ile Şemsa
(Vahide Perçin) papaz ile çok eski dostturlar ve hadiseden haberi vardır
papazın. Onları manastıra yerleştirir. İşleri bitinceye kadar orada
konaklayacaklardır.
Ertesi sabah
terk ettikleri evlerine giderler. Tipik Mardin resimleri görürüz. Güneşin kavurduğu
altın sarısı taş yapılar ve toprak… Göz alıcı bir tarihle karşı karşıyayız o
anlarda. Yakup eve yaklaştıkça evin kapısının yerinde olmadığını fark eder… Kapının
eşiğine geldiğinde ağlamaya başlar. Şemsa ise içeri girerken kapının anahtarını
uzatır Yakup’a. Yakup anahtarı alır. Yakup çok iyi bir ahşap ustasıdır. O
kapıyı da kaybolan oğlu ile yapmıştır o yüzden çok kıymetlidir. Şemsa evi dolaşır. Tüm anılar bir bir gözünün
önünden geçer. Evde bir marangoz atölyesi de vardır. Yakup ve oğlunun birlikte
çalışıp ürettikleri atölye; kırık camlardan içeri girmiş kuşların yuvaları ve
çer çöple doludur. Eski aletler ve tezgâh hala yerindedir. Ama her şeyden
önemlisi o kapıdır. Yakup kapı için deli divane olacaktır.
Bu arada
filmin müzikleri harikaydı. Nihayet bir Türk filminde güzel müzikler
duyabildim. Bu anlamda Güldiyar Tanrıdağlı’ya çok teşekkürler.
Filmde çok
sevdiğim birkaç cümleden biri de Şemsa’nın dudaklarından döküldü: “ben geldim evim”… Ev ise talan edilmiş,
camlar kırılmış, yıllar öncesinden kalma, çürümeye yüz tutmuş tüller uçuşuyor rüzgârın
esmesiyle.
Çok güzel
görüntüler yakalanmış, mesela Mardin’den Çukurcuma’ya gidişleri. Bir anda Çukurcuma’da
bir antikacıda buluyorsunuz kendinizi. Ne oyuncular yoruyor ne de görüntüler.
Kısa ve öz anlatılmış. Uzatılsaydı eminim iyi bir dizi de olabilirdi bu film.
Beni en çok sarsan sahnelerden ikisi; kapının dönüş sahnesi ve son sahne. Son
sahne ne mi? Tabi ki söylemeyeceğim. Müzikle beraber o kadar güzel bir sahne
kurgulanmış ki; yani bir kapının yolculuğu aslında bir insanın yolculuğu gibi
bu filmde. Nereden nereye gidebilirsin, ne iken, ne olabilirsin… Anlayana derin
manalar içeren bir film, oyuncular çok güzel. Bu yazı filmin hiç anlatılmamış
hali, ona göre hesap edin ve bence hemen izleyin.
BtL