Kalp maalesef sadece hayatta kalmamız için kan pompalayan
kastan ibaret bir organ değil… Evet, öyle aslında ama hayır öyle de değil
aslında!
Üzülürüz kalpten bahsederiz…
Seviniriz kalbimiz “pıt pıt” atar…
Hep kalp hep kalp.
İşte buna güzel bir örnek olan Bir Kalbin Çöküşünü (Stefan Zweig )okudum. Hastalıkların, ölümlerin
birçoğunun stresten kaynaklandığını bir kez daha anlıyorsunuz kitabın kapağını
kapattığınızda.
Şu an kitabın içeriğinin bir önemi yok, önemli olan şey; bir
insanın ya da bir kalbin ne kadar dayanıklı olduğu? Çok dayanıklı değil. Üzgün
olduğumuz zaman işlerimiz bir türlü rast gitmez. Yaşayan bir ölü gibiyizdir
tıpkı kitaptaki Bay Salamonsohn gibi!
Duymayız, önümüzü dahi görmeyiz, o an her ne oluyorsa
umurumuzda olmaz çünkü kalbimiz ölmek üzeredir. Siyah bir gölgenin peşinden
gidiyor gibi hissederiz.
Sorumsuz ve bencil insanların gölgesidir bu. O umarsızca
nefes alıp verirken ve hatta mutluyken siz onun arkasını toplamakla
uğraşıyorsunuzdur. Kalbinizi yoransa onun bununu farkında olmayışıdır ya da
farkında değilmiş gibi yapmasıdır.
“Ben insan değil miyim” demeye başlarsınız. Aranıza
mesafeler girer. Nefret etmeye başlarsınız karşınızdakine ya da
karşınızdakilere. Ama yinede kavganızı içinizde yaşarsınız. İçiniz içinizi
yerken kimse sizin ne yaşadığınızı bilmez, fark etmez bile.
Ve bir gün Bay Salamonsohn gibi yaşlanamadan öbür dünyaya
göçersiniz ve arkanızdan ağlayanlar sizin için sadece şunları söylerler; “daha
çok gençti”
Bunun olmasını istemiyorsanız karşınızdakilerle her zaman konuşmayı
deneyin. Bir şey kaybetmezsiniz. Hakkınızı her zaman savunun ve cesurca kavga
(sözle) edin ama kendinizle değil. Sizi üzen her kimse onunla. Ve kalbinizi
yorup kendinizi ve sizi sevenleri üzmeyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder