28 Kasım 2019 Perşembe

Elektrik Savaşları

Elektrik Savaşları sadece mucitlerin savaşı değildi…
Tesla’nın ya da Edison’un kavgası da değildi.
Işık kimileri için karanlığında kapısını açacaktı.



Ve bir gün elektriğin can alma konusu gündeme geldi. Karşı tarafın ürettiği akım tehlikeliydi, Edison ise can almaya her zaman karşıydı fakat elektrikli sandalyeyi ortaya koyan da kendisi oldu. Bir atın üzerinde yapılan deneyin sessiz ve sakin bir şekilde gerçekleşmesi, bir idam mahkûmunun da böyle sakin ve “huzurlu” ölmesi gerektiği inancını doğurdu.

“İnsan yakışır şekilde dünyaya geliyorsa yakışır şekilde de ölmeli” dedi biri ve Edison’a bir sorumluluk yükledi.

Ellerinden kan damlayan bir adam teslim oldu bir sabah. Her tarafı kan içindeydi.
“Karımı öldürdüm” dedi ve teslim oldu. İşte elektrikli sandalyenin ilk kurbanı bulunmuştu.

Mahkûmun kafasına cihaz bağlandığında “daha iyi bir yere gideceğimi biliyorum” demişti.
İlk deneyim başarısızlıkla sonuçlansa da devamında sinema makinesi geldi.

Dikiş makinesi geldi, geldi, geldi…

Ve bu adamlar, gökteki yıldızları bir kavanoza koyup gittiler…

Kafaların için aydınlanmadıkça etrafın aydınlık olması, adım atacağımız noktayı görüyor olmak bir anlam ifade ediyor mu bilmem.
Kendi kafamı bilemeyeceğim, zaman zaman elektriklerin kesildiği oluyor ama idare ediyorum...

Ve elektrikli dikiş makinesinin başına oturduğumda, ayağının oynaması için saatlerce bekleyen mucitlerin anısına en azından bir dakika iğnenin altındaki o demir küçük ayağa bakacağım her defasında.

Zıkkımın Kökü


Zıkkımın Kökü 1992’de beyaz perdeye aktarılan biyografik bir film…
Muzaffer İzgü’nün ayı adlı romanından filme uyarlanan film Adana’da geçiyor.
Tahsili uğruna sevdiği kızdan vazgeçen bir gencin dramıyla başlayan film gencin çocukluğuna dönüyor ve asıl hikâye orada başlıyor.
Bu filmi izledikten hemen sonra kitabını da edindim. Ve çok severek okudum. Filmin hemen ardından romanını okumak gerçekten zıkkımın köküne ulaşmak gibiydi.
Neydi zıkkımın kökü?
Yoksulluktu, aile olmaktı, zaman zaman yalnız kalmak, yeri geldiğinde bir olmaktı, alay edilmekti, kaçmaktı, göçmekti, açlığa alışmaktı, üzerine şeker sepilmiş bir dilim ekmekle gelen çocukça bir mutluluktu.


Bir filmde çocuk varsa eğer o filmi dikkatle izleyin…
Çünkü çocuğun etrafında gelişen olaylar tamamen o çocuğun ruhunu katmasıyla katmerlenir ve hayat bulur… Böyle olunca da izleyen herkes o filmde kendinden bir parça bulur. Herkes bir çocukluk yaşamıştır. İster zengin olsun isterse fakir herkesin içinde sakladığı, gözlerini yaşartan bir hikâyesi vardır.
Bu filmin kahramanı da küçük bir çocuk adı Muzo… Renkli balonlara anlamlar yükleyen, mutlu çocukların yanından hüzünle geçen bir çocuğun hikâyesi. Aslında Muzaffer İzgü’nün ta kendisi.
Birkaç sahnede dönemin Adana’sını görüyoruz. Kule meydanı, kazancılar, sepetçiler çarşısı. Hiç değişmemiş olduğunu izlediğinizde anlarsınız.
Yoksulluktan beli bükülmüş bir babanın hazine bulma hayali, bir tepsi patlamış mısır ve bir bardak çayın etrafında ettiği sohbet o an için çocuklarına avuntu olsa da, sabah olduğunda sınıf arkadaşlarının alay ettiği o el yapımı tuhaf ayakkabıları giymesine mani olmaz Muzo’nun.
Yine o sabahlardan bir sabah baloncuya rastlar Muzo. O çok istediği balonlardan bir öbeğini elinden kaçırır baloncu ve balonlar ağaca takılır. Baloncu Muzo’dan balonları aşağı indirirse kendisine içlerinden bir tanesini vereceğini söyler. Muzo da heyecanla tırmanır ağaca. Sadece bir tanesi dalda takılı kalır. İndiğinde ise bir hayat dersi daha alır Muzo… Baloncu verdiği sözün karşısında “senin balonun orada” diye ağaçta asılı kalan balonu gösterir.
İşte hikâye bir çocuğun etrafında böyle gelişiyor… Gidip gelip balonuna bakıyor Muzo ta ki balon sönene kadar…
Muzaffer İzgü’nün romanında da anlattığı gibi yağmurdan evleri çöker, kömür tozundan kömür yaparlar… Ve o kadar samimi ve gerçek bir dille anlatıyor ki hikâyesini; kömür tozu genzinizi mi tıkar yoksa cümbür cemaat bir tencereden çorba içtiğinize inanıp evde tahta kaşık mı ararsınız bilmem.
Ve sokak aralarında kolunda içi haşlanmış mısır dolu teneke kovasıyla bir çocuk şöyle seslenir sağa sola; “darı var darı, hamama girdi koca karı dişleri sarı sarı…”

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...