23 Aralık 2020 Çarşamba

Yarım

 



Herhangi bir eser hakkında yorum yaparken çok dikkatli olmaya çalışırım ki genelde dikkat ettiyseniz eleştiri yapmam sadece yorum yaparım. Hele de yazınsal eserlerde daha hassas davranırım çünkü ben de yazıyorum ve bir eser kolay kolay ortaya çıkmıyor.

Bu akşam izlediğim Yarım adlı sinema filminden bahsetmek istedim. Konusu harika. Ülkemizde çok fazla yaşanmış ve halen de yaşanan bir olayı kaleme almışlar. Filmdeki Salih Karakterini Serhat Yiğit oynuyor. İyi bir oyuncudur aslında fakat asla bu rolün oyuncusu değil. “İyi oynamamış” demek kolaydır fakat filmde Salih zekâsal anlamda sorunlu bir adam. Dolayısıyla yüksek yetenek gerektiren bir rol ve herkes her rolün üstesinden gelemez. Hassas bir konu ve çok daha iyi ifade edilebilirdi. Fidan’ı canlandıran Ece Tatay ise rolünün hakkını veriyor.

Filmin konusu şöyle: Muğla’da yaşayan bir ailenin zekâ özürlü bir oğulları var 30’lu yaşlarını süren. Tip olarak sıkıntısı yok sadece zaman zaman davranışlarında taşkınlık, dengesizlik sergiliyor. Burada iş kesinlikle oyuncuya düşüyor. Her zaman söylerim; filmi ya da oyunu oyuncu izletir. Günümüzde dizide ölen başrol oyuncusu dahi dizinin izlenme oranları düşünce geri getiriliyor. Önümüzdeki günlerde bir dizide buna şahit olacağız ki haklılar; Talat Bulut gibi emsalsiz bir oyuncuyu hangi akla hizmet öldürdüler bilemedim. Yarım’da çok kuru bir oyunculuk görüyoruz bu anlamda. Oyunculuk çok zor bir iş; her oyuncu her rolün hakkından gelebilir diye bir kaide de yoktur. Mimik, bakış, duruş, yürüyüş. Bir yere düş, kus, gerekirse altına yap. Ama yap. Hocamız doğaçlama derslerinde şöyle derdi; “Sen olsan ne yapardın?” Tabi akılsal sorunu olan biriyle duygudaşlık yapmak çok da mümkün değildir ama imkânsız da değildir.

Her neyse, filmi daha derin kılmaktı söylediklerimin amacı. Aslında konu derin fakat diyaloglar ve teknik eksiğinde bol olduğu bu güzel konulu film bir dramı anlatıyor. Neredeyse 15 yaşında olan yetim bir kız doğudan bir yerden para karşılığı getiriliyor Muğla’nın bir köyüne. Bu zekâ özürlü adamla evlendiriliyor. Kız çok suskun haliyle. Ürkek ve çok yalnız. Aile bireyleri kıza iyi davranıyorlar ne de olsa “geri zekâlı” oğullarını toparlayacak, belki biraz da yüklerini hafifletecek. İlk başta anlaşamıyorlar fakat sonradan arkadaş olmayı başarıyorlar adamla kız.

Filmde sevdiğim tek sahne en son sahneydi hepsi bu. Şayet role doğru oyuncu gelseydi, belki biraz da fiziki bir özür eklenseydi yaslanabilecekleri, kızı biraz daha asi yapsalardı, filmin agresyonu daha yüksek ve sarsıcı olabilirdi.

Farklı perspektiflerden de ele alınabilecek bir film. Çocuk gelinden son sahneye gelene kadar birçok konu çıkabilir içinden. Ama maalesef fazla sessiz bir filmdi. Keşke revize edilip yeniden çekilse. Konusu gayet güzel, mekânlar harika ve son sahne gerçekten beni etkiledi. Kızın sandala uzanmış fotoğrafı harikaydı.

BtL

16 Aralık 2020 Çarşamba

Bir ben...

 


Allah'ım ya Rabbim! Pirinç toplamaya giden Japonlar gibiyim. 
Suratım servis tabağı gibi. Eh tabi Bodrum'dayım, suratım mutluluktan yayılabildiği kadar yayılmış! Simdi orada olmalıydı, Leman kafede... Bir kahve, belki bir kahve daha... Ben pek oturamam illa kalkar giderim. İçmelere doğru yürürdüm mesela. Zeki Müren müzesine gidip onun güzel şarkıları eşliğinde eşyalarına bakardım. 
En çok da mutfağını severim. Sade, sıcacık. Son kullandığı çatal bıçak; bu dünyaya ziyaret amaçlı geldiğimizi hatırlatır gibi. Bahçesinde belki bir kahve daha içerdim. Oradan taksi ya da minibüsle merkeze... Atatürk caddesine mi gitsem... oluuuur. Biraz dolandıktan sonra Yalikavak'ta alırdım soluğu mesela... Ah ne eser simdi orası, essiiiin üşümem ki.


6 Aralık 2020 Pazar

The Sea İnside

 



Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlatan mükemmel bir film.

Son günlerde izlediğim en güzel ve bol ödüllü filmlerden biriydi. Ramon Sampedro’nun hayatını daha doğrusu ötenazi hakkı üzerine verdiği mücadeleyi izliyoruz ve bu mücadele çerçevesinde gelişen olayları… 1998 yılında yaşanmış gerçek bir hikayeyi izlemek gerçekten çok zordu. 25 yaşında genç bir adam suya dalıyor ve felç oluyor. 28 yıl yatağa bağımlı kalıyor. Kafasından aşağısı tamamen felç.

Ramon’un bu zamana kadar yaşabilmesini, tahammül gösterebilmesini ben sanatçı ruhuna bağlıyorum. Filmde de gördüğümüz şey; Ramon şiirler yazıyor, klasik müzik dinliyor, müthiş bir hayal dünyası var. Özellikle filmde bir sahne vardı ki içim gitti diyebilirim; Nessun Dorma çalmaya başlıyor ki benim de en sevdiğim aryadır; arya çalarken; Ramon kurduğu hayalde camdan atlıyor, ormanların üzerinden geçiyor bir süre ve gerçekten çok etkileyici bir sahneydi ki ünlü bir yönetmen sanırım sadece bu sahne için tebriklerini iletiyor yönetmene. Öte yandan Ramon’un suya dalış sahnesi de efsaneydi.

Filmde genetik bir hastalığı olan bir de avukat var. Ramon’un mücadelesinde yanında olmak isteyen bir avukat. O da zaman zaman felç geçiriyor ve ya yatağa bağlı kalıyor ya da başka bir yetisini kaybediyor. İkisi birbirine çok destek oluyor. Avukatı Ramon’un yazdıklarını okuyor ve bunların kitaplaşmasının gerektiğini söylüyor. Öyle de oluyor fakat Ramon’un asıl istediği şey ölmek.

“Sana ulaşmam için iki adımlık imkansız bir yolculuğa ihtiyacım var” diyor Ramon ve onurlu bir şekilde ölmek istiyor. Rahipler, siyasiler, hukuk birbirine karışıyor bu olayda. Büyük bir çıkmaza giriyor sistem. Gerçekten de girilmeyecek gibi değil. Beyin ölümü gerçekleşen bir insanın fişi çekiliyor fakat bilinci yerinde ama bedeni sıfırlanmış biri için bu mümkün değil ve o kişi özgürlükten dem vurarak, onurlu bir şekilde ölme hakkı için mücadele veriyor! Burada haklı olan kim?

Ve tüm bu şahsi kaos içinde yaşanan yan konular da yok değil. Bu arada Ramon’un kitabı basılıyor. Adı; Cehennemden Mektuplar.

Beni üzen sahnelerden biri de en son Ramon’un yanında olan dostunun söyledikleri. Aynen şöyle diyor; “ölümden sonra hayat varsa eğer, bana bir işaret gönder.”

Hayat böyle bir şey işte…

Küçükken benim de sevdiğim birileri öldü ve insan gerçekten de bir işaret bekliyor. “Lütfen geri gelsin” diyorsun. Ya gelseydi gidenler belki de onlardan kaçardık kim bilir…

Ve bu film gerçek hayattan uyarlama olması bir yana özelikle başrol oyuncusu Javier Bardem ile zirveye tırmanmış. Makyajıyla, mimikleriyle, duruşuyla harika bir işe imza atmış.

Bu arada Ramon ölüyor evet, istediği oluyor ve bunu akıllıca bir şekilde yapıyor. Nasıl mı? İzlemeniz lazım.

Ve şükür ki yürüyoruz ve şükür ki görüyoruz… Şu tuşlara basabiliyoruz. Bu filmle kendi iç dünyanıza da ara ara yolculuklar yapıyorsunuz.

İyi seyirler

BtL

5 Aralık 2020 Cumartesi

Bir kadın: Maria Callas

 


Maria Callas’ı bilen de vardır, bilmeyen de… Yıllar öncesinin dünya çapında en önemli sopranosu. Fakat ben onun sanatı kadar kadın oluşuyla ve dramatik hayatıyla da ilgileniyorum. Büyük bir ünle başlayan ışıltılı hayatın Ege’nin sularında bitişini izlemek belki kimilerine mutluluk kimilerineyse hüzün verdi zamanında ve eminim ki çok da konuşuldu. Biraz da dedikodusu yapıldı. Callas toprağa karışmak istemedi, bir insan neden bu şekilde yok olmak ister? Aslında bunu düşünüp yaşamın kıyısında yürüyen bir insanın serüvenini okumak ve şayet çok gerekliyse bu takibin ardından bir çıkarım yapmak bence çok daha insani.

Unutulmamalı ki; hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Röportajlarını izledim… Sesini dinledim ve röportajlarını dinlemeden önce onu ekranda izlediğimde içinde saklamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Onu araştırdığımda öldükten sonra gömülmek yerine kremasyon (cesedin yakılması) isteyip, küllerinin de Ege Denizine dökülmesini vasiyet ettiğini öğrenmiştim. Eften püften bir istek değildi bu. Ancak hayatında derin izler kalmış birinin hislerinden doğabilecek zor bir karar. Böyle bir şeyi kim ister ki?

Her zaman İtalyan sanılan ama aslında Amerikalı olan sanatçı; New York’ta doğup büyümüştü. Her ne kadar Yunan asıllı bir Amerikalı olsa da günümüzden ona baktığımda üzerinde klasik bir Amerikalı değil (illa Batı diyeceksek şayet), mesela bir İngiliz asilzadesi olabilirdi Callas. Benim soylu, mahzun prensesim; tıpkı Lady Diana gibi, evet en az onun kadar utangaç ve mahzun bakıyor.

Çocukken okulda operetler ve şarkılar söyleyen bir kızdı ve bu yeteneği annesinin de gözünden kaçmamıştı. O yaşlarda Callas için bunlar günlük eğlencelerdi belki ama bir zaman sonra annesi tarafından karşısına çıkacak ve hayatını tamamen etkileyecek bir unsur haline gelecekti. O, çok ünlü bir şarkıcı olmalıydı! Babası da müzik eğitimi almasını istiyordu evet bu çok normal bir istek fakat annesi çok hırslı bir kadındı. Callas 8 Yaşında piyano eğitimi almış ve her şey ardı arkasına gelmeye başlamıştı ama tüm bunlar Callas’ın değil, annesinin hayaliydi. Callas ise o güzel gözleriyle hep geriye bakıyordu. Röportaj ve sahnelerini izlediğimde sanki gözleri hep gerideydi… Kim bilir belki de ardında bıraktığı yıllarına bakıyordu.

Annesinin baskısıyla bugünlere gelmiş olan Callas bundan oldukça şikâyetçi aslında, hatta bir röportajında “aslında bir kanun olmalı, ebeveynlerin çocukları adına karar almalarına karşı” diyordu. Çocukların iyi ve mutlu bir çocukluk geçirmeleri gerektiğini söyledikten sonra ardından gelen cümle onun bakışlarının tercümesi gibi olmuştu bana; “ben mutlu bir çocukluk geçiremedim.” Geçmişte yaşayan bir kadın olduğunu buradan da anlayabiliriz. Şu da olabilir aslında; vasat bir hayatı olsaydı eminim ki ünlü bir sanatçının da yerinde olmak isteyebilirdi çünkü insan elinde olmayan, yaşayamadığı bir şeylere her zaman özlem duyar. Mesela ben şu an İstanbul’dayım ama Bodrum’u özlüyorum, Bodrum’da yerleşik bir hayatım olsaydı bu sefer İstanbul’u özleyecektim her ne kadar özlenecek bir hali kalmadıysa da…

Fakat “an”dan bahsetmemiz gerekirse Callas böyle bir hayatın içinde büyümüş. Şu an onun hüznüne ortak olmamız gerek.

Bir zaman sonra ailecek Amerika’dan Yunanistan’a giderler ve Atina konservatuarına kabul edilir Callas. Yıllar birbirini kovalar ve Maria Callas tüm dünyanın ayakta alkışladığı bir soprano olur. Peki mutlu muydu? Hayır! Yine bir söyleşisinde; “sadece bir ailem, eşim ve çocuklarımın olmasını isterdim” demişti. Çok şaşırmıştım. Benzer bir cümleyi Coco Channel’den de duymuştum. O da dünya modasına yön veren dev bir markanın kurucusuydu ama yalnız ve mutsuzdu. Bir isim daha var ki, Leyla Gencer… 



O da Türk soprano. İtalyanların bağrına bastığı bir sanatçı. Kaderi tıpkı Maria Callas’ın kaderine benziyor diyebiliriz. Mutsuzluk, başarı ve yalnızlık bu kadınların ortak noktası. Leyla Gencer bir banka memuruyla evliydi. Çok fazla görüşemiyorlardı.

Bir fark var; Gencer işine âşıktı. “adanmış sanatçı” diye bahsediliyordu ardından ve Maria Callas’ın da sesine hayran olduğu biriydi Leyla Gencer. Bana sorarsanız sesi; Callas’tan çok daha güçlüdür. Ama kimin umurunda? En azından şu an benim umurumda.

Callas için işin başka bir boyutu da vardı mutsuzluğuna sebep; magazinciler! Hayatına yön vermeye çalışan haberciler onu sık sık üzüyordu. Bir limana sığınma isteği yıllar sonra karşısına ve bizlerin de karşısına; “sansasyonel hayatıyla da dikkat çeken sanatçı” olarak gelecekti. Başarılı ve ünlü bir kadının limana sığınma isteği ne olabilir? Güçlü bir eş. Onu bulmamıştı ve her zaman yarım kalmıştı bir şeyler. Ne kadın erkekten ne de erkek kadından üstündür. Eşit olma durumu ise tartışılır… Şu bir gerçek ki; herkesin bir limana ihtiyacı var. Bu hafta Maria Callas’tan ve biraz da Leyla Gencer’den bahsetmek istedim. Elbette bir sayfaya sığmayacak hayatlar ve güçlü karakterler. Biri Ege'de diğeriyse Marmara'nın sularında... 


BtL

28 Kasım 2020 Cumartesi

Anneanneme selâm

 Bir dolunay akşamındayız… Ortalık ne kadar da aydınlık. Bazen etrafımız aydınlık olsa da içimizde dolaşan bulutlar vardır ve gösterir yüzünü olur olmaz zamanlarda… Anneannemin fotoğrafına baktım uzun uzun. Bakışına manalar yükledim, aklından geçenleri hayal etmeye çalıştım. Kendi kendime bir karakter yarattım belki de farkında olmadan. 


Üsküdar...

Kırmızı kocaman ahşap bir kapı.

Taş duvar evin her tarafı.

Çan çalar, kapı açılır...

Sağlı sollu ortancalar, hurma ağacı kapının az ötesinde, güllerin kokusu gelenleri karşılar.

Dedemin atölyesinden gelen rutubet kokusu yayılırken bahçeye; Betül tahta sandalyeleri dizmiş evcilik oynuyor kendi kendine.

Girişte mermer lavabo, beyaz sabun kokusu çok gerçek, üzerine siniyor bir esintiyle.

Anneannemin rugan terlikleri kapının girişinde yine. Dedemin kılıcı duvarda asılı. Merdivenin korkulukları incecik...

Kocaman bir salon, siyah oval bir masa, üzerinde bir tarafta ince gelin sürahisi bir tarafta o zamanın balonu şimdinin karafı. Süslü tabak üzerinde bir bardak var ağzı dantelli. O zamanlar öyleydi.

Mutfak bastan aşağı mermer. Hep balık kokardı sanki... Yeşil tel dolap, o da hep kahvaltı kokardı pazar sabahları gibi.

Dut olmuş, gersinler ağacın altına bezi muşambayı...

Dedem cezve yapmış bakırdan, ne ferah kahveler döküldü o incecik fincanlara anneannemin elinden. Aynalı konsolun altında bir sekerlik her gidişimde elimi daldırdığım, üzerinde eski bir radyo sesi cızırtılı. Saatin tik takları gecen zamanın notaları gibi.

Tik tak tik tak

Aşağıdaki fırın gelmiş yüz yaşına, ekmek kokusu geliyor sokağın başından hâlâ.


BtL


21 Kasım 2020 Cumartesi

Alyoşa


Bir ressam düşünün… 

Kardeşlerinden biri benim gibi Bodrum âşığı olan Cevat Şakir Kabaağaçlı yani Halikarnas Balıkçısı, diğer kardeşi yine kendi gibi ressam olan Fahrünnisa Zeid. Oyuna konu olan ressam ise; Kabaağaçlızade Mehmet Şakir Paşa’nın kızı Aliye Berger.

Aliye Berger, Türkiye’nin ilk kazıma ve oyma gravür sanatçılarındandır. Resimleriyle de adından söz ettiren sanatçıyı oyunda daha ziyade ressam kimliğiyle görüyoruz. 

Kabına sığmayan bir Aliye Berger var sahnenin ortasında. Renklere âşık fakat kurallara, kalıplara düşman. İçinde öyle bir çocuk yaşıyor ki, çocuktan daha da çocuk. 

Aliye Berger’in hayatını Alyoşa adlı kitapta okumuştum. O kitabın açıklamasında Gülriz Sururi şöyle diyordu (Gülriz’i de çok severdim, selam olsun ona): 

“Hayatımda Aliye Berger kadar hem snob hem de aynı anda bohem olan başka biriyle daha tanışmadım.”

Bu arada oyunun sahnesi muhteşemdi. Bu oyunu iki yıl önce de izlemiştim. Başrol oyuncusunu anmadan geçmek olmaz; bu oyundaki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü alan ve birçok diziden de tanıdığımız Seray Gözler’i tebrik ediyorum. Performansı olağanüstü. 

Oyunun ilk kısmında Alyoşa yani Aliye Berger’i sıkışmış görüyoruz. Kendi içinde, kendi dünyasında. Durmadan içiyor; içki ve sigarayla dost olduğunu anlıyoruz peki ama neden? 

Bir şovalenin karşısında üzerinde önlük resim yapan bir kadın var; bu kadın Alyoşa’nın kız kardeşi. Alyoşa’yı durmadan tenkit eden ve kendisiyle ilgilenilmesini isteyen biri. En iyi ressam o, her şeyi bilen o, en iyi konuşan o… Alyoşa ise kendini ifade edememekten muzdarip. Alyoşa renkleri seviyor. Rengârenk giyiniyor. Yatak örtüsü, kıyafetleri rengârenk. Bu bir isyandı belki de. Fakat onu kimse anlamıyordu. Yalnızlığın sembolü gibi Alyoşa.

Kardeşinin olmadığı bir zaman şovalenin karşısına geçiyor ve eline fırçayı paleti alıp karşıda ne görüyorsa resmediyor. Kardeşi geliyor ve tuvaldeki resmi görünce öfkeleniyor, kıskanıyor fakat bunu asla belli etmiyor, yine tenkit ediyor Alyoşa’yı.

Olaylar içinde olaylar…

Alyoşa çılgın bir âşıktır aynı zamanda. Keman dersleri aldığı Karl Berger’e âşık olur. Çapkın Karl yüzünden Alyoşa birini vurur. Bunların hepsi gerçek hayatta yaşanmış olaylardır bu arada. 

Bu uzun oyunu uzun uzadıya anlatmak istemiyorum burada çünkü anlatmakla bitecek bir oyun değil hele ki biyografik bir oyunsa saygıyla kısa kesip gidip sahnede izlemek gerekir. 

Şunu diyebilirim ki; hepimizin hayatta farklı tercihleri olur, olmuştur ve olacaktır. İnsanları renkleriyle kabul edebilmek belki de erdemlerin en güzeli. Tabi renk derken; anladınız siz onu. Deminden beri Alyoşa’yı konuşuyoruz. Bakın onun renkleri nelermiş, kendi ağzından birkaç satırla sonlandırıyorum bu yazıyı…

“İçtenlik öğretilmez; ne yaşamda ne sanatta. Okulu yoktur. Ne isem o oldum. Yaşadığım; güzellikleriyle, acılarıyla, aşklarıyla, ölümleriyle, başkaldırışım ve baş eğmelerimle, umutlarım ve umutsuzluklarımla yaşadığım, benim olan dünyayı yansıtmak istedim yapıtlarımda... Ama en çok, tüm bunları kucaklayan ve adına hayat dediğimiz olaydan, serüvenden etkilendim. Aşkla yaşadım. Ölümler bile öldüremedi bu bendeki aşkı. Ve coşkuyla, aşkla, sevgiyle yarattım ne yarattımsa.”


14 Kasım 2020 Cumartesi

Covit 19 ve ben

 


Bundan 15 gün kadar önce…

Halsizdim o gün, biraz da öksürük…

Eczaneden soğuk algınlığı ilacı aldım. Ayakta duracak halim yok. Bir gün içinde neredeyse 6 adet hap içtim; bana mısın demedi. Annemin ısrarıyla covit testi yaptırdım. Haydaa sonuç pozitif. Tomografiler, ilaçlar, karantina! Oysaki son haftalarda küçük kasabadan dışarı da çıkmamıştım, nereden geldin ey sevimsiz!

Ciğerdeki lekeleri görür görmez doktor “sen pozitif” çıkarsın demişti zaten. Pozitif biriyimdir de hani şu illet girmemiş olsaydı içeriye! Eh maske konusunda gevşek davranırsan olacağı da corona olurdu haliyle. Tıkayın ağzınızı burnunuzu!

Bana göründü 14 günlük ev hapsi. İlaç tedavisi başladı; o ne öksürük…

Yaşlıları vuruyor ya bu hastalık; vurur! Adamı öldürür. Diyorlar ya; evde grip gibi geçiyor… Yok öyle bir şey… Nefes alamıyorsunuz, ha buna nefes darlığı demiyorlar; ciğerdeki enfeksiyondan dolayı ayvayı yiyorsun yani; ciğerler yeterli gelmiyor. Kısa ve zor nefeslerle yaşamaya bakıyorsun. Bir hafta boyunca yere bir şeyler düşürdüm; kitap, kalem vesaire. Hepsi yerde kaldı. Neden? Eğilip almak mesele. Yere düşen bir şeyi aldıktan sonra dinlenmem gerekiyordu çünkü.

Düşündüm; acaba sigara içen biri olsaydım ne olurdu? Ya ölmüştüm ya da yoğun bakımdaydım!

Bir de uyutmuyor arkadaş! Sabahlara kadar izlemediğim belgesel kalmadı. Ne balığı, ne tilkisi, sansarı! Ama denizin derinliklerini tavsiye ederim. Bu dünyadan bambaşka bir dünyaya soyutlanıyorsunuz.

Bir haftanın sonunda nefes almaya başladım, yere düşenleri topladım. Daha iyiydim. İnsan iyileştiğine inanamıyor, nefes alıyorsunuz, biraz daha derin nefes alıyorsunuz tabi halen ciğerler o kadarına izin vermiyor ama biraz daha derin nefes alabildiğinizi hissetmek size yaşama sevinci veriyor.

“Evet, galiba geçti” diyor ve yaşadığınızı hissediyorsunuz.

Bir şeyler yemek istiyorsunuz; günlerdir kapalı olan iştahınız açılıyor…

Ne yesem, ne yesem… Birkaç gün koku da alamamıştım sahi. En sevdiğim parfüm şişesini burnuma sokup “sen nasıl kokuyordun” dediğimi hatırlıyorum; bugün kokladım da, nasıl da güzel kokuyor; orta notalardaki bergamut, ruhumu alt notalardaki ambere bırakıyordu dalga dalga.

Camı açtığımda esen rüzgârın artık beni yormadığını fark etmekse ayrı bir güzellikti. Rüzgârla bile itiş kakış yaşamıştık; yüzüme yüzüme estikçe alamadığım nefesi tıkıyordu burnumdan içeri. Beni içeri kapatıyordu her defasında… Camın arkasından “göreceksin gününü” dedikçe uğulduyordu camın aralığından küfür eder gibi!

Nihayet sonuç: negatif.

Bir daha gelir mi? Kim bilir.

 

23 Ekim 2020 Cuma

Fil

 


Kibrin zaman zaman abartılarak zaman zaman da yalın bir dille anlatıldığı ve oyuncuların performansıyla yükselen bir oyun Fil. Soren Ovesen’in yazdığı oyunda kendini dünyanın en büyük sihirbazı sanan bir adamla ona âşık yardımcısının hikâyesini izliyoruz. Adam anlaşılmamaktan yakınırken kadın onu sevgisiyle sarıp sarmalar fakat adam o kadar kibirlidir ki kadının yüzüne dahi bakmak istemez.

Adam aslında koskoca bir hiçken kendini çok yükseklerde görmeye devam eder ve bir gün şapkasından bir fil çıkaracağı iddiasında bulunur, yardımcı onu uyarır ve ona küçük bir hayvan çıkarmasını söyler, adam dinlemez yardımcısını. Zaten ne zaman dinliyor ki!

Basit bir anlatım ve kurguyla aslında iç içe yaşadığımız birçok insanın portresini görüyoruz oyunda.


9 Ekim 2020 Cuma

Fatih'in Delileri "Deliler"

 

Tarihte Fatih’in delileri diye adlandırılan ve Uç Beylerinin himayesinde olan bir ocaktı Deliler. Adından da anlaşılacağı üzere deliydiler. Fakat buradaki “deli” elbette akli noksanlıktan değil; gözü karalıktan, cesaretten ve hükümdara bağlılığın verdiği koruma güdüsüyle ölümden dahi korkmamaktan geliyor. Delilerin mazlum için, ülkesi için, Fatih için yapmayacağı şey yoktu. Onlara bir çeşit özel kuvvetler diyebilir miyiz? Diyebiliriz belki de. Tehlikeli ve yorucu bir hayatları olduğu için aile kurmadıkları da bilinenler arasında bu cesur askerlerin.

Osmanlı askeri sınıfının bir ocağı olan deliler her halleriyle farklıydılar; fiziki yapıları, güçleri ve giyimleri... Kıyafetleri filmde de gördüğümüz gibi tarihte de gerçekten hayvan derileri ve kürklerinden oluşuyordu. Onları tesadüfen gören olduğundaysa hiçbir şeye benzetemiyorlardı; belki indiler, belki cin ya da belki bir sırtlan ya da tilki… Delilerin ocaklarına bayrak deniyordu…

Filmde şamanik öğelere de fazlasıyla rastlıyoruz. Yetkin Dikincileri Baba Sultan rolünde görüyoruz; Deliler ordusunun duacısı diyebiliriz. Deliler ve Baba Sultan arasında mistik bir bağ olduğunu görüyoruz. Burada olay şöyle başlıyor; bildiğiniz üzere III. Vlad namı diğer Kazıklı Voyvoda ve diğer namıyla Kont Drakula Fatih Sultan Mehmet ile beraber Osmanlı Sarayında büyümüştür. Hatta Molla Gürani'den dersler aldığını biliyoruz. Osmanlı’nın ve dahi Fatih’in ona göstermiş olduğu tevazu, korumacılık ve dostluk onda farklı izler bırakmış ve Eflak Prensi Kont Drakula, içinde Osmanlıya kin duyarak büyümüştür.

Lakabından da anlaşılacağı üzere Kazıklı Voyvoda yakaladığı tüm Osmanlı askerlerini kazığa oturtmak suretiyle öldürmüştür. Ben bu hadiseyi yıllar önce okuduğumda açıkçası inanamamıştım ve filmde de tüm çıplaklığıyla bunu görüyor ve bu zulmü gerçekten hissediyoruz. Filmde Fatih’in yolladığı son elçiyi de korkunç bir şekilde katletmesiyle Fatih’in sabrı kalmaz ve Deliler ordusunu devreye sokar çünkü Kazıklı Voyvoda’nın hakkından ancak Deliler gelebilirdi!


(Cem Uçan)
Deliler’in başında Cem Uçan’ı görüyoruz… Rolünün hakkını sonuna kadar veren ve yüreğini ortaya koyarak oynayan bir oyuncu. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; bu film Türk yapıtları içinde, aksiyon açısından Hollywood’la yarışabilecek belki de tek film. Kostümünden, oyunculara, mekândan performansa kadar gerçekten büyük bir takdiri hak ediyor.

Filmine gittiğimde de bir yazı yazmıştım fakat bu kadar uzun olmadığını hatırlıyorum ki bu tarz filmler gerçekten sinemada izlenmeli. Geçenlerde TRT2’de rastlamıştım bu filme, eğer gitmeyen, izlemeyen varsa bir şekilde bulup izlesin.

Deliler özellikle Hz. Ömer’e olan bağlılıklarıyla bilinir. Onun cesareti, gücü ve adalet anlayışıyla yetişmiş olan delileri filmde de bu karakterde görüyoruz. 


(Erkan Petekkaya)

Heybetli olduklarından dolayı savaşlarda en önde yer alan deliler, düşman ordularına bakışları, giyimleri ve heybetli duruşlarıyla korku salardı. Filmin ilk başlarında delileri sayıca az görsek de onlar tarihte binleri bulan sayılarla savaşlara katılırlardı ki Kanuni’nin Mohaç savaşında 10 bin kişilik bir deliler ordusu olduğunu biliyoruz. Deliler deyince hoyrat, kaba, sadece öldüren, avlanan bir grup sanılmasın; bunlar tarihte iyi eğitilmiş, her milletten olan, adalet, merhamet ve cesaretle kuşanmış ayrıca istihbaratta da kullanılan çok kalabalık bir orduydu…

Filmde Kazıklı Voyvoda’yı Erkan Petekkaya oynuyor ve rolünün hakkını gerçekten veriyor. Başarılı oyuncuların yer aldığı bu yapıt keşke sinemada tekrar gösterime girse… Aklıma Mel Gibson’un oynadığı Braveheard filmi geldi… Nasıl güzel bir filmdi. Onu da sinemada izlemiştik ve sinemada kaç kez izlemiştik! O filmde sesin ne kadar önemli olduğunu anlamıştım. O zamanlar çocuktum neredeyse fakat o görsel şölene hayran olmanın yaş sınırı yoktu bence. Romantizmin aurasında hak arama mücadelesinin derinliğine inmiştik ve buna unutulmaz müzikleri, kılıç ve at sesleri hatta sessizliğin sesi eşlik etmişti. İşte deliler de en az Braveheard’ın aldığı alkış kadar alkışı hak ediyor. Elbette Hollywood’un imkânları Türkiye’de yok fakat bu kısıtlı imkanlar nispetinde bu başarıya ulaşmak takdire şayan.

Delilerde tüyleri diken diken eden sahne sona saklanmıştı ve Eflak Prensinin sonunun geldiği o sahne; bir grup delilerin binlerce deliye dönüştüğü o sahne… Evet, bence de bu film yeniden gösterime girmeli evet ütopik bir istek ama kimse kusura bakmasın, bu film bunu hak ediyor!

Ve…

19. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren delilerin ne mezarı vardır ne de isimleri fakat şunu bilmeli ki; hala onların yüce ruhlarıyla kuşatıldığımızı hissediyorum. Kimler gelmiş, kimler geçmiş derken bu isimsiz kahramanları unutmamak gerek… Belki şu an ayağını bastığın toprağın altında dahi bir deli vardır; ruhu seni izlerken, senin adına belki mutlu, belki de üzgündür…

Betül






5 Ekim 2020 Pazartesi

Karşılaşmalar /Sergi

 Karşılaşmalar sergisinde kadim dostum ve değerli sanatçımız Murat Kurt, sn. Beşir Ayvazoğlu, Bahri Genç ve diğer eser sahibi sanatçılarımızla güzel bir "karşılaşma" yaşadık... Hepsinin eline, aklına ve kalbine sağlık. Bu sergi kaçmaz; son gun: 21 EKİM/Tophane-İstanbul (Tophane-i Amire)







Murtaza

Özgür Sevimli’nin 2017’de yazıp yönettiği bir köy filmi Murtaza. Bu filmi dedesinden etkilenip yazdığını ifade eden yönetmenin bu anlamda anlattıkları beni filmle beraber daha da etkiledi…

Bir düğün imecesi ile başlayan film Murtaza ve iki yıl önce gözlerini kaybeden Sabure’nin hikayesini anlatıyor. Aslında keşke bu film 3 saat sürseydi;  filmdeki karanlığı daha fazla hissetseydim mesela, Sabure’nin elleri biraz daha titreseydi, küçük yaşında başından geçen o hadiseyi daha fazla duyumsayabilseydim. Hayatlar elbette bir saat ya da bir buçuk saate sığmaz ama izleyen kaygısıyla bence bu hayatların anlatıları kısa olmamalı.

Onulmaz bir yalnızlığın ve karanlığın içinde kıvranan Sabure ve kocası Murtaza bir dağ köyünde yaşıyorlar… Film Malatya’da çekildiği için kayısı detayı oldukça dikkat çekiyor.

Bir parça ekmek, bir bardak çayla sohbet kapılarının aralandığını ama kısa süren bu sohbetlerin ardında derin bir karanlık olduğunu hissediyoruz ve karanlık gittikçe büyüyor. Murtaza ve Sabure’nin çocukları İstanbul’da yaşıyor. Kızlarını kaybediyorlar fakat Murtaza bundan Sabure’ye bahsetmiyor. Aslında köyde yaşanan gerçekliğin ardında bir detay olarak kalıyor bu ölüm zira Murtaza kendini hala suçlu hissediyor. Karanlıkta kalan sadece Sabure değil aslında Murtaza.

Bir yanda her sabah güneşin karşısına geçip Alevi geleneklerince dualar eden yaşlı ve gözleri görmeyen bir kadın, bir tarafta vicdanıyla boğuşan bir adam.

Acaba siz de bir gece yalnızlığınızı kutsayıp, günün doğmasıyla; tek başınıza akan bir suda kirlerinizden ve yalnızlığından arınabilir miydiniz?

Betül



29 Eylül 2020 Salı

The Return (Dönüş)

 

Dönüş (The Return)

Hayatımda izlediğim en güzel film diyebilirim! İz bıraktı ve bir daha izleyebilir miyim bilmiyorum çünkü bazı filmleri izlemek, bazı kitapları yeniden okumak biraz cesaret istiyor. The Return ölümün ve hayatın başucumuzda durduğunu bir kez daha gösteriyor bizlere. Hikâye mükemmel, oyuncular mükemmel… Aklımdan şu geçti; Tarkovski hayatta olsaydı ve bu filmi izleseydi eminim içinden; “bunu ben çekmeliydim” derdi ve filmdeki tek fark belki 110 dakika değil de 180 dakika olurdu…

Ve iç burkan bir detay; filmdeki başrol oyuncusu Vladimir Garin dikkatimi çekti. “Ben bu çocuğu nereden hatırlıyorum, acaba nerede izledim” deyip dururken araştırdım ve oyuncunun film gösterime girmeden önce, filmde denize atladığı kuleden, eğlenme amaçlı atlayıp öldüğünü örendim… Buna da ayrıca üzüldüm…

Filme dönecek olursak; Anne ve büyükannesiyle yaşayan iki oğlan çocuğu var… Biri 12, diğeri 14-15 yaşlarında. Babaları 12 yıl sonra eve dönüyor… Durağan bir film gibi görünse de aslında oldukça agresif bir film. Çocuklar karşılarında babalarını görünce çok şaşırıyorlar. Ve babanın bir kararı var; çocukları birkaç günlüğüne bir adaya götürüp vakit geçirmek. Fakat adam bazı yorumculara göre egosu olan biri. Fakat bana göre ilişki kurmayı beceremeyen bir adam. Bazen karşımızdaki kişinin sergilediği tavrı yanlış yorumlarız, bu da ona benziyor; bana göre bu adam çocuklarıyla ilişki kuramıyor. Nasıl davranacağını bilemiyor.

İzlerken adam için; sinirli diyemiyorum, öfkeli de değil, çocuklarından nefret de etmiyor, otorite sağlamaya çalışıyor desem zaten 12 yıldır yok şu an otoritenin zamanı değil diyorum ve yol; ilişki kuramadığına çıkıyor. Çok sert. Özellikle küçük çocukla aralarında anında bir uçurum açılıyor. Adaya gidiyorlar ve adaya giderken de bir dizi hadise yaşanıyor.

Sahnelerin hepsi birbirinden güzel... Tarkovski bir seminerinde şöyle diyordu: “sinema renkli olmamalı, ben sinemada renk sevmiyorum. Bütün anlamı kayboluyor sanki” diyordu… Buna katılmıyorum fakat 2003 yılında çekilmesine rağmen bu filmdeki renklere bakınca aklıma bu sözü geldi. Haklı olabilir miydi? Çünkü bu filmde fazla bir renk göremesek de görmeye çalıştığımız renkler sadece birer gölge gibi ama konuşan ve bir şeyler anlatan gölge gibilerdi. Bu olağan üstü filmin en güzel sahnesi de adamın sonsuzluğa gidişiydi ve ardından gelen bir çocuğun çığlığı.

Normal hayatlarını yaşarken ansızın babalarıyla karşılaşmaları; sanki tünelin ucundaki ışığa koşan iki kelebek gibi ona doğru koşmaları ve bu yolculuk içindeki şaşkınlıkları onlara çok şey yüklüyor… Çocuklar içlerine serpilen umuda sarınıp sarmalanırlarken birden bir el üzerlerindeki battaniyeyi çekip onları amansız bir soğuğa bırakıyor. İşte bu, maalesef kurulamayan bir ilişkinin karanlık gölgesiydi. Bazı filmler bana göre İlhan Berk şiirleri gibi ya da Edip Cansever’in satırları gibi ya da Shakespeare’nin oyunları gibi… Tarkovski filmlerini ancak böyle okuyabiliriz… Bu filmi de öyle belki; bütünü anlamak yerine satır satır okumak, o anı yakalamak…

BtL

Her Şey Yolundaymış Gibi

 


Neil LaBute’un modern zaman ilişkileri üzerine yazdığı oyun çıkmaza giren ilişkileri sorguluyor.

Adından da anlaşılacağı üzere “her şey yolundaymış gibi” hayatın devam ettiğine vurgu yapan oyun üç bölümden oluşuyor daha doğrusu; perde açılınca üç kısa oyunla baş başa kalıyoruz. Devlet Tiyatroları sahnesinde çok fazla ilgi göreceğini düşündüğüm ve yine bizleri anlatan etkileyici bir oyundu. Eminim birçoğumuzun hayatında bir şeyler yolundaymış gibi devam ediyordur ve aslında hiçbir şey yolunda değildir. Üç kısa oyunda da tüm çıplaklığıyla bunu görüyoruz.

Özellikle ilk oyun beni çok etkiledi. Kadın ve erkeğin bakış açılarının ne kadar farklı olduğunu iyi bir dille anlatan yazar ve çok iyi performans sergileyen oyuncular sayesinde bir kez daha gördük… Hepsinden önce; ilk dakikalarda sergilenen ve üç oyunu da içine alan performansa bayıldım.

Burada yasak ilişkiden normal ilişkiye kadar ortaya çıkan ve çıkabilecek birçok sorunu ve sorunların sebeplerini tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Aslında bir şeylerin farkında olduğumuzu fakat görmek istemediğimizi belki de ilişkinin sorumluluğundan kaçtığımızı ve bu kaçışlarla bir gün yüzleşeceğimizi bizlere gösteriyor.

Her insanın yaşadığı ya da yaşayabileceği bu sahneler yine hayatın içindendi ve oyunun en başındaki gösteri insan beyninin, duygularının ne kadar çetrefilli olduğunu, verdiği ve vereceği kararların nelere yol açacağını çok güzel özetlemişti; ardından gelen üç hayat özeti ise aslında büyük birer dram. Bu yaşananları,  kişilerin farklı yorumlamaları ise her bireyin kendi doğruları içinde yol aldığını bir kez daha hatırlatıyor bizlere ve oyundan sonra; merhamet etmemiz gereken birine merhamet göstereceğiz ya da hayatından çıkmamız gereken birine veda edeceğiz kim bilir…

Bence bu oyunu kaçırmayın. Yazarı ve oyuncuları tebrik ediyorum.

BtLAşK

12 Eylül 2020 Cumartesi

Josef Bieder'in Yıldızının Parladığı Anlar (Aksesuarcı)

Ve nihayet Devlet Tiyatroları “perde” dedi ve ben de ilk oyunuma koşa koşa gittim. Bu hafta payıma düşen oyunsa; Jozef Bieder’in Yıldızının Parladığı anlar (Aksesuarcı)

İlk bakışta biraz karmaşık gibi görünse de oyunun ismi konusuna bakınca ve hele de izleyince tam manasıyla anlıyor insan.

Tek kişilik bir oyun diyebiliriz, oyunun bitmesine beş dakika kala bir oyuncu daha dahil oluyor fakat işin büyük bölümünü Ali İpin üstleniyor.

Aksesuarcı burada oyunlar için aksesuar yapan biri. Fakat bir gün salona girince karşısında kalabalık bir izleyici topluluğu görür. Aslında o günkü oyun iptal edilmiştir fakat izleyicilere haber verilmemiştir. Dolayısıyla bütün izleyiciler durumdan habersiz yerlerini almış, oyunun başlamasını beklemektedir.




Aksesuarcı yaşlı biridir. Aslında hayatında olmak isteyip de olamadığı o kadar çok şey vardır ki, mesela balet olmak, mesela şarkıcı olmak. Hani zaman zaman bizlerde bir fırsatını bulduğumuzda kendimizi anlatırız ya, yapmak isteyip yapamadıklarımızı, kendimizi görmek istediğimiz yeri kendi lisanımızca anlatırız ya ve aslında bulunduğumuz yerin çok ama çok üstlerine layığızdır hep…

İşte bu aksesuarcı tam da bunu anlatıyor izleyicisine. Aslında yine bize bizi anlattı bir oyun.

Kendimizi başarılı birileriyle kıyaslarız ve bu kıyaslamanın sonunda yine en iyi olan bizizdir.

Ama şunu itiraf etmem gerekir ki aksesuarcı işine gerçekten aşık… Sanata ve sanatçıya da öyle. Kim bilir belki de sanatçılara gıpta ediyordur.

Ve sahnedeki aksesuarlar… Eski eşyalara merakımdan, oyunu izlerken gözüm hep sağda solda oldu. Eski şamdanlar, koltuklar, mumlar, karaflar, kadehler, porselen bebekler…

Ve bir de sürpriz oyuncu vardı… Tatlı küçük bir köpek. Sahnede bir köpek görmek keyifliydi. İnsanlar oyuncuyu bırakıp köpeğe odaklandı ama gerçekten bu ilgiyi hak edecek bir sevimliliği vardı. Oyun içinde minik bir rolü olsa da hakkını verdi doğrusu.

Ve oyunun sonu dramatik bir şekilde bitti. Sonunu anlatmayacağım fakat şunu diyebilirim ki; insan ve insanın peşinden gelen her ne varsa, buna ister kader deyin, ister başka bir şey, o şey her yerde aynı.

Dünyanın neresinde olursanız olun, hayaller, gerçekler, dramlar, beklentiler ve sonlar hep aynı…

Güzel bir oyundu, tebrik ediyorum.

8 Eylül 2020 Salı

İki Dost


Sahil kenarında küçük masaların kurulduğu salaş bir meyhane vardı.

İki dost karşılıklı sohbet ediyorlardı.

Konular iyiden iyiye derinleşmiş, cevabı olmayan sorular ardı arkasına gelmeye başlamıştı.

Adam kadehin tamamını içmiş, elinin tersiyle ağzının kenarını sildikten sonra, gözleri kamaşmış bir şekilde karşısında durana şu soruyu sormuştu:

“Sen hiç pişman olmadın mı?”

Karşısında duran koca deniz feneri her zamankinden çok daha suskundu.


BtLÂşK

8 Ağustos 2020 Cumartesi

İklimler ve Nuri Bilge Ceylan

 İklimler, Nuri Bilge Ceylan’ın 2006 da çektiği ve ona Altın Portakal’da en iyi yöneten ödülünü getiren film. Filmi dikkat çekici hale getiren şeylerden biri de başrollerini Nuri Bilge ve eşi Ebru Ceylan’ın oynuyor olması.




Aslında bu Nuri Bilge filmlerini bilenler için çok şaşırtıcı olmasa gerek ki önceki filmlerinde de aile bireylerini izlemiştik. Ve Nuri Bilge, izleyenlere bu tecrübesiyle asıl önemli olanın ne hissettikleri olduğunu öğretmiş oldu.

İklimler filmi Kaş’taki bir antik kentte başlıyor. Mevsimlerden yaz.

İsa’yı Nuri Bilge, Bahar’ı da Ebru Ceylan oynuyor. Bazı filmler zamansızdır. Bu filmde onlardan biri çünkü insan odaklı.

Film duyguların da iklimi olduğunu hatırlatıyor izlerken…

İsa ve Bahar iki sevgili. Birlikte Kaş’a tatile gidiyorlar. Fakat aralarında bir sorun var. İlk başta somut bir şekilde anlaşılmasa da ilerleyen zamanlarda ortaya çıkıyor.

Burada güzel olan şey; duyguların geçişini hissederek izliyorsunuz. Kaygısız ve olduğu gibi.

Çift bir otele yerleşiyor. Fakat keyifleri yok… Birbirlerinden koptukları belli. Bir aradalar ama birbirlerinden çok uzaktalar. Her biri kendi iklimi yaşıyor. 

Akşam bir dostlarına yemeğe gidiyorlar. Masa keyifsiz. İsa ve arkadaşı sohbetleriyle masayı renklendirmeye çalışsa da Bahar’ın buz gibi tavrı, İsa’ya yaptığı kinayelere yaz akşamı kış akşamına dönüyor.

Birkaç diyalog sonra meselenin bir kadından kaynaklandığını anlıyoruz. Ve Bahar’la İsa yollarını ayırıyor. Ertesi gün Bahar İstanbul’a dönerken, İsa Kaş’ta kalıyor… İsa mimardır. Oraya hem tatil hem de antik kentlerle alakalı inceleme yapmak için gittiğini anlıyoruz izlerken…

Bahar otobüse biner, İsa onu yolcu eder. Buz gibi bir vedanın ardından yorgun bakışlardaki hüznü ve umutsuzluğu görürüz.

İsa Bahar’ın kendinden uzaklaşmasına sebep olan Serap’ın evine gider İstanbul dönüşünde… Bahar bir film çekimi için Ağrı’ya gitmiştir. İsa bunu Serap’tan öğrenir. Sanat yönetmeni olan Bahar’ınsa bunlardan haberi yoktur tabii…

İsa Ağrı’ya gider. Serap’ın çalıştığı yere konuşlanır. Uzaktan Bahar’ı izler. Onu özlediği ve konuşmak istediği her halinden bellidir. Bir araya gelirler. Bahar biraz mesafeli davransa da yorulmuştur.

Birbirinden kopmuş fakat birbirlerine ihtiyacı olan bir adam ve bir kadın vardır ortada. İsa Bahar’ı İstanbul’a dönmeye ikna etmeye çalışsa da Bahar Ağrı’da kalmayı tercih eder.

Mevsim Kıştır…

Bahar umutsuz ve mutsuzdur…

İsa ise yalnızdır ve Sonbaharı anımsatır.

30 Mayıs 2020 Cumartesi



Kadın dişçisine gitmek için yola çıkar. Gider biner, iner, biner, iner ve gider... Daha vakti vardır. Dişçiye gitmeden önce kokoreç yemenin iyi olacağını düşünür, yanında da beş on midye... Hava isinmaya baslamistir. Çarşı çok canlidir. Her sey bahari andirir. Sokaklar, insanlar, magazalar. Mendil saticilarinin yaninda artik maske saticilari da vardir. "Maske uc lira" "Polyester" der kadın maskeye nefretle bakarak... "Hic bir seyi ayirtedemiyor bu millet" diye soylenir sessizce. Kokorec yer, midye yer... Yedikten sonra kalori hesabi yapar ve diyetisyenlerin neden bu iki gıdanın uzerine gittiklerini dusunur. Gunah cikartir hesabi oderken... "Bi daha yemicem valla" Soz verirken kasanin yanindan bir de magnet alir buzdolabina yapıştırmak icin... "Yemicem" "Yemicem" "Yicem lan" Acili midyenin enfes tadi damagini terk edecek gibi degildir. Kadin dişçinin sokagindadir. Randevuya 15 dakika vardir. Hava sicaktir. Bir banka oturur ve sicaktan isil isil isildayan yagli suratini pudralamaya baslar. Pudralar pudralar... Her yer bembeyaz olur. Ortaligi sis kaplar... Kadin zor bela karsi kaldirima gecer. Binaya girer. Disci koltuguna oturur. Sis dagilir, garson gelir. "Başka bir arzunuz var mi hanfendi?" "Bir kova midye, acili olsun!" BtL #midyecikoray

22 Nisan 2020 Çarşamba

Söğüt Ağacı (Ekspresyonist senaryolar)


Her gece camın önüne geçip karşı kaldırımdaki söğüt ağacını izliyordu...
Bir gece, bir gece daha…

Güneşin ilk ışıklarıyla oda aydınlanmaya başlar. Kadın yorganın altında kımıldanır. Birden yüzündeki yorganı aşağı çeker, gözleri kamaşır. Cama doğru bakar. Yağmur sesi gelir. Hava kararmıştır aniden. Kadın yatağından çıkar ve cama gider. Dışarıyı izler. Söğüt ağacının dalında mavi bir şey fark eder. Dala takılmış bir poşete benzetir. Duş almak için banyoya gider. Beyaz bir bornozla çıkar banyodan. Saçlarına sardığı havluyu açar, nemli saçlarını elleriyle omzuna yayar…

Cama gider… Mavi şey yerinde yoktur. Ağacın dalı diğerleriyle birlikte sağa sola savrulur. Kadın bornozunu çıkartır, giyinmeye başlar. Bu arada cama doğru bakar hep. İçinde tuhaf bir his oluşur kadının. Gözünü aklını ağaçta gördüğü şeyden alamaz. Aceleyle saçlarını toplar, yağmurluk giyer ve ağacın önüne gider. Sağına soluna, dallarına bakar. Daha sonra evin penceresine bakar. Kadının ağaca baktığı yerde mavi bir baykuş görür.

Koşarak eve çıkar. Anahtarı kilide sokar fakat kapı bir türlü açılmaz. Kadın bağırmaya başlar.
“Kimsin sen? Nesin? Aç şu kapıyı!”
Mavi bir taksi kadının üzerine su sıçratır. Kadın irkilir ve karşısındaki apartmanın camına bakar. Camda beyaz bornozlu bir kadın dışarıyı izliyordur elinde kahve fincanıyla.
Otobüs gelir, kadın otobüse biner, gider.



16 Nisan 2020 Perşembe

Şiir deyip geçme sakın

Nazim'dan Orhan'a, Shakespeare'den Puskin'e, Goethe'den, Attila'ya, Cemal'den, Faruk'a...
Ama illa Orhan, illa Orhan.

Serbest siir sevdigimden midir, Orhan Veli hep en basta benim icin. Bunun icin verdigi edebiyat savasindan midir bilmem ayrica da...

Baba der ki; "Simdi evime girsem bile, biraz sonra cikabilirim. Madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim ve madem ki sokaklar kimsenin degil"
Şiirlere siginin bu gunlerde... Gunes'in sicagindan farki yoktur onlarin. Bir fincan kahveyi anlamli kilar; Cemal'in yazdiklarina gulerken, bakmissin Attilla ile agliyorsun.

" Pencere, en iyisi pencere; gecen kuslari gorursun hic olmazsa, dort duvari gorecegine"

Siirle buyuyebilseydi bu millet. Sadece siirle, o bile yeterdi bence.




6 Mart 2020 Cuma

Bir kalbin Çöküşü


Kalp maalesef sadece hayatta kalmamız için kan pompalayan kastan ibaret bir organ değil… Evet, öyle aslında ama hayır öyle de değil aslında!
Üzülürüz kalpten bahsederiz…
Seviniriz kalbimiz “pıt pıt” atar…
Hep kalp hep kalp.




İşte buna güzel bir örnek olan Bir Kalbin Çöküşünü (Stefan Zweig )okudum. Hastalıkların, ölümlerin birçoğunun stresten kaynaklandığını bir kez daha anlıyorsunuz kitabın kapağını kapattığınızda.
Şu an kitabın içeriğinin bir önemi yok, önemli olan şey; bir insanın ya da bir kalbin ne kadar dayanıklı olduğu? Çok dayanıklı değil. Üzgün olduğumuz zaman işlerimiz bir türlü rast gitmez. Yaşayan bir ölü gibiyizdir tıpkı kitaptaki Bay Salamonsohn gibi!
Duymayız, önümüzü dahi görmeyiz, o an her ne oluyorsa umurumuzda olmaz çünkü kalbimiz ölmek üzeredir. Siyah bir gölgenin peşinden gidiyor gibi hissederiz.
Sorumsuz ve bencil insanların gölgesidir bu. O umarsızca nefes alıp verirken ve hatta mutluyken siz onun arkasını toplamakla uğraşıyorsunuzdur. Kalbinizi yoransa onun bununu farkında olmayışıdır ya da farkında değilmiş gibi yapmasıdır.
“Ben insan değil miyim” demeye başlarsınız. Aranıza mesafeler girer. Nefret etmeye başlarsınız karşınızdakine ya da karşınızdakilere. Ama yinede kavganızı içinizde yaşarsınız. İçiniz içinizi yerken kimse sizin ne yaşadığınızı bilmez, fark etmez bile.
Ve bir gün Bay Salamonsohn gibi yaşlanamadan öbür dünyaya göçersiniz ve arkanızdan ağlayanlar sizin için sadece şunları söylerler; “daha çok gençti”
Bunun olmasını istemiyorsanız  karşınızdakilerle her zaman konuşmayı deneyin. Bir şey kaybetmezsiniz. Hakkınızı her zaman savunun ve cesurca kavga (sözle) edin ama kendinizle değil. Sizi üzen her kimse onunla. Ve kalbinizi yorup kendinizi ve sizi sevenleri üzmeyin.

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...