3 Kasım 2021 Çarşamba

Tabutta Rövaşata


Yıllardır adını duyduğum, duyduğum ama sebebini bilmediğim bir inatla izlemediğim filmdi Tabutta Rövaşata. Zamanı gelmiş ve izlemiştim en sonunda.

Donuk bakışları ve ahenksiz sesiyle çok şeyler anlatabilen –beğendiğim aktör- Ahmet Uğurlu’nun oynadığını bile bile izlememek… Sonuçta muradıma erdim ve izledim.

İddialı bir ada sahip olan filmde fakir ve yalnız bir adama ait gerçek bir hikâye okuyoruz. Evet bu film gerçek bir hikayedir aslında…

Adının sebebini çok düşündüm ama işin açıkçası bulamadım… “Rövaşata”ya biraz anlam yüklemeye çalışırken filmin yönetmeninden aldım cevabı:

“Tabut dar, kapalı bir mekânı çağrıştırır.

Bir futbol terimi olan röveşata ise tabutla karşılaştırılamayacak kadar geniş alanı gerektirir. Çünkü röveşata yaparken sırtınız yere gelecek biçimde havaya sıçramanız, topa bedeniniz havada iken vurmanız öngörülmüştür. İşte tam da bu yüzden tabutta rövaşata yapmak imkânsızdır.

Film, insana dair imkânlar ve imkânsızlıkların gergin birliğini vurgulamayı kendisine amaç edinmiştir. Çünkü insan, en elverişsiz koşullarda dahi hayatın dengesini kurabilme ama aynı zamanda kurduğu her dengeyi reddedebilme, kendisi için rasyonel ve uygun olanı kabul etmeme yetisi ile de donatılmıştır.”

İşte bu!

 “Çıkma ekmek” ifadesini ilk kez duyduğum ve tavus kuşuna bir kez daha hayran olduğum film çok yalın ve temiz… Birkaç –neden çekildiğini anlamadığım- gereksiz sahne dışında tertemiz bir film. O günün şartlarını da göz önünde bulundurmakta fayda var izlerken. 1996 yapımı filmi izlerken o dönemin İstanbul’unu da kıyısından köşesinden görüyoruz.



Fakir ve yalnız adamın adı Mahzun… Mahzunun hayatı kendi gibi durmadan içen 2-3 arkadaşı ve ona sahip çıkmaya çalışan bir dostu, büyüğünden ibaret( Tuncel Kurtiz)

Rumeli Hisarı’nın dibinde yaşıyor Mahzun. İlginç bulduğum sahnelerden biri; kendi gibi hayat süren bir dostu hayatını kaybeder ve cenazenin ardından iki-üç arkadaş, arkadaşlarının mezarına giderler. Biri rakı içiyordur diğeriyse şarap.  Arada arkadaşlarının mezarına da rakı ve şarap dökerler. Bu aslında aralarında kurdukları bağın temsilidir. Aykırı bulunsun ya da bulunmasın bu sadece bir köprüdür o an için. Niyetler her zaman önemlidir.

Arkadaşlarını toprağın altında bırakırlar ama hayat devam eder… Mahzun’a Reis yani Tuncel Kurtiz el uzatır her seferinde. Mahzun gece uyumak için araba çalıp ertesi gün aldığı yere bırakır. Bu aykırılıkları yüzünden polisten falaka, Reis’ten de durmadan sopa yer ama asla iflah olmaz.

Filmde bir de eroinman kız vardır. Mahzun bu kıza âşık olur ama olsa ne olur… Sonunda da olan olur zaten.

Beni filmde en çok güldüren tavus kuşu sahneleriydi. Güler misin ağlar mısın kabilinden. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e İran Cumhurbaşkanı tavus kuşları yollamıştır hediye olarak. Bu kuşların Rumeli Hisarında muhafaza ve ziyaret edilmesine karar verilmiştir.

Mekanın sahibiyse Mahzun’dur. Öyle ya yıllardır orada yatıp kalkıyor. Onu artık içeri almazlar. Eski mekân tavus kuşlarına kalmıştır fakat Mahzun rahat durmaz tavus kuşlarını çalmaya başlar. Hatta bir gece yine bir tavus kuşunu kucaklar ve çaldığı arabanın arkasına koyar. Sabah olmuştur, Galata Köprüsünde ilerlerken araba arıza yapar ve Mahzun tavus kuşunu kucakladığı gibi oradan tüyer. Ben bu kucağında tavus kuşu olan sahnelere gerçekten bayıldım. Mükemmel kurgulanmış ve çekilmiş. Mahzun’un yüzündeki o çaresizlik, garibanlık ilmek ilmek işlenmiş.

Ahmet Uğurlu’yla hayat bulan film gerçekten bir başyapıt. Keşke bugüne de uyarlanabilse. Sağlam bir kadroyla baştan çekilse. Bana bu hissi uyandıran ilk film oldu doğrusu. Yenilenmeyi hak eden ilginç bir film. Zayıf kalan yanlar var, seslendirme, ışık vesaire, başta dedim ya günün şartları diye. İyileştirilmiş şartlar altında bir kez daha “kayıt” denilir belki kim bilir…

Film temiz başladı ve tertemiz, suyu çıkmadan bitti. Fakat son tavus kuşu sahnesi efsaneydi. Hayat bu işte… Hayat mücadele…

Herkesin payına bir hikâye düşmüş, Mahzun’un hikâyesi ise sizi çok başka dünyalara götürecek…

 


Meddah


Genelde “dünkü oyun” ya da “geçen gittiğim oyun” diye başlarım… Bugün “dün akşam gittiğim meddah gösterisi” diye başlamak istiyorum.

Geçmişe dönersek meddah; vakti zamanında Muhammed Peygamber zamanını öven kişilere denirdi. Bu zamanla halk topluluklar önünde halk hikâyeleri anlatan kişi manasına evirildi.

Zor zanaat… Daha önce de birkaç kez izledim meddah gösterisi. Dün akşam da çok güzel bir gösteri izledik. Mehmet Esen sahnedeydi ve gerçekten bize çok güzel bir gösteri sundu.

Oyunculuğa başlama serüveniyle başladı ve devam etti. Bu hikâyelerde aslında o kadar çok hayatlara rastlıyorsunuz ki; mesela Münir Özkul… Anladığım kadarıyla Münir Özkul Mehmet Esen’in hayatında en büyük rolü almış kişi. Hikâyede Esen’in büyük ustadan ders almak için tam bir yıl beklediğini dinliyoruz. Ama dinlerken de o zamanları yaşatıyor sanatçı. Bu işte güldürmek kadar düşündürmek de önemli. Mecbur değildir aslında sanatçı, illa düşünmen mi lazım kardeşim, git evinde düşün! Fakat içi doluysa kişinin sen istesen de istemesen de başka bir dünyaya çeker seni.

Bir Münir ustaya gittik, bir türkü barda türkü dinledik, yetmedi hop Almanya’ya gittik, hayda Gayrettepe’de ne işimiz vardı; yetmezmiş gibi Mehmet’in Edison’la tanışma hadisesi; çarpıldık!

İnteraktif bir gösteri olduğu için izleyicinin de zaman zaman dâhil olması anlatıyı keyifli hale getiriyordu. Mehmet Esen’i filmlerde izledik fakat sahne performansı çok başka bir şey. Tiyatro eğitiminde hocalarımız “nedensellik” der dururdu. İşte dün akşam tüm nedenlerin altı doluydu. Boş insan izlemekle dolu insan izlemek arasında bayağı fark var… Kimi hoplayıp zıplar, bol bol küfür eder, millete sataşır, kimi de yaşanmışlıklarını entelektüel birikimiyle harmanlar ve zaman nasıl akıp geçmiş anlamazsınız bile… Tek kişilik bir oyun yazmıştım, biyografikti. Monolog yazmak zordur hele de biyografik olunca… Ya oynaması? Tek bir sandalye ve sen! Çelişmemen gerek, kendini tekrar etmemen gerek, sahne enerjisini stabil tutman gerek, gerek oğlu gerek.

Yıllardır sahnelediği bir gösteri “Meddah” … Bizlere de yıllar sonra kısmet oldu.

Riva’da yenen kazığı pardon balığı hiç anlatmayayım. Ben direkt türkü performansına geçeyim; sesi öyle güzelmiş ki, yıllar evvel bir türkü bar sahibi her gece 2’de gel bu türküyü söyle diye teklif sunmuş Mehmet Esen’e. Tek bir türkü… Sebebine gelince… Sebebini de oyuna gidip öğrenin… Tarzım bu, sonları anlatmam, başı benden sonu sizden…

“Kükremiş aslan görirem

Kan yiyen sırtlan görirem

Dalgalı umman görirem

Cin görirem

Can görirem

Mezerde hortlak görirem

Bin türlü tufan görirem

Güllü bir yaban görirem korkmirem

Korkmirem bala korkmirem”

Sayın Esen’e sevgiler, saygılar

 

 



 

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...