Öncelikle tek kişilik bu zor oyunu başarıyla performe eden oyuncuyu (Elçin Atamgüç) tebrik ediyorum. Bu oyunu izlemesi zor, anlaması zor, oynaması daha da zor.
Konusu kısaca; mülteci bir annenin yaşadıkları.
Oyun 70 dakika. Uzun mu diye düşünüyor insan konu bir
kişinin etrafında dönerken. Aslında değil. Mülteciden yola çıkılıyor ama ortada
tüm çıplaklığıyla sergilenen bir insan psikolojisi var. Eğimli tasarlanan sahne
zaman zaman konunun içeriğine göre aydınlatılıyor. Bu arada ışık ve dekor
sorumlularını da ayrıca tebrik etmek gerek. Her şey yerli yerindeydi. Dekor
değişimi esnasında fener kullanma fikri de gayet akıllıca olmuş.
Sahnenin eğimindeki amaç; mülteci bir kadının çırpınışları
için tasarlanmış belli ki. Üzerinde sağa sola savrulmuş bir iki parça eşya ve
çocuk oyuncakları. Ah o masum suratlı oyuncak ayı yok mu? Çocukluğun sembolü
gibi gelir bana hep. İlk romanımın kapağında da vardı.
Oyun karanlığın içinden doğan bir kadınla başlıyor. Sıradan
bir günün özetini dinliyoruz kendinden… Balkon, güneş, güzel bir kahvaltı ve çocuklar…
Fonda çocuk sesleri…
Kadın bize evindeki huzuru anlatıyor. Çocuğunu nasıl
yıkadığından mesela... En basit, en masum ve en olağan şeyin günün birinde ne
kadar lüks olacağından habersiz. Ve az sonra bomba patlıyor. Oyuncaklar,
eşyalar her şey darmadağın oluyor.
Elçin Atamgüç’ü bir kez daha anmam gerekiyor çünkü oyunculuk
özelliğinin içinde dansçılık da olduğu için sahneyi çok iyi kullanıyor. Metot
bilmeyen biri elini kolunu da kırabilir, repliği unutabilir, ya da sendeleyip
düşebilir. Kelebek gibi oradan oraya uçarak savaş kaosunu tüm sertliğiyle
ortaya koymak çok da kolay bir iş değil.
Savaş ortamı; gitmek isteyen de var kalmak isteyen de… Kadın
çocuklarıyla gidiyor ama nereye? Aslında hepimiz bir bilinmezin içinde değil
miyiz? Ama bildiğimiz bir bilinmezdeyiz, tek kârımız bu! Seyahate gitmek
kolaydır. Başka bir ülke görecek olmanın heyecanı ve sevinciyle hazırlanır
valizler. Kuş gibi gider gelirsin… Ne dedim? “Gelirsin” yolculuğun sonunda
yuvana dönmek vardır. Ya mültecinin yolculuğu? İşte bu oyunda bir mültecinin
yolculuğuna şahitlik ediyoruz… Dil bilmeden, yol bilmeden, eşyalarını bile
toplamadan küçük bir çantayla bilmediğin ve aklından dahi geçirmediğin bir
yolculuğa çıkma zorunluluğu. Başka bir ülke, hayat yeni çırpınışlara gebe!
Can yeleği oyunun neresinde derseniz; sonuna doğru ortaya
çıkıyor. Mülteci anne iş arıyor bilmediği ülkede. Kelime kelime derdini
anlatmaya çalışıyor etrafına. İş arıyor, iş buluyor ama hakkını alamıyor. “Buradan
da gitmeli”
Hep gitmeli mi? İyi ama nereye kadar? Doğup büyüdüğün
topraklardan git, gittiğin ülkeden başka ülkeye git. Kadın çocuklarından birini
başka bir aileye vermek zorunda kalır. Gidiş içinde ayrı bir gidiş öyküsü daha!
Kadının gözlerinde, yakarışında, çırpınışında ve izleyicinin gözyaşlarında
savaşın kazananının olmadığını bir kez daha görmüş olduk. Dilerim ki; hiç kimse bilmediği bir yerlere gitmek
zorunda kalmasın!
Teşekkürler Elçin Atamgüç, teşekkürler, Gönül Kıvılcım, teşekkürler
Nihat Alpteki ve tüm ekibe…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder