Yıllardır adını duyduğum, duyduğum ama sebebini bilmediğim bir inatla izlemediğim filmdi Tabutta Rövaşata. Zamanı gelmiş ve izlemiştim en sonunda.
Donuk bakışları
ve ahenksiz sesiyle çok şeyler anlatabilen –beğendiğim aktör- Ahmet Uğurlu’nun
oynadığını bile bile izlememek… Sonuçta muradıma erdim ve izledim.
İddialı bir
ada sahip olan filmde fakir ve yalnız bir adama ait gerçek bir hikâye okuyoruz.
Evet bu film gerçek bir hikayedir aslında…
Adının
sebebini çok düşündüm ama işin açıkçası bulamadım… “Rövaşata”ya biraz anlam
yüklemeye çalışırken filmin yönetmeninden aldım cevabı:
“Tabut dar,
kapalı bir mekânı çağrıştırır.
Bir futbol
terimi olan röveşata ise tabutla karşılaştırılamayacak kadar geniş alanı
gerektirir. Çünkü röveşata yaparken sırtınız yere gelecek biçimde havaya
sıçramanız, topa bedeniniz havada iken vurmanız öngörülmüştür. İşte tam da bu
yüzden tabutta rövaşata yapmak imkânsızdır.
Film, insana
dair imkânlar ve imkânsızlıkların gergin birliğini vurgulamayı kendisine amaç
edinmiştir. Çünkü insan, en elverişsiz koşullarda dahi hayatın dengesini
kurabilme ama aynı zamanda kurduğu her dengeyi reddedebilme, kendisi için
rasyonel ve uygun olanı kabul etmeme yetisi ile de donatılmıştır.”
İşte bu!
“Çıkma ekmek” ifadesini ilk kez duyduğum ve
tavus kuşuna bir kez daha hayran olduğum film çok yalın ve temiz… Birkaç –neden
çekildiğini anlamadığım- gereksiz sahne dışında tertemiz bir film. O günün
şartlarını da göz önünde bulundurmakta fayda var izlerken. 1996 yapımı filmi
izlerken o dönemin İstanbul’unu da kıyısından köşesinden görüyoruz.
Fakir ve yalnız adamın adı Mahzun… Mahzunun hayatı kendi gibi durmadan içen 2-3 arkadaşı ve ona sahip çıkmaya çalışan bir dostu, büyüğünden ibaret( Tuncel Kurtiz)
Rumeli
Hisarı’nın dibinde yaşıyor Mahzun. İlginç bulduğum sahnelerden biri; kendi gibi
hayat süren bir dostu hayatını kaybeder ve cenazenin ardından iki-üç arkadaş, arkadaşlarının
mezarına giderler. Biri rakı içiyordur diğeriyse şarap. Arada arkadaşlarının mezarına da rakı ve şarap
dökerler. Bu aslında aralarında kurdukları bağın temsilidir. Aykırı bulunsun ya
da bulunmasın bu sadece bir köprüdür o an için. Niyetler her zaman önemlidir.
Arkadaşlarını
toprağın altında bırakırlar ama hayat devam eder… Mahzun’a Reis yani Tuncel
Kurtiz el uzatır her seferinde. Mahzun gece uyumak için araba çalıp ertesi gün
aldığı yere bırakır. Bu aykırılıkları yüzünden polisten falaka, Reis’ten de
durmadan sopa yer ama asla iflah olmaz.
Filmde bir
de eroinman kız vardır. Mahzun bu kıza âşık olur ama olsa ne olur… Sonunda da
olan olur zaten.
Beni filmde
en çok güldüren tavus kuşu sahneleriydi. Güler misin ağlar mısın kabilinden.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e İran Cumhurbaşkanı tavus kuşları
yollamıştır hediye olarak. Bu kuşların Rumeli Hisarında muhafaza ve ziyaret
edilmesine karar verilmiştir.
Mekanın
sahibiyse Mahzun’dur. Öyle ya yıllardır orada yatıp kalkıyor. Onu artık içeri
almazlar. Eski mekân tavus kuşlarına kalmıştır fakat Mahzun rahat durmaz tavus
kuşlarını çalmaya başlar. Hatta bir gece yine bir tavus kuşunu kucaklar ve
çaldığı arabanın arkasına koyar. Sabah olmuştur, Galata Köprüsünde ilerlerken araba
arıza yapar ve Mahzun tavus kuşunu kucakladığı gibi oradan tüyer. Ben bu
kucağında tavus kuşu olan sahnelere gerçekten bayıldım. Mükemmel kurgulanmış ve
çekilmiş. Mahzun’un yüzündeki o çaresizlik, garibanlık ilmek ilmek işlenmiş.
Ahmet Uğurlu’yla
hayat bulan film gerçekten bir başyapıt. Keşke bugüne de uyarlanabilse. Sağlam
bir kadroyla baştan çekilse. Bana bu hissi uyandıran ilk film oldu doğrusu.
Yenilenmeyi hak eden ilginç bir film. Zayıf kalan yanlar var, seslendirme, ışık
vesaire, başta dedim ya günün şartları diye. İyileştirilmiş şartlar altında bir
kez daha “kayıt” denilir belki kim bilir…
Film temiz
başladı ve tertemiz, suyu çıkmadan bitti. Fakat son tavus kuşu sahnesi
efsaneydi. Hayat bu işte… Hayat mücadele…
Herkesin payına
bir hikâye düşmüş, Mahzun’un hikâyesi ise sizi çok başka dünyalara götürecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder