Elektrik Savaşları sadece mucitlerin savaşı değildi…
Tesla’nın ya da Edison’un kavgası da değildi.
Işık kimileri için karanlığında kapısını açacaktı.
Ve bir gün elektriğin can alma konusu gündeme geldi. Karşı tarafın ürettiği akım tehlikeliydi, Edison ise can almaya her zaman karşıydı fakat elektrikli sandalyeyi ortaya koyan da kendisi oldu. Bir atın üzerinde yapılan deneyin sessiz ve sakin bir şekilde gerçekleşmesi, bir idam mahkûmunun da böyle sakin ve “huzurlu” ölmesi gerektiği inancını doğurdu.
“İnsan yakışır şekilde dünyaya geliyorsa yakışır şekilde de ölmeli” dedi biri ve Edison’a bir sorumluluk yükledi.
Ellerinden kan damlayan bir adam teslim oldu bir sabah. Her tarafı kan içindeydi.
“Karımı öldürdüm” dedi ve teslim oldu. İşte elektrikli sandalyenin ilk kurbanı bulunmuştu.
Mahkûmun kafasına cihaz bağlandığında “daha iyi bir yere gideceğimi biliyorum” demişti.
İlk deneyim başarısızlıkla sonuçlansa da devamında sinema makinesi geldi.
Dikiş makinesi geldi, geldi, geldi…
Ve bu adamlar, gökteki yıldızları bir kavanoza koyup gittiler…
Kafaların için aydınlanmadıkça etrafın aydınlık olması, adım atacağımız noktayı görüyor olmak bir anlam ifade ediyor mu bilmem.
Kendi kafamı bilemeyeceğim, zaman zaman elektriklerin kesildiği oluyor ama idare ediyorum...
Ve elektrikli dikiş makinesinin başına oturduğumda, ayağının oynaması için saatlerce bekleyen mucitlerin anısına en azından bir dakika iğnenin altındaki o demir küçük ayağa bakacağım her defasında.
28 Kasım 2019 Perşembe
Zıkkımın Kökü
Zıkkımın Kökü 1992’de beyaz perdeye aktarılan biyografik bir
film…
Muzaffer İzgü’nün ayı adlı romanından filme uyarlanan film
Adana’da geçiyor.
Tahsili uğruna sevdiği kızdan vazgeçen bir gencin dramıyla
başlayan film gencin çocukluğuna dönüyor ve asıl hikâye orada başlıyor.
Bu filmi izledikten hemen sonra kitabını da edindim. Ve çok
severek okudum. Filmin hemen ardından romanını okumak gerçekten zıkkımın köküne
ulaşmak gibiydi.
Neydi zıkkımın kökü?
Yoksulluktu, aile olmaktı, zaman zaman yalnız kalmak, yeri
geldiğinde bir olmaktı, alay edilmekti, kaçmaktı, göçmekti, açlığa alışmaktı,
üzerine şeker sepilmiş bir dilim ekmekle gelen çocukça bir mutluluktu.
Bir filmde çocuk varsa eğer o filmi dikkatle izleyin…
Çünkü çocuğun etrafında gelişen olaylar tamamen o çocuğun
ruhunu katmasıyla katmerlenir ve hayat bulur… Böyle olunca da izleyen herkes o
filmde kendinden bir parça bulur. Herkes bir çocukluk yaşamıştır. İster zengin
olsun isterse fakir herkesin içinde sakladığı, gözlerini yaşartan bir hikâyesi
vardır.
Bu filmin kahramanı da küçük bir çocuk adı Muzo… Renkli
balonlara anlamlar yükleyen, mutlu çocukların yanından hüzünle geçen bir
çocuğun hikâyesi. Aslında Muzaffer İzgü’nün ta kendisi.
Birkaç sahnede dönemin Adana’sını görüyoruz. Kule meydanı,
kazancılar, sepetçiler çarşısı. Hiç değişmemiş olduğunu izlediğinizde
anlarsınız.
Yoksulluktan beli bükülmüş bir babanın hazine bulma hayali,
bir tepsi patlamış mısır ve bir bardak çayın etrafında ettiği sohbet o an için
çocuklarına avuntu olsa da, sabah olduğunda sınıf arkadaşlarının alay ettiği o
el yapımı tuhaf ayakkabıları giymesine mani olmaz Muzo’nun.
Yine o sabahlardan bir sabah baloncuya rastlar Muzo. O çok
istediği balonlardan bir öbeğini elinden kaçırır baloncu ve balonlar ağaca
takılır. Baloncu Muzo’dan balonları aşağı indirirse kendisine içlerinden bir
tanesini vereceğini söyler. Muzo da heyecanla tırmanır ağaca. Sadece bir tanesi
dalda takılı kalır. İndiğinde ise bir hayat dersi daha alır Muzo… Baloncu
verdiği sözün karşısında “senin balonun orada” diye ağaçta asılı kalan balonu
gösterir.
İşte hikâye bir çocuğun etrafında böyle gelişiyor… Gidip
gelip balonuna bakıyor Muzo ta ki balon sönene kadar…
Muzaffer İzgü’nün romanında da anlattığı gibi yağmurdan
evleri çöker, kömür tozundan kömür yaparlar… Ve o kadar samimi ve gerçek bir
dille anlatıyor ki hikâyesini; kömür tozu genzinizi mi tıkar yoksa cümbür
cemaat bir tencereden çorba içtiğinize inanıp evde tahta kaşık mı ararsınız
bilmem.
Ve sokak aralarında kolunda içi haşlanmış mısır dolu teneke
kovasıyla bir çocuk şöyle seslenir sağa sola; “darı var darı, hamama girdi koca karı dişleri sarı sarı…”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Merhaba Halikarnas Balıkçısı
Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...

-
Yazıp yönettiğim Gazi Sofrası adlı oyunun ilk gösterimi 10 Kasım’da İBB Şile Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Oyunun sanat yönetmenliği...
-
Kirin Kiki’nin ve Masatoshi Nagase’nin oyunculuklarına hayran kalacağınız bir Japon yapımı. Türkiye de sinir olduğum şeylerden biridir ba...