Dönüş (The
Return)
Hayatımda
izlediğim en güzel film diyebilirim! İz bıraktı ve bir daha izleyebilir miyim
bilmiyorum çünkü bazı filmleri izlemek, bazı kitapları yeniden okumak biraz
cesaret istiyor. The Return ölümün ve hayatın başucumuzda durduğunu bir kez
daha gösteriyor bizlere. Hikâye mükemmel, oyuncular mükemmel… Aklımdan şu
geçti; Tarkovski hayatta olsaydı ve bu filmi izleseydi eminim içinden; “bunu
ben çekmeliydim” derdi ve filmdeki tek fark belki 110 dakika değil de 180
dakika olurdu…
Ve iç burkan
bir detay; filmdeki başrol oyuncusu Vladimir Garin dikkatimi çekti. “Ben bu
çocuğu nereden hatırlıyorum, acaba nerede izledim” deyip dururken araştırdım ve
oyuncunun film gösterime girmeden önce, filmde denize atladığı kuleden, eğlenme
amaçlı atlayıp öldüğünü örendim… Buna da ayrıca üzüldüm…
Filme
dönecek olursak; Anne ve büyükannesiyle yaşayan iki oğlan çocuğu var… Biri 12,
diğeri 14-15 yaşlarında. Babaları 12 yıl sonra eve dönüyor… Durağan bir film gibi
görünse de aslında oldukça agresif bir film. Çocuklar karşılarında babalarını
görünce çok şaşırıyorlar. Ve babanın bir kararı var; çocukları birkaç günlüğüne
bir adaya götürüp vakit geçirmek. Fakat adam bazı yorumculara göre egosu olan
biri. Fakat bana göre ilişki kurmayı beceremeyen bir adam. Bazen karşımızdaki
kişinin sergilediği tavrı yanlış yorumlarız, bu da ona benziyor; bana göre bu
adam çocuklarıyla ilişki kuramıyor. Nasıl davranacağını bilemiyor.
İzlerken
adam için; sinirli diyemiyorum, öfkeli de değil, çocuklarından nefret de
etmiyor, otorite sağlamaya çalışıyor desem zaten 12 yıldır yok şu an otoritenin
zamanı değil diyorum ve yol; ilişki kuramadığına çıkıyor. Çok sert. Özellikle
küçük çocukla aralarında anında bir uçurum açılıyor. Adaya gidiyorlar ve adaya
giderken de bir dizi hadise yaşanıyor.
Sahnelerin
hepsi birbirinden güzel... Tarkovski bir seminerinde şöyle diyordu: “sinema
renkli olmamalı, ben sinemada renk sevmiyorum. Bütün anlamı kayboluyor sanki”
diyordu… Buna katılmıyorum fakat 2003 yılında çekilmesine rağmen bu filmdeki
renklere bakınca aklıma bu sözü geldi. Haklı olabilir miydi? Çünkü bu filmde
fazla bir renk göremesek de görmeye çalıştığımız renkler sadece birer gölge
gibi ama konuşan ve bir şeyler anlatan gölge gibilerdi. Bu olağan üstü filmin
en güzel sahnesi de adamın sonsuzluğa gidişiydi ve ardından gelen bir çocuğun
çığlığı.
Normal
hayatlarını yaşarken ansızın babalarıyla karşılaşmaları; sanki tünelin ucundaki
ışığa koşan iki kelebek gibi ona doğru koşmaları ve bu yolculuk içindeki
şaşkınlıkları onlara çok şey yüklüyor… Çocuklar içlerine serpilen umuda sarınıp
sarmalanırlarken birden bir el üzerlerindeki battaniyeyi çekip onları amansız
bir soğuğa bırakıyor. İşte bu, maalesef kurulamayan bir ilişkinin karanlık
gölgesiydi. Bazı filmler bana göre İlhan Berk şiirleri gibi ya da Edip
Cansever’in satırları gibi ya da Shakespeare’nin oyunları gibi… Tarkovski
filmlerini ancak böyle okuyabiliriz… Bu filmi de öyle belki; bütünü anlamak
yerine satır satır okumak, o anı yakalamak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder