12 Eylül 2021 Pazar

Burgaz Ada'ya


14.25 vapuru… “Tam zamanı” dedim.

Hem saati uydu hem de mevsimi… Ada mevsimi. İlla mimozaları beklememek lazımdı.

Vapurun balkon kısmına oturdum, kulaklığı taktım, o da ne? Bozulmuş müzikçalarım… Çalışmıyor işte! Kaldım mı müziksiz. Oysaki Thedorakis dinleyecektim şu kutsal yolda gözlerimi kapatıp…

“Gevrek simitler, kendinize, martılara” diye bağıran kavruk adam simit dolu tablayı ustalıkla geçirdi yolcuların önünden. Müzik yok anladık da martılar da susmuş, hiç biri yok piyasada! Sağımda solumda karantina/covit anılarını ve tedbirlerini anlatıyor insanlar… “Desene” dedim içimden “huzura keyif yerine endişe rendeleyeceğiz Burgaz’da!”

Yanıma bir adam oturdu… Önce gölge sandım. Biraz dikkatlice bakınca kahverengi bir adam olduğunu fark ettim. Tuhaf bir tişört giymiş “gündüz feneri olmaya adaysınız sanırım” dedim. Gözünün birini kısarak bakıyordu… Kuşkucu olduğu o kadar beliydi ki konuşmadan önce birkaç kez yutkunuyordu.

Adadan bahsetti biraz. Kalpazankaya’ya giden yoldan bahsetti. Yol üzerinde çaycılar varmış. Sait Faik’e gittiniz mi dedim. Yine kuşkucu bir tavırla dudaklarını aşağı doğru büktü ellerini mama koltuğunda oturan çocuklar gibi hareket ettirerek. Nihayetinde beni Kalpazankaya’ya götürecekti. Sait Faik’ten bahsetmekten vazgeçtim zira o yolda boğulabilirdi.




Nihayet gelmiştim adaya… Yanımda kahverengi adam, yarı düşünceli… Kapri pantolonu ve parmak arası terlikleriyle yaramaz bir oğlan çocuğunu andırıyordu. Saklambaç oynamış ve saklandığı yerden yıllarca çıkamamış gibi bir hali vardı. Çıksaydı da gözleri kamaşırdı zaten, hoş çıkmasın saklandığı yerden… Bir kez daha dönüp baktığımda onu göremedim zaten. Kaldık mı yarı yolda. “Kahverengi adamla yola çıkılmazmış meğer” dedi karşımda simit kemiren bir martı.

Bir sarsıntıyla uyanmıştım! Gemi iskeleye yanaşıyordu! Güneşin altında neredeyse 1 saat uyumuşum, bir de rüya görmüştüm çok lazım gibi!

Adaya adım atarken Orhan Veli’nin Gün Olur şiiri geldi aklıma… Dudaklarımın arasında süzülürken dizeler “o ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra…” tırmanmaya başladım tanıdık yokuşu…




Pandemiden beri gidememiştim… Ben değişmiştim ama ada aynı adaydı. Her seferinde biraz daha büyüyordum, biraz daha eskiyor, biraz daha birikmiş oluyordu içimde bir şeyler. Ada değişmeyen zarafetiyle karşıladı beni.

Hristo Manastırı… Adaya gitmemiş olan sadece burayı görmek için gitmeli…

Ve maalesef artık fayton yok. Ne ara atları düşünecek kadar yüce kalpli olduk… İyi de yakında atların nesli de tükenir gibime geliyor. At binek hayvanı değil miydi? Sağda solda elektrikli araçlar dolanıyor. Golf sahasındayım sanki… Nerede o soylu nal sesleri, gösterişli faytonlar. Ata iyi davran, ona iyi bak, gerekli denetlemeleri yap hepsi buydu oysaki. Yakında at maması üretirler biz de evde at beslemeye başlarız.

Neyse ülkedeki tuhaflıkları saysam buradan Bodrum’a yol olur ben de o yolda beyaz bir kelebeğe dönüşürüm.




Güzel bir ada gününden hepinize selam olsun. Ha bu arada rüyama gelince manastırın bahçesinde bir keşişe rastladım. Rüyamı anlattım… Bana kahve ikram etti, istavroz çıkarttı… Tövbeler olsun dememe kalmadı bana bir kucak dolusu mimoza verdi. “Mevsimi değil ki” dememe kalmadan “soru sorma, sen mimozaların kokusunu kendine sakla, saklamazsan böyle kâbuslar görürsün” dedi ve kukuletasını başına geçirip yok oldu.

O an Thedorakis’in sesi gelmeye başladı… Boynumda asılı kalmış olan kulaklıktan bana sesleniyordu;

Kış sonu olsaydı sana mimoza getirirdim...

Eline aldığında demeti, üzerine sinerdi kokusu...

Adadaki ayak seslerim gelirdi kulağına...

Eskiden kalma bir kaç şey biraz da...

Atlar da göç etmiş buralardan...

Biraz mimoza, biraz tepeden, parmaklıklar arasından görünen başka bir ada...

Mavilikler hala ve şükür ki martıların kanatları arasında...

BtL 

Not: "Her kuş kendi sürüsüyle uçar"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...