18 Aralık 2022 Pazar

Sahnelerde geçen bir ömür… Alkışlarla; Fazıl Say!

 

Burgazada’ya doğru…

Eskiden vapurlar bu kadar kalabalık olmazdı diyorum içimden yüzümdeki maskeyi biraz gevşeterek… Uğultular arasında içime kapanmış bir kirpi gibi hissediyorum kendimi.

MP3 çalarım, MP3 çalarım nerede! Oh… Çantamın arka gözüne koymuşum. Bu kakafoniden aryalara sığınmak en doğrusu diyorum ve Andrea Bocelli’ye sığınıyorum; “L’attesa” Beklemekten bahsediyor… ve diyor ki; “güneşe gülümse”

Denizden yüzümü çevirip haberlere bakıyorum. O’ndan bahsediyorlar… Her kafadan bir ses çıkıyor eski işportacılar gibi…

Bocelli değil, Fazıl… Fazıl Say… Yılın büyük bölümünü sahnelerde geçiren iyi kalpli insan. Kısacık bir video paylaşmıştı bundan aylar önce. Kocaman ahşap oymalı bir kapı, Fazıl kapının önünde bekliyor. Görevlilerden biri kapıyı açıyor ve kırmızı halıyla kaplanmış basamaklar görünüyor. Sağlı sollu izleyiciler grand tuvalet/iki dirhem bir çekirdek Fazıl’ı bekliyorlar. Kapı açılıyor ve Fazıl içeriye giriyor… Basamaklardan inişi aklımdan çıkmıyor. “Küçük bir oğlan çocuğu” sahneye iniyor… Neden böyle hissettim? İyi kalpli insanlar mütevazı olurlar. O da öyle görünüyordu. Masum bir çocuk gibi.

Müziği kadar yazdıklarıyla da ilgilendiğim bir sanatçı. Bütün kitaplarını okudum. Eserlerini anlamak için önce okumak gerek. Hayatım boyunca beğendiğim tüm sanatçıların biyografilerini incelemişimdir. Onlarla ilgili yazılan hemen her şeyi okurum. Mozart mesela, bütün eserleri bende mevcut ve onunla alakalı yazılmış kitaplar da… “Amadeus filminde neden kız kardeşi yok, oysaki onunla ne kadar matrak yazışmaları var. İnsaf!” diye kızacak kadar… neden Sihirli Flüt eserinde… neden kimsesizler mezarlığı… ah Salieri yoksa söylenenler doğru mu…

Ya Kafka! Ah kara bahtlı kör talihli kuzguna benzeyen masum adam! Ne çektin babandan. Bir de üzerine lanet memuriyetlik. Yedin bitirdin kendini. En sonunda böceğe dönüşüp yok oldun sen de diğerleri gibi.

Baktığımız zaman derinlikli diyebileceğimiz tüm sanatçılar çok şeyler söylemeye çalışmış. İnsanoğluysa kestirip atmış… Kestirip atmayalım, bir kez olsun kestirip atmasa insanlar!

“Dostlar!” diye başlayayım ben de madem Fazılca;

Dostlar… Fazıl’ın bir söyleşisinde söylediği söz kulağıma küpe olmuştu. Özgün olmak üzerine konuşuyordu ve diyordu ki; “Tüm güçler bir araya gelse de bir yol var, bir umut var” Vay be dedim o an… Bu kadarcık bir cümleye neler sığdıramazdı ki insan. Herkesin umudu var sonuçta ve gitmek istediği bir yol ya da yollar.

Ve devam ediyor: “Son yıllarda kültür sanata, tiyatroya, konserlere daha fazla gittiğini gözlemliyorum insanların. Daha geniş kitlelere yayıldığımızı gözlemliyorum. Bunda belki benim de payım vardır. Halka dokunmak için çaba sarf ettim.”

Bu arada vapur yanaştı mı iskeleye!

“Nisanda gelmeliydim nisanda… Hani mimozalar nerede?” diyorum içimden.

Adanın mafya kılıklı iri kıyım kedileri karşıladı yine beni. Şu manavın karşısındaki kokoreççide bir kokoreç yemeden okuyamam Sait Faik’ten hiçbir şey. Bu arada kulağımdaki “aryalar” dosyası çaldıkça çalıyor, nerelere gitmiş; Pavarotti-Sting düeti. Ne albümdür ama… Ne zaman çikolata yesem ki nadir tükettiğim bir şeydir, aklıma Pavarotti gelir. O da severdi. Yemeseydi daha fazla yaşar mıydı acaba… Ne üzülmüştüm gidişine. Okurlarımdan taziye mesajı yollayanlar olmuştu, o kadar âşıktım sesine.

Ve caminin olduğu tarafa doğru tırmanmaya başladım. Hem neden fayton yok artık! Hayalet gibi arkadan sinsice gelen o pilli midir şarjlı mıdır nedir tuhaf araçları sevmiyorum. Hani o eski bir İstanbul şiirinden fırlamışçasına kulaklarımda yankılanan nal sesleri nerede? Kişneyen atlar, hatta o koku nerede? Atların binek hayvanı olduğunu bilen bilir ve elbette iyi bakılması gerekir. Bu ülkede her şey ne garip diye içimi çeke çeke devam ediyorum. Bir at sahiplensem diyorum göz göze geldiğim sarmana, evin bir köşesinde bakabilir miyim diye düşünüyorum çenesini okşarken. “Hayvan besliyor musunuz evinizde?” “Evet, at besliyorum. Günde bir çuval kuru mama tüketiyor!” Şu iç seslerim ne zaman susacak diyorum yerdeki yaprakların fotoğraflarını çekerken.


Fazıl’ın gölgesi düşüyor yola...

“Müzik insana iyi gelir” diyordu Suya Yazılan adlı kitabında. Ama hangi müzik? Arabeskle ruhunu teslim ederken Vivaldi ile bir kitap yazarsın mesela… Düşünün artık hangi müzik.

İşte kitabın kalbi diyebileceğim yer; kendinin avcısı olmak. Metin Altıok… Ona da selam olsun. Kocaman bir şiir kitabı vardır bende. Ve ölümü anlatır birçok şiirinde. “İçine mi doğmuştu da yazmıştın bu satırları be adam” demeden bırakamam o kitabı. Umutsuzluk tütsülenmeye başlar o zaman tepemde… İşte o zaman bir beste çalar kafamda…

Fazıl Say… Hani demişti ya “halka dokunmak için çaba sarfettim” diye. Bazen basit sandığın yarım paragraf bir yazı seni alıp nerelere götürür… Bu yüzden sanatçının yani gerçek sanatçıların eserlerinin ilâhi bir kaynak olduğunu düşünürüm. Onda o ilim olmasa nasıl tesir edebilir insanın kalbine.

Endişelerinden sıyrıl diyor. En zor savaş kendinle olan savaştır diyor. Kendini tedavi etmek zorundasın, evrendeki iyiden asla vaz geçme diyor… Ve şu söz: ”dünya ben iyiyim diyenler ile değil, işini iyi yapan insanlar ile daha iyiye giden bir dünyadır aslında”

Kitabın ilk sayfası geliyor aklıma şu ev kurabiyeleri satan minik kafeye girerken; “zamanı kullanmayı, sükûneti korumayı, içtenliğe inanmayı öğren.”

Fazıl gibi bir değerin müziği kadar yazdıkları da konuşulmalı ve alkışlanmalı.

Evet, o sahnede… Ve hep sahnede olacak… Müziğinin gölgesinde hissettiklerini ve hissetmek istediklerini okuyacağız. O çocukken gördüklerini piyanoyla anlatmıştı hocasının ondan istediği gibi. Neredeyse elli yıla yakın bir zaman geçmiş ve hala anlatıyor Fazıl. “Yorgunum” diyor bazen… Ama bu onun ayağa kalkmasına engel olmuyor. Çünkü en çok da umutlu olmaktı aklından geçenler çocukluğundan beri. Her zaman… “Dostlar!” kelimesi denize atılan bir taşı andırıyor… Halka kalka yayılıyor umut denen şey bir kelimeyle…

Ah dostlar…

Tiyatro sahnesinin tozunu yutuyoruz biteviye…

Hayatın bir sahne olduğunu anlatıyor işte O da eserleriyle. Selam olsun Fazıl’a ve nezdinde tüm ustalara!

Ve ben… kaçırdım işte son vapuru… Dışarıda oturacaktım güya günden kalan kızıl ışığın sıcaklığında. Kitap okuyacaktım simit bekleyen martılardan gözlerimi kaçırarak.

 Sahilde bir şezlonga çöktüm usulca. Sarman hala peşimde… Pastanedekilerin sesleri geliyor kıyıya… Ve Sait Faik de suya yazıyor o anda;

İnsanlar köprüden geçmediği zaman

Acaba köprü düşünür mü

Çamaşır mandalını gözlerinde sallayan meczubun geçtiğini

Üsküdar İskelesi’nin kanepelerinde güneş banyosu yapanı

Üsküdar kıyılarının ötesindeki

Kastamonu, Sivas, Safranbolu… Erzurum’u.

Burada insanların içinde büyük dürbünler,

Güller gibi açmıştır.

Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla.

İçlerindeki hamurdan

Şeffaf ve titrek memleket rüyalarını.



Uyuyakalmışım sahilde.

Sarman bırakıp gitmemiş beni.

Ennio Morricone çalıyor… Zaman ne çabuk geçmiş.

 

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...