Burgazada’ya doğru…
Eskiden vapurlar bu kadar kalabalık olmazdı diyorum içimden
yüzümdeki maskeyi biraz gevşeterek… Uğultular arasında içime kapanmış bir kirpi
gibi hissediyorum kendimi.
MP3 çalarım, MP3 çalarım nerede! Oh… Çantamın arka gözüne
koymuşum. Bu kakafoniden aryalara sığınmak en doğrusu diyorum ve Andrea
Bocelli’ye sığınıyorum; “L’attesa” Beklemekten bahsediyor… ve diyor ki; “güneşe
gülümse”
Denizden yüzümü çevirip haberlere bakıyorum. O’ndan
bahsediyorlar… Her kafadan bir ses çıkıyor eski işportacılar gibi…
Bocelli değil, Fazıl… Fazıl Say… Yılın büyük bölümünü
sahnelerde geçiren iyi kalpli insan. Kısacık bir video paylaşmıştı bundan aylar
önce. Kocaman ahşap oymalı bir kapı, Fazıl kapının önünde bekliyor.
Görevlilerden biri kapıyı açıyor ve kırmızı halıyla kaplanmış basamaklar
görünüyor. Sağlı sollu izleyiciler grand tuvalet/iki dirhem bir çekirdek
Fazıl’ı bekliyorlar. Kapı açılıyor ve Fazıl içeriye giriyor… Basamaklardan
inişi aklımdan çıkmıyor. “Küçük bir oğlan çocuğu” sahneye iniyor… Neden böyle
hissettim? İyi kalpli insanlar mütevazı olurlar. O da öyle görünüyordu. Masum
bir çocuk gibi.
Müziği kadar yazdıklarıyla da ilgilendiğim bir sanatçı.
Bütün kitaplarını okudum. Eserlerini anlamak için önce okumak gerek. Hayatım
boyunca beğendiğim tüm sanatçıların biyografilerini incelemişimdir. Onlarla
ilgili yazılan hemen her şeyi okurum. Mozart mesela, bütün eserleri bende
mevcut ve onunla alakalı yazılmış kitaplar da… “Amadeus filminde neden kız
kardeşi yok, oysaki onunla ne kadar matrak yazışmaları var. İnsaf!” diye kızacak
kadar… neden Sihirli Flüt eserinde… neden kimsesizler mezarlığı… ah Salieri
yoksa söylenenler doğru mu…
Ya Kafka! Ah kara bahtlı kör talihli kuzguna benzeyen masum
adam! Ne çektin babandan. Bir de üzerine lanet memuriyetlik. Yedin bitirdin
kendini. En sonunda böceğe dönüşüp yok oldun sen de diğerleri gibi.
Baktığımız zaman derinlikli diyebileceğimiz tüm sanatçılar
çok şeyler söylemeye çalışmış. İnsanoğluysa kestirip atmış… Kestirip atmayalım,
bir kez olsun kestirip atmasa insanlar!
“Dostlar!” diye başlayayım ben de madem Fazılca;
Dostlar… Fazıl’ın bir söyleşisinde söylediği söz kulağıma
küpe olmuştu. Özgün olmak üzerine konuşuyordu ve diyordu ki; “Tüm güçler bir
araya gelse de bir yol var, bir umut var” Vay be dedim o an… Bu kadarcık bir
cümleye neler sığdıramazdı ki insan. Herkesin umudu var sonuçta ve gitmek
istediği bir yol ya da yollar.
Ve devam ediyor: “Son yıllarda kültür sanata, tiyatroya,
konserlere daha fazla gittiğini gözlemliyorum insanların. Daha geniş kitlelere
yayıldığımızı gözlemliyorum. Bunda belki benim de payım vardır. Halka dokunmak
için çaba sarf ettim.”
Bu arada vapur yanaştı mı iskeleye!
“Nisanda gelmeliydim nisanda… Hani mimozalar nerede?”
diyorum içimden.
Adanın mafya kılıklı iri kıyım kedileri karşıladı yine beni.
Şu manavın karşısındaki kokoreççide bir kokoreç yemeden okuyamam Sait Faik’ten
hiçbir şey. Bu arada kulağımdaki “aryalar” dosyası çaldıkça çalıyor, nerelere
gitmiş; Pavarotti-Sting düeti. Ne albümdür ama… Ne zaman çikolata yesem ki
nadir tükettiğim bir şeydir, aklıma Pavarotti gelir. O da severdi. Yemeseydi
daha fazla yaşar mıydı acaba… Ne üzülmüştüm gidişine. Okurlarımdan taziye
mesajı yollayanlar olmuştu, o kadar âşıktım sesine.
Ve caminin olduğu tarafa doğru tırmanmaya başladım. Hem
neden fayton yok artık! Hayalet gibi arkadan sinsice gelen o pilli midir şarjlı
mıdır nedir tuhaf araçları sevmiyorum. Hani o eski bir İstanbul şiirinden
fırlamışçasına kulaklarımda yankılanan nal sesleri nerede? Kişneyen atlar,
hatta o koku nerede? Atların binek hayvanı olduğunu bilen bilir ve elbette iyi
bakılması gerekir. Bu ülkede her şey ne garip diye içimi çeke çeke devam
ediyorum. Bir at sahiplensem diyorum göz göze geldiğim sarmana, evin bir
köşesinde bakabilir miyim diye düşünüyorum çenesini okşarken. “Hayvan besliyor
musunuz evinizde?” “Evet, at besliyorum. Günde bir çuval kuru mama tüketiyor!”
Şu iç seslerim ne zaman susacak diyorum yerdeki yaprakların fotoğraflarını
çekerken.
Fazıl’ın gölgesi düşüyor yola...
“Müzik insana iyi gelir” diyordu Suya Yazılan adlı
kitabında. Ama hangi müzik? Arabeskle ruhunu teslim ederken Vivaldi ile bir
kitap yazarsın mesela… Düşünün artık hangi müzik.
İşte kitabın kalbi diyebileceğim yer; kendinin avcısı olmak.
Metin Altıok… Ona da selam olsun. Kocaman bir şiir kitabı vardır bende. Ve
ölümü anlatır birçok şiirinde. “İçine mi doğmuştu da yazmıştın bu satırları be
adam” demeden bırakamam o kitabı. Umutsuzluk tütsülenmeye başlar o zaman
tepemde… İşte o zaman bir beste çalar kafamda…
Fazıl Say… Hani demişti ya “halka dokunmak için çaba
sarfettim” diye. Bazen basit sandığın yarım paragraf bir yazı seni alıp
nerelere götürür… Bu yüzden sanatçının yani gerçek sanatçıların eserlerinin
ilâhi bir kaynak olduğunu düşünürüm. Onda o ilim olmasa nasıl tesir edebilir
insanın kalbine.
Endişelerinden sıyrıl diyor. En zor savaş kendinle olan
savaştır diyor. Kendini tedavi etmek zorundasın, evrendeki iyiden asla vaz
geçme diyor… Ve şu söz: ”dünya ben iyiyim diyenler ile değil, işini iyi yapan
insanlar ile daha iyiye giden bir dünyadır aslında”
Kitabın ilk sayfası geliyor aklıma şu ev kurabiyeleri satan
minik kafeye girerken; “zamanı kullanmayı, sükûneti korumayı, içtenliğe
inanmayı öğren.”
Fazıl gibi bir değerin müziği kadar yazdıkları da
konuşulmalı ve alkışlanmalı.
Evet, o sahnede… Ve hep sahnede olacak… Müziğinin gölgesinde
hissettiklerini ve hissetmek istediklerini okuyacağız. O çocukken gördüklerini
piyanoyla anlatmıştı hocasının ondan istediği gibi. Neredeyse elli yıla yakın
bir zaman geçmiş ve hala anlatıyor Fazıl. “Yorgunum” diyor bazen… Ama bu onun
ayağa kalkmasına engel olmuyor. Çünkü en çok da umutlu olmaktı aklından
geçenler çocukluğundan beri. Her zaman… “Dostlar!” kelimesi denize atılan bir taşı
andırıyor… Halka kalka yayılıyor umut denen şey bir kelimeyle…
Ah dostlar…
Tiyatro sahnesinin tozunu yutuyoruz biteviye…
Hayatın bir sahne olduğunu anlatıyor işte O da eserleriyle. Selam
olsun Fazıl’a ve nezdinde tüm ustalara!
Ve ben… kaçırdım işte son vapuru… Dışarıda oturacaktım güya
günden kalan kızıl ışığın sıcaklığında. Kitap okuyacaktım simit bekleyen martılardan
gözlerimi kaçırarak.
Sahilde bir şezlonga
çöktüm usulca. Sarman hala peşimde… Pastanedekilerin sesleri geliyor kıyıya… Ve
Sait Faik de suya yazıyor o anda;
İnsanlar köprüden geçmediği zaman
Acaba köprü düşünür mü
Çamaşır mandalını gözlerinde sallayan meczubun geçtiğini
Üsküdar İskelesi’nin kanepelerinde güneş banyosu yapanı
Üsküdar kıyılarının ötesindeki
Kastamonu, Sivas, Safranbolu… Erzurum’u.
Burada insanların içinde büyük dürbünler,
Güller gibi açmıştır.
Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla.
İçlerindeki hamurdan
Şeffaf ve titrek memleket rüyalarını.
…
Uyuyakalmışım sahilde.
Sarman bırakıp gitmemiş beni.
Ennio Morricone çalıyor… Zaman ne çabuk geçmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder