Küçük bir kasaba ve atanan savcının altını çizmek gerek. Bir taşra hikâyesi görüyoruz filmde. Kasabada yaşanan su sıkıntı üzerinden senare edilen hikâye, savcının çok genç ve tecrübesiz oluşu sayesinde dallanıp budaklanıyor.
“Küçük kasaba”ya gelince; dedikodu ve kalıplaşmış fikirlerden beslenen, küçük insanların baskısının her köşesine sindiği ilkel bir şey ya da yer!
Yalnız şunu söylemem gerek; bitişi ne kadar kötüyse filmin başlangıcı o kadar iyi! Mükemmel bir başlangıçtı. Açık bir şekilde anlatmayacağım huyum kurusun. Gidin izleyin diyeceğim her zamanki gibi. Sonuna neden kötü değimi açıklamam gerekirse; maalesef tam başladığı yerde biten bir film olmuş. Eminim yönetmen de bunu fark etmiştir, hatta şu an “neden neden” diye hayıflanıyordur. Bu da onun tercihi der susarım o başka, ama keşke film üç saat sürseydi ve yine açık bir şekilde kalsaydı.
Başlangıca gelirsek; maalesef ilkel görüntülerle başlıyor film. Ve bu görüntüler artık Türkiye’nin bir ucunda değil neredeyse metropoller de dahi yaşanıyor diyeceğimiz cinsten. Neyse ki şehirde yaban domuzu yok! Ama silah sıkmalar, hala havai fişekler, gürültüler, patırtılar, cahil cühela tayfası şehrin ortasına çökmüş durumda. Tabi bunu filmde kasaba ekseninde görüyoruz. Yönetmen kanırtmış. İyi de yapmış.
Belediye başkanının sağ kolu tam bir domuz avcısı ve güçten (iktidardan) beslenen biri. Genç savcı, bu adamların tuzağına düşüyor… Diyor ki insan “koskoca savcı nasıl olur?” O yüzden en başta “tecrübesiz” vurgusu yaptım. İlla tecrübe mi gerek? Bazen evet.
Konu derin aslında ama işin kötüsü çok kısa zamana sıkıştırılmış. Doya doya izleyip yorumlamak varken, zurnanın zırt dediği yerde bitiyor film. Zaman kaygısından mı bırakılmış yoksa dağınık mı kalmış bilemedim.
Çok güzel sahneler ve geçişler var. İzlenmeli.
Kim bilir belki devamı gelir.