14.25 vapuru…
“Tam zamanı” dedim.
Hem saati
uydu hem de mevsimi… Ada mevsimi. İlla mimozaları beklememek lazımdı.
Vapurun
balkon kısmına oturdum, kulaklığı taktım, o da ne? Bozulmuş müzikçalarım…
Çalışmıyor işte! Kaldım mı müziksiz. Oysaki Thedorakis dinleyecektim şu kutsal
yolda gözlerimi kapatıp…
“Gevrek
simitler, kendinize, martılara” diye bağıran kavruk adam simit dolu tablayı
ustalıkla geçirdi yolcuların önünden. Müzik yok anladık da martılar da susmuş,
hiç biri yok piyasada! Sağımda solumda karantina/covit anılarını ve
tedbirlerini anlatıyor insanlar… “Desene” dedim içimden “huzura keyif yerine
endişe rendeleyeceğiz Burgaz’da!”
Yanıma bir
adam oturdu… Önce gölge sandım. Biraz dikkatlice bakınca kahverengi bir adam
olduğunu fark ettim. Tuhaf bir tişört giymiş “gündüz feneri olmaya adaysınız
sanırım” dedim. Gözünün birini kısarak bakıyordu… Kuşkucu olduğu o kadar
beliydi ki konuşmadan önce birkaç kez yutkunuyordu.
Adadan
bahsetti biraz. Kalpazankaya’ya giden yoldan bahsetti. Yol üzerinde çaycılar
varmış. Sait Faik’e gittiniz mi dedim. Yine kuşkucu bir tavırla dudaklarını
aşağı doğru büktü ellerini mama koltuğunda oturan çocuklar gibi hareket
ettirerek. Nihayetinde beni Kalpazankaya’ya götürecekti. Sait Faik’ten bahsetmekten
vazgeçtim zira o yolda boğulabilirdi.
Nihayet
gelmiştim adaya… Yanımda kahverengi adam, yarı düşünceli… Kapri pantolonu ve
parmak arası terlikleriyle yaramaz bir oğlan çocuğunu andırıyordu. Saklambaç
oynamış ve saklandığı yerden yıllarca çıkamamış gibi bir hali vardı. Çıksaydı
da gözleri kamaşırdı zaten, hoş çıkmasın saklandığı yerden… Bir kez daha dönüp
baktığımda onu göremedim zaten. Kaldık mı yarı yolda. “Kahverengi adamla yola
çıkılmazmış meğer” dedi karşımda simit kemiren bir martı.
Bir
sarsıntıyla uyanmıştım! Gemi iskeleye yanaşıyordu! Güneşin altında neredeyse 1
saat uyumuşum, bir de rüya görmüştüm çok lazım gibi!
Adaya adım
atarken Orhan Veli’nin Gün Olur şiiri geldi aklıma… Dudaklarımın arasında
süzülürken dizeler “o ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra…” tırmanmaya
başladım tanıdık yokuşu…
Pandemiden
beri gidememiştim… Ben değişmiştim ama ada aynı adaydı. Her seferinde biraz
daha büyüyordum, biraz daha eskiyor, biraz daha birikmiş oluyordu içimde bir
şeyler. Ada değişmeyen zarafetiyle karşıladı beni.
Hristo
Manastırı… Adaya gitmemiş olan sadece burayı görmek için gitmeli…
Ve maalesef
artık fayton yok. Ne ara atları düşünecek kadar yüce kalpli olduk… İyi de
yakında atların nesli de tükenir gibime geliyor. At binek hayvanı değil miydi?
Sağda solda elektrikli araçlar dolanıyor. Golf sahasındayım sanki… Nerede o
soylu nal sesleri, gösterişli faytonlar. Ata iyi davran, ona iyi bak, gerekli
denetlemeleri yap hepsi buydu oysaki. Yakında at maması üretirler biz de evde
at beslemeye başlarız.
Neyse
ülkedeki tuhaflıkları saysam buradan Bodrum’a yol olur ben de o yolda beyaz bir
kelebeğe dönüşürüm.
Güzel bir
ada gününden hepinize selam olsun. Ha bu arada rüyama gelince manastırın
bahçesinde bir keşişe rastladım. Rüyamı anlattım… Bana kahve ikram etti,
istavroz çıkarttı… Tövbeler olsun dememe kalmadı bana bir kucak dolusu mimoza
verdi. “Mevsimi değil ki” dememe kalmadan “soru sorma, sen mimozaların kokusunu
kendine sakla, saklamazsan böyle kâbuslar görürsün” dedi ve kukuletasını başına
geçirip yok oldu.
O an
Thedorakis’in sesi gelmeye başladı… Boynumda asılı kalmış olan kulaklıktan bana
sesleniyordu;
Kış sonu olsaydı sana mimoza getirirdim...
Eline aldığında demeti, üzerine sinerdi kokusu...
Adadaki ayak seslerim gelirdi kulağına...
Eskiden kalma bir kaç şey biraz da...
Atlar da göç etmiş buralardan...
Biraz mimoza, biraz tepeden, parmaklıklar arasından görünen başka bir ada...
Mavilikler hala ve şükür ki martıların kanatları arasında...
BtL