30 Kasım 2017 Perşembe

Şiirlerim

Şiirlerimi toparlamak istedim ve şiir dosyamı açtım... Bir çoğu yıllar önce yazdıklarım. Bir çoğunu "bunu ben mi yazdım" diyorum. Kimini revize ediyorum fakat bazen kendimi durduruyorum çünkü bu o zamanki duygularıma ihanet gibi geliyor. Hikaye başkadır, roman başkadır, yazı yazmak başkadır fakat şiir çok ama çok başka. Orada tamamen duygularınız vardır. Edebiyat yapıldığı için abartı sanatı da şiirin içine işlemiştir fakat duygular gerçektir. İşte bu yüzden diyorum ki; şiirlerini değiştirme Betül! 


HER ŞEY SENİNLE GÜZELDİ
Çok karanlık oluyor bazen yollar.
Bazen aydınlık.
Soğuk oluyor bazen…
Ama ruhunu hissettiğimde sıcak…
Islak yollarda bile ayak izlerini görüyorum.
Onlara basıp gideceğim diye bazen çocuklar gibi zıplıyorum.
Gök gürlüyor meselâ…
Gözlerimi kapatıyorum.
Yağmur yağıyor oluk oluk!
Yetmiyor, ellerimle sıkı sıkı bastırıyorum gözlerime…
Açtığımda gözlerimi, ayak izlerini göremiyorum.
Yerler kurumuş, yağmurdan eser yok.
Dolunay, gümüşten bir yol seriyor önüme.
Mandolin çalıyor yaşlı bir adam her seferinde…
Bir pelerin buluyorum yerde serilmiş öylece.
Bir kalem bir de kâğıt…
Bir şeyler yazılmış silinmiş, yazılmış ve yine silinmiş.
Bu her seferinde böyle…
Ve ben, uykuyla uyanıklık arasında ki yakazalar da seninle…
Ve ben, kum saatinin o en ince yerinde…
Mandolinin sesi yankılanıyor yine yerde ve gökte…
Senin sesinle birlikte…


14 Kasım 2017 Salı

FRİDA

Frida'nın hayatını okuyorum. Daha önce de farklı kalemlerden okumuştum. Bu sanırım onun gerçekten bir yakını. Ve ilerleyen sayfalarda şöyle bir cümle geçiyor: "yeni ay doğmuştu ışıl ışıl... Uzanıp baktım belki bir yüz görürüm diye"
Demek Ay'a bakarken yüz görme olasılığı sadece benim aklımdan geçmiyormuş. Neden? Aslında bir yüz saklı değil mi orada? Size de öyle gelmiyor mu? Anneannem uzunca bir zaman göremeyeceği bir arkadaşıyla ya da komşusuyla ayrılırken; "beni görmek istediğin zaman Ay'a bak" dermiş. Yani insanlar  bir zamanlar Dolunayda buluşurmuş. Kurt adam değillerdi elbet. Ama şu bir gerçek ki; Dolunay'da bir değil bir çok yüz gizli...



Frida...

Siyasi tavrı, kocasıyla yaşadığı çalkantılı hayatının ötesinde acıları olan bir kadın. Geçirdiği trafik kazasının onda bıraktığı korkunç acılar. Yatağa mahkumiyet ve bu mahkumiyetin neticesinde ortaya çıkan otoportreler... Umutla umutsuzluk çizgisinde gidip gelen bir portre. Kimine göre dalga geçilmeyi hak eden bıyıkları vardı ki o dönemin Meksika'sında bir kadının sahip olduğu saygınlık bıyıklarıyla orantılıydı. Yani; ne kadar bıyık o kadar prestij. Kılın ve tüyün ötesinde gördüğüm şey; bakışlarına hapsettiği "gelecekte"yi görebiliyorum.

Yaşamın bir umuttan ibaret olduğunu anlatan ve umudu beklerken arayışları devam eden bir insanın bakışları...

Senin...
benim...
ve diğerlerinin bakışları gibi.


30 Ekim 2017 Pazartesi

Pierre Loti'ye Sabahın Ayazında Gidilmeli

Öğlene doğru değil…
Öğlen hiç değil…
Ya öğleden sonra?
Peki akşam?
Hiçbiri…
Pierre Loti’de çay, sabahın ayazında içilmeli.
Üzeri kırmızı beyaz kareli örtülerle örtülmüş masaların olduğu bahçeye inen merdivenler hafif ıslak olmalı.
Sandalyeler, masalara kapanıp uyuklayan yorgun bekçiler gibi olmalı.
Haliç ne görünüyor ne de görünmüyor… Sis çökmüş olmalı üzerine.
Sis bulutları, üzeri yazılmış çizilmiş sonra da silinmiş dev bir kâğıt gibi görünmeli, biraz da görünmemeli; kader gibi, alın yazısı gibi.
Oturacak yer ararken dokunmalısın tek tek sandalyelerin omuzlarına. Islanmalı parmak uçların bir akşam öncesinden kalmış gözyaşlarıyla.
Sisli puslu olmalı işte oraya gideceğin mevsim. Saatlerden sabahın körü, günlerden hiç fark etmez olmalı. Yaz ortası da olsa demir gibi soğuk olmalı her yer, rutubet kokmalı, biraz da Haliç…
Ne aymazların gürültüsü, ne çay kaşıklarının şıngırtısı ne de sandalyelerin gıcırtısı olmalı kulaklarına dolan. Olduğu olacağı, mezarların içinden çıkıp gelen iki kuzgunun sesi olmalı.
Masaya gelen çayın dumanı karşında duran köprüyü gümüş bir kemer gibi sararken sen, aklına üflemelisin bir sigaranın külüne üfler gibi. Her şey uçup gitmeli o saatte.
Çaya uzanan yorgun ellerine ağaçların yapraklarından çiğ taneleri düşmeli. Bir dilek tutmalısın içine İstanbul’u sığdırdığın o minik damlacıkları izlerken.
Kurşun kadar ağır dediğin her ne varsa bir sigara külü gibi uçup gitmeli. Ama illâki sabahın köründe, mutlaka sabahın köründe gitmeli.

Betül Âşık

25 Ekim 2017 Çarşamba

EGO

Ego ne korkunç bir şey. İnsanın üzerine alacağı ya da içinde büyüteceği en son ve çirkin şey. Tıpkı gecenin karanlığında aniden karşınıza çıkabilecek bir yaratık gibi. Hiç ummadığınız birinden ve ummadığınız bir zamanda aldığınız tepki de en az korkunç bir yaratık kadar ürkütür ve sizi oralardan uzaklaştırır.

Kaçarsınız. İnsandan kaçarsınız, hayattan kaçarsınız hatta yaşayıp yaşamadığınızı sorgularsınız.

Nerede olduğunuzu, nasıl olduğunuzu. Eğer insansanız kendinizi yoklarsınız.

Yoksa ben de korkunç bir canavar mıyım?

Şişin şişin şişin ve patlayın ama ortalığı kirletmeyin kibrinizle.

24 Ekim 2017 Salı

BEYOĞLU

Beyoğlu deyince aklıma ucu bucağı olmayan bir zenginlik geliyor. Kültür zenginliği, insan zenginliği, eşya zenginliği, yiyecek, giyecek "ne ararsam var" dediğimiz şeyler vardır ya işte onların toplamı olabilecek kadar büyük bir bir zenginlik. Hatta dil zenginliği, ırk zenginliği... Delicesine bir zenginlik bu.


Taksim'den İstiklâl Caddesine doğru baktığınız zaman gördüğünüz o insan seli inanılmaz bir görüntü. "Ne işi var bunca insanın burada?" Benim ne işim varsa onların da o işi var! Beyoğlu benim rutin adreslerimden biridir. Taksim, Cihangir ardından Galata... Yukarıdaki fotoğraf bana ait. Berbat bir çekim olduğunun farkındayım fakat internetten resim aşırmaktansa kötü de olsa kendi çektiğim fotoğrafları kullanmayı tercih ettim. Bunları Japonya'da yaşayan ve buraların özlemini çeken arkadaşıma messenger kamerası ile çekip yolladım ve buraya da eklemek istedim.

Taksim'e giderim de Kızılkayalar'da ıslak hamburger yemem mi :) Neredeyse 7 yaşımdan beri oranın hamburgerini yerim. Islak hamburger ve muzlu süt. Muzlu sütü duyanlar ağızlarını yamultuyor genellikle ama bu hamburgere anne eşliğinde ve 7 yaşında başlayınca sonuç bu! Ve hâlâ bu hamburgeri muzlu süt ile yerim. Bence deneyin :)





Bu arada Beyoğlu Sahaf Festivali'ni es geçmemem gerek. Kitaplar o kadar ucuzdu ki... Rastladığım 1949 baskı klasiklerse deyim yerindeyse şeker gibiydi... Tasvir ve detaylı karakter analizi meraklıları için işte size Balzac'ın bir kaç eseri. Sadece 5 TL



Ve ben; halen nekahat dönemindeyim diyebilirim. Gripten kurtuldum dediğiniz anda ani bir U dönüşü ile geliveriyor kapınıza. Kendinize dikkat edin! Görüşmek üzere :) 

18 Ekim 2017 Çarşamba

SÂDIK MI KAFKA MI?



Edebiyatseverler Kafka'yı bilirler hatta kimi bilmekten öte tanır ve eserlerini de ona göre yorumlar.




Bir de Doğu'nun Kafka'sı olarak ün yapmış ki, bana göre bu "ün"ü sonuna kadar hak eden bir yazar; Sadık Hidayet. Resim sanatıyla da ilgilenmiş olan Hidayet şöyle diyordu kendinden bahsederken:
"Hayat hikayemde önemli bir şey yok. Başımdan ilginç olaylar geçmedi, Ne yüksek bir mevki sahibiyim ne de sağlam bir diplomam var. Nerede çalışırsam çalışayım; silik, unutulmuş bir memurdum."

Buna benzer acı itiraflar Kafka'da da mevcuttur. özellikle Babaya Mektup adlı kitabını okumak gerçekten yürek ister. Orada gördüğünüz acziyeti sanırım hiç bir yerde göremeyiz. Çünkü o mektuplar her satırına kadar gerçek ve her satırı buram buram Kafka kokuyor. Onun ruhundan karamsar notlar ve anında geri dönüşler mevcut. Açıkçası ben o kitabı bitirememiştim. Bitirmeden bıraktığım bir kitap oldu Babaya Mektup.

İki yazarın arasındaki en büyük fark; birinin hastalık nedeniyle ölmesi diğerinin ise intihar ederek ölmüş olması.
"Fazla okumak lâzım değil, insanı delirtir ve hayatın gerisinde bırakır." demişti Sadık Hidayet. İlk intihar girişimini 25'inde gerçekleştirmiş fakat başarılı olmamıştır genç yazar. Diğer insanlara karşı yabancı olduğunu söylerken acaba bu dünyaya ait olmadığını mı itiraf ediyordu? Devamlı ölüm düşüncesiyle yaşayan yazar intihara dair bir çok şey söylemiştir.


Enteresan bir şekilde ölmeden önce eserlerinin bir çoğunu yakmıştır tıpkı Kafka gibi. Ölüm Sadık için gelecekti. İstediği gibi nefes alabilmek için ölümü tercih etmişti.

Sadık Kafka'dan daha sert bir bakış açısına sahip bana göre. Kafka'nın daha nahif daha kırılgan olduğunu düşünüyorum. Her şeyi içine atan belki zaman zaman ağlayan bir adam.

Sadık mı Kafka mı gibi bir soru vardı en başta. Böyle kıyaslamalar asla yapmam. Belki aramızda kıyas yapan farklı tahlillerde bulup ilginç sonuçlar çıkaran birileri vardır diye öyle bir başlık yazdım.

Kafka benim için için son noktayken Sadık'la tanıştım. Kör Baykuş'u benim benden aldı. Ama her ne olursa olsun Kafka Kafka, Sadık da Sadık. Ve ben her ikisine de sadığım... Ya siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hepinize mutlu bir Perşembe diliyorum... :)




8 Ekim 2017 Pazar

Jackson Pollock

Resimle ilgilendiğim dönemlerde... Aslında bu benim için korkunç bir ifade; "dönemlerde."
Çünkü resimle ilgilendiğim dönemlerde demek; artık resimle ilgilenmiyorum demektir. Fakat eskiden kullandığım tüm fırçalarım, paletim ve boyalarım hâlâ ve inatla gözümün önünde. Ve şunu da çok iyi biliyorum ki; bir gün şu an tuttuğum kalemi kırıp fırça tutmaya devam edeceğim.

Yazmak...
Yazmak alın teri demek, delirmek demek. Ve tüm bu "demeklerin" karşılığı maalesef yok. Peki, olmalı mı? Olmamalı. İtiraf ediyorum; kendim için yazıyorum. Toplumcu olduğum pek söylenemez, en azından geleceğim bu yönde değil. Sanat sanat içindir felsefesini savunuyorum. Postmodernist değilim, bir akımdan bahsetmem gerekirse eğer; modernist ve ekspresyonist demek isterim. Bir edebiyat Profesörü yapıtlarımı okuduktan sonra bana; "sen toplumcu modernist" oluyorsun demişti. Korkutmuştu bu beni. Kendimi hiç kimse ya da hiç bir şeyle sınırlamak istemiyorum. Bu istememek de belki bir çeşit sınır.

Jackson Pollock'a gelince. Zor bir adam Pollock, her hâliyle zor. Ben de bir zamanlar onun damlatma tekniği ile bir çok tablo yapmıştım. Gecelerce ona ait videoları izlemiştim hayranlıkla. Ağzında bitmeyen sigarası, boyalarla dansını izlerdim.



Bu akşam bir kez daha Ed Harris'in Pollock'unu izledim. Ve kalemimi kırmaya bir kez daha niyetlendim. Bana uzun zaman önce seçenek sunulmuştu; kalem mi (yazmak mı) yoksa boyaların mı? Ben kalemi tercih ettim. Üstelik akademiye hazırlanıyordum...  İçimde kalan ukde çok büyük ve derin. Bunu anlayan olur mu? Tabii ki hayır.
Şu fotoğrafa bakın; Pollock ile saatim bile aynı. Zaman bana yetmiyor ya da ben zamana fazlayım. Bu yüzden....
İşte bu yüzden...





6 Ekim 2017 Cuma

BİR İBİŞ VARDI ÇOCUKLUĞUMDAN KALAN

Çocukken Gülhane Parkında piknik yapardık. Çok giderdik. Hayvanat bahçesi denen yer dışında her köşesini severdim. Yeryüzünde Hayvanat Bahçesi diye bir şey olmasına karşıyım. Hiçbir canlı kafesle doğmadı zira.

Sonbaharda Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi'ne çıkan o geniş yolu ve yol üzerine dökülmüş Çınar yapraklarını seviyorum. Küçük ayaklarımla koşturduğum yollarda sarı ve kahverengine dönmüş, içine kapanmış yapraklarla oyun oynardım. Ağaçların yapraklarını neden düşürdüğünü düşünürdüm. Onların birer mektup olduğunu zannederdim. Kocaman ağaçlar mektup yazıp dünyaya bırakıyorlardı birileri okusun diye. Ağaçların arkasına saklanıp bekledim; biri gelip de mektupları toplayacak ve okuyacaktı. Fakat hiçbir zaman hiç kimse gelmedi.




Akşam oldu. Çocuk tiyatrosu zamanı… Sahneye ibiş çıktı. En sevdiğim. Duramadım ve sahnenin arkasına gittim. Bir baktım ki İbiş, İbiş değil. İlk hayâl kırklığım. O gözümde büyüttüğüm ve her seferinde özlemle gittiğim İbiş, sopaya tutturulmuş bir kuklaydı. Oysaki ben o kırmızı yanaklı küçük adamı gerçek sanıyordum. Koşa koşa ağaçlardan birine sarıldım. Ağlıyordum. Hayâllerim ve İbiş’e olan tüm inancımı yitirmiştim. Ve ağacın bana mektup göndermesini diliyordum. Bana yazmalıydı. Küçüktüm, okuyamazdım belki ama saklardım ve büyüyünce okurdum.
Islak gözlerim yukarıya bakıyordu hâlâ. Ve işte; aşağıya doğru kocaman bir yaprak geliyordu. Küçük avuçlarımı birleştirip elime konmasını sağladım. Beklediğim mektup gelmişti. Gülerek mutlu bir şekilde geri döndüm. Yalancı İbiş hâlâ bir şeyler anlatıyordu küçük sahnesinde. Bense demir, beyaz sandalyeyi kendime çektim zorlukla. Oturdum ve avucumu açtığımda yaprağın ufalanmış olduğunu gördüm.

Şimdi yine Gülhane’deyim. Elimdeki ufalanmış yaprağı alıp masaya gazoz bırakan garsonu düşünüyorum. Ve hâlâ merak ediyorum ne yazmıştı bana o ağaç. Karşısındayım, yine suskun ve sessiz duruyor. En benim kadar. 

5 Ekim 2017 Perşembe

KAPANSAM BİR ODAYA

Arşivleri karıştırdım. İyi mi yaptım bilmiyorum...
Eski fotoğraflar, yıllar önce yazdığım onlarca şiir...
Biriktirdiğim şarkılar...
Umutla süslediklerimin daha az olduğunu fark ettim. Gerçi hepsini okuyamadım ama başlıklarından belliydi. Kafka'yı bu yüzden seviyorum sanırım. Onu tanıma şansım olsaydı ne konuşurduk acaba? Tepemizde siyah bir bulutun bize arkadaşlık edeceğinden emin olabilirim.
İki kafkaesk umut ile umutsuzluk arasında gider gelirdik muhtemelen.

Piyanonun tuşlarında gidip gelen eller gibiydi sanırım ellerim o dönemlerde. Müzik ve şiir hayatımın büyük bir parçasıymış.

Charles Aznavor - La Boheme'sini dinliyorum.

Düşlüyorum; bilmediğim bir şehirdeyim. Hiç tanımadığım bir evin bir odasındayım. Loş bir ışık var. Bu ışık eski bir yazı masasını aydınlatıyor sadece. Pencere açık. Dışarısı karanlık. Perdeyi aralıyorum elimle. O kadar yorgunum ki, perdeyi aralarken diğer elimle masanın kenarına tutunuyorum. Dışarıya bakıyorum, hiç bir şey göremiyorum karanlıktan başka. Uzaklarda bir yerde deniz var sanırım. Kokusu burnuma geliyor. Dolunay var muhtemelen. Göremiyorum fakat deniz olduğunu tahmin ettiğim boşluktan gri-beyaz karışımı bir ışık huzmesi yükseliyor göğe doğru. Derin bir nefes almak istiyorum. O kadar yorgunum ki gücüm yetmiyor. Ya da ben öyle zannediyorum. O an ne kendimi tanıyabiliyorum ne de ne istediğimi biliyorum.

Bir kaç kuşun kanat sesleri geliyor kulağıma.

Dışarıya çıkmak istiyorum. Çevreyi tanımak için değil. Merak etmiyorum nerede olduğumu. Odanın kapısını açıyorum. Her yer karanlık. El yordamıyla küçük adımlar atarak ilerliyorum. Bir merdivenin başında olduğumu anlıyorum. Buz gibi olmuş ellerim bir korkuluğa tutunuyor. Aşağıya iniyorum sessizce. İndikçe bir saate yaklaştığımı anlıyorum.

Ben aşağıya inene kadar gün doğuyor. Ortalık kızıla bürünüyor.
Kızıl, kızıl... Bir çok şiirimde bu kelime geçiyor. Kızıl ve yakamoz. Denizin sesini duyuyorum.
Aşağıya indiğimde eski bir fotoğrafımı görüyorum duvarda.


Dolunay ve ben... Aynaya bakmış gibi hissediyorum. Deli gibi fotoğrafa bakıp yüzümü, gözümü düzeltmeye çalışıyorum. Fotoğrafa dokunuyorum. Ellerim ıslanıyor...
Charler Aznavur'un sesi yükseliyor, her şey susuyor.

2 Ekim 2017 Pazartesi

BURASI NEFES ALDIĞIM BİR ODA

Şu ara gerçekten nefes almaya ihtiyacım var.
Neden mi?
Bitirmem gereken bir romanım var.
Ekim ayında çıkacak olan "deneme" kitabıma isim bulmam gerek.
Sözlü Tarih çalışmasına hız vermem gerek ve neredeyse günde en az bir deşifre yapmalıyım

Sanırım rekora doğru koşuyorum. Ve tüm bunların yanı sıra devam etmem gereken kurslarım var. Bu zamansızlığın içinde onlara devam edebilecek miyim doğrusu merak konusu!

Ve bloğum!
Sevgili blok.
İyi ki varsın. Her ne kadar üç gündür yazamadıysam da...

Gerçekten doluyum! Fikirsel, zihinsel, işsel, derssel, kurssal, hayatsal, düşünsel.

Düşünsene!

Kitabıma isim bulmak için tüm beyin hücrelerim seferber olmuş. Ama tık yok!

Hiç mi?

Aslında o kadar çok ki. Birine tamam işte bu desem hemen bir diğer ses: hayır diyor.

Kitaplarıma sığınıyorum. Okumaya başlıyorum derken gözlerim raflarda duran kitapların isimlerini tarıyor. Dostoyevski'nin BUDALA'sına takılıyor gözüm. Diğer gözüm Tolstoy'un GENÇLİK'ine...

"Ne düşündünüz bu isimleri verirken" diye soruyorum her ikisine de...

Karşımda beliriveriyor her ikisi de. Tolstoy bir adım öne çıkıyor. Uzun ve kirli sakallarını sıvazlayarak bana gülümsüyor; düşün düşün b*ktur işin der gibi.

Kafamı silkeleyip bir kahve koyuyorum kendime.

Romanımın başına oturuyorum "yaz kızım" diyerek. Homurdanıyorum; her defasında aynı kaos. Çocuk olsa  daha kolay isim koyardım herhalde diye.

Evet...
Sevgili günlük. Bu kadar iç dökmek yeter sanırım.
Daha iyiyim. Daha iyi ve iyi gergin!

Siz de iyi olun...







26 Eylül 2017 Salı

Pabucumun hayâli...

Ömrü bitmişti bana göre. Su da alıyordu bir teki alttan alttan yağmur çiseleyince.
Dedim ki; ömrün tükendi yoldaş!
Aldım elime ikisini de tam sallıyordum ki çöp kutusuna…
Aklıma geldi resim atölyeleri arasında mekik dokumalarımız. Solmuştu da garibim. İlk aldığım günü hatırlarım. Pek bir parlıyordu. Şanına yakışmıyordu o kadar cillopluk. Şanı bilenlerince malûm.
Arabayla üstünden mi geçmedim, denize mi girmedim onunla. Eskimiş olmasındandı ya şânı hani.
Adına yakışır hale soktuktan sonra başlamıştı maceramız. İşte bunlar gelince aklıma, sevimli de kerata. Çöp kutusuna değil, çamaşır makinesine salladım…
Şimdi beni değil, ucunda kurumuş boyalarımın olduğu bir avuç fırçayı taşıyor.
Şeytan diyor ki kır kalemi dön atölyeye, bulan boyaya!

Her ne olursa olsun "sallamadan" önce bir değil bin kez düşünmeli...

Mutlu bir Çarşamba diliyorum hepinize...

Şu an ne mi dinliyorum?
Bette Midler - Wind Beneath My Wings

İyi geceler ;)
BtLÂşK

25 Eylül 2017 Pazartesi

Hatıralar, fotoğraflar ve Alaçatı hayali :)

Şu an kim bu sokakta olmak istemez...
İşte şu masada güzel bir kahvaltı...
Yaz bitti derken şimdi sırası mı? Peki neresi burası?
Alaçatı.

Buluştuğumuz tek nokta derken sadece bu sokağı ve o sevimli masalarda yiyeceklerimizi mi kastettim yani?

Aslında evet. Fakat bu sadece tek bir nokta. Her şeyden sıyrılıp birbirimize güler yüz ve saygı gösterdiğimiz zamanlardan bir kesit.

Bu kesitlere zaman zaman değineceğim. Bu birinci basamak olsun...

***
Peki ben ne mi yaptım bugün?
Çalışma odamı anca düzene sokabildim. Herkesin bir kutusu vardır değil mi? Hatıra kutusu...
O kutu olur olmaz karşınıza çıkar ve kapağını açtığınız an yıllar öncesine gidersiniz. Hatta öyle bir gidersiniz ki bu yirmi yılları bile bulur. Ben de bu gün bir çok fotoğrafla karşılaştım Ne zamandır görmediğim fotoğraflar, sakladığım kibrit kutuları hatta eski İETT otobüs bileti bile vardı içlerinde. Üzerinde 90'lı yılların tarihi olan peçeteleri saymıyorum hatta doğum kağıdım bile vardı. Anlayacağınız rastladıklarımı buraya yazsam sayfa yetmez.

Babası ve kızı :)


Ve... Yorgunum, hala bir ton iş beni bekliyor... Yarından sonra  kitaplı, filmli, gezili güzel günlüklerim olmasını diliyorum. Bitirmem gereken kitabımdan hiç bahsetmiyorum bile :) Ve tüm bunları yazarken Bette Midler eşlik ediyor o en sevdiğim şarkısıyla: " Wind Beneath My Wings"


Sağlıcakla kalın, güzel bir Salı günü sizleri bekliyor olsun...

Bir dakika! Şu an nerede mi olmak isterdim? Alaçatı'da. Şimdi gidebilirim :)



24 Eylül 2017 Pazar

Bir de ufak bir not iliştirmek istedim

Türkiye de yaşayabilmenin yolu Atatürk'ü ya da Abdülhamit'i anlamaktan geçmemeli artık. Nasılsa kimsenin kimseyi anlayacağı yok. Hatta anlamaya çalışmayın. Sadece sanatın bir ucundan tutun, koklayın en azından. Bu size bir ömür yetecektir ve gelecek nesiller size minnettar olacaktır. 





Bencilce bir tutkuyla sevmişti adamı…




Ve o adam Ed Harris’ti!
Yazık değil miydi Ed Harris’e?
Filmin etkisinde kalmak böyle bir şey. Ve yine bir çok kez izlediğim ve bu akşam sizin için de izlediğim bir filmin etkisiyle buradayım. Filmin adı: The Face of Love ( Aşkın Yüzü). Filmin konusu ilginç. Çok insanî, çok duygusal. Filmi film yapan da Ed Harris’in muhteşem oyunculuğu. Gördüğüm göreceğim bir numaralı karakter oyuncusu diyebilirim.


Bir kadının ardından bakışı “bir erkek bu durumda ancak böyle bakabilir” dedirtiyor insana. Adam sadece gözleriyle oynuyor diyebilirim.
Filmde orta yaşlarında eşini denizde boğulması suretiyle kaybeden bir kadın var. Beş yıldır yas tutan, eşinin yokluğuyla yaşamaya alışmış bir kadın. Tüm anıları kalbine gömmüş güzel bir kadın. Ara sıra gözünün önüne gelen tek şey; eşinin kumsalda boylu boyunca uzanmış cesedi ve yüzündeki kum taneleri.
Artık birlikte gittikleri yerlere gitmiyor, eşinin onun için yaptığı havuza da girmiyordu.
Ve bir gün…
Eşine tıpatıp benzeyen bir adamla karşılaşır yaslı kadın.

Düşünün…
Siz olsanız ne yapardınız bu durumda?
Onunla bir şekilde tanışıp bu garip rastlantıyı onunla paylaşır mıydınız yoksa…
Yoksa…
Bir dostuyla paylaşırken bu olayı; “Onun hala buralarda olduğuna inanmak” diye bir cümle kurdu kadın başını önüne eğerek ve umut solu bir gülümsemeyle.
Sadece bununla yaşamayı denemek...
 Sevdiğiniz insan bir daha dönmemek üzere gidiyor ve siz onun “buralarda” olma ihtimaliyle yaşamaya çalışıyorsunuz.
Düşünüyorum da, filmler sadece izlemek için yoklar, hatta düşünmemiz için de… Belki bilmediğimiz geleceğimize kendimizi hazırlamak için de varlar.

Özetle…
Kadının kocasına benzeyen adam da bekâr. O bir ressam. Bir üniversite de öğretmen. Fakat hayata küsmüş bir öğretmen. Bir şekilde tanışıyorlar ve birbirlerine aşık oluyorlar. Aslında kadın yıllardır aşık. Nasıl mı? Kadının onuna birlikte olmasının tek nedeni adamın kadının ölen eşine benziyor olması. Kadın aslında hala kocasına aşık ve adamın bundan haberi  yok!


Bu filmde beni mutlu eden tek şey şu oldu; hayata küsen bir sanatçının atölyesine gidip yeniden resim yapmaya başlaması. İşte aşkın nasıl bir şey olduğunu görüyorsunuz o sahnede… O mutlu adamın gülüşünü yüzümde hissettim. Çocukça sevinciniyse kalbimde…
Kadın onu bencilce bir tutkuyla sevmişti. Öyle ya da böyle sevmişti. En azından varlığını sevmişti.
Bu film de tekrar tekrar izlenmeyi hak ediyor…
Bu arada…
Ben gün boyu ne mi yaptım? Evimin geri kalan eşyalarını yerleştirdim. Bitti mi? Tabi ki hayır.
Size bir sır vereyim mi?
Evinizde ki tüm fazlalıkları atın. Giymediğiniz tüm kıyafetleri lütfen ihtiyaç sahiplerine verin. İnanın giymeyeceksiniz onları. Kilo verseniz de giymeyeceksiniz. Benden size garanti.
Paylaşmak iyidir ;)
Çok mutlu kalın…
Sendromsuz ve mutlu bir Pazartesi diliyorum hepinize… J



23 Eylül 2017 Cumartesi

İTİRAF ET BUGÜN NEYİ ERTELEDİN?

Evet, bu akşam itiraf akşamı olsun?
Kim neleri erteliyorsa yazsın… Sesi mi duyan var mı?
Orada mısınız?
Peki…
Dün gece Sonbahar’ı hissettim; “ben geldim uyan” diyordu sanki büzüldüğüm yatağımın başında! Ve devam etti Sonbahar konuşmaya; “Bu battaniyeyle donacaksın. Git yorganını bul Güneş’i görünce nereye tıktıysan!”
Elbette dediğini yapmadım. Yataktan çıkmak herkes gibi bana da zor geliyor çünkü.
Özlediğim ama gecenin o saatinde sevimsiz gelen Sonbahar serinliğine sarılarak uyumaya çalıştım. Hafta sonum boştu ve uyumaya çalışırken yapabileceklerimi gözden geçirmeye başladım.
Evet planım Sonbahar’ı karşılamak olacaktı. Ama özel ve çok güzel bir yerde olmalıydı bu.
Mesela yerlere dökülmüş sarı, kuru yaprakların süslediği yollar olmalıydı, Begonvillerin son çiçeklerini gösterdiği bahçe duvarları olmalıydı, deniz olmalıydı, denizin son günlerinin keyfini çıkaran insanlar olmalıydı.
Adalar!
Adalar ama hangisi? Kınalı olan. Evet Kınalıada bana her zaman daha sevimli gelmiştir. Bir turla bütün adayı gezebilirsiniz. Sevimli minik plajı ve şeker gibi sokaklarıyla Kınalıada çok cazip gelmişti Sonbahar’ı karşılamak için.
İşte bu planla uyuyup, uyandım. Aslında o kadar uykum vardı ki… İçimden; bugünü ve bu planı kaçırmamalısın dedim. Kalktım ve sadece bir kahve içip evden çıktım. Vapur saatinden emin değildim çünkü. Ve, evet 1.5 saat önce gitmiştim. Bu arada Kadıköy sahilinde çaylı poğaçalı kahvaltının ardından iki akbil karşılığında bindim vapura…
Bayağı da yolcusu varmış. Her çeşit insan. Onlar da ertelememişlerdi planlarını. Adaya gitmek çoğu insanın aklına gelmez bile… Ertelenen yerlerin başında geliyor bence.
Mesela sorsam size en son ne zaman gittiniz diye? Belki 10 kişiden biri net bir cevap verebilir. Hayatımdaki bu günüme güzel bir not düşmüş oldum.
Ve artık her mevsimi özel bir yerde karşılama kararı aldım. Sonbahar’ı adada karşıladım… Ya Kış? Bakalım Kış’ı nerede karşılayacağım?
Eğer ertelemiş olsaydım adayı göremeyecektim… Sahilde rastladığım kediyle yemeğimi paylaşamayacaktım, harika fotoğraflar çekemeyecektim, adanın yokuşunu tırmanırken rastlaştığımız ve birbirimizi tanımamamıza rağmen selamlaştığımız bayanla göz göze gelemeyecektim.
İstanbul’u izleyemeyecektim uzaklardan… Bir daha ki ada maceramız Burgazada olsun… Belli mi olur, karşılaşırız adanın bir köşesinde.
Çok mutlu olun ve güzellikleri ertelemeyin ;)

Sahi itiraf etmek demiştim; tamam itiraf ediyorum: adada bisiklet binmedim! J

22 Eylül 2017 Cuma

Bir Film Tereyağını Sevdirirse :)


Dün size Meryl Streep’in bir filmini izleyeceğimden bahsetmiştim. Bazı filmleri defalarca izlerim çünkü bunu hak edenler var aralarında. Kiminde yaşamak isteyip de yaşayamadığınız bir hayatı görürsünüz, kimindeyse yaşayıp kurtulduğunuz ve bir daha asla yaşamak istemeyeceğiniz bir hayatı ya da her hangi bir şeyi.
Filmin adı:  Julie & Julia. Birçoğunuz izlemişsinizdir belki. Yarı dönem filmi gibi bir şey. Hoş, şık, zarif, sevgi dolu bir film. Ve tereyağını kesinlikle sevdiriyor :) Meryl, filmdeki rolünde bir şey olmak istiyor. İşe yaramak, kendini ispat etmek gibi… Yeteneklerini sınıyor, düşünüyor. Şapkalara merakı var belki şapka yapma kursuna gidebilir ya da yemek! O yemeği tercih ediyor. Ve ünlü bir yemek kitabı yazarı oluyor uzun uğraşlar sonunda. Daha önce dediğim gibi ben film eleştirmeni değilim. En fazla oyunculardan ve filmin bende bıraktığı etkilerden bahsedebilirim o da büyük ihtimal duygusal olacaktır.
Bu arada, bu sene senaryo eğitimi alacağım çok değerli yönetmen & senarist Sabri Saydam’dan. Burada kulaklarını çınlatmadan geçemeyeceğim. O kulaklar çınlatılmayı hak ediyor. İdealist, öğretmek ve yetiştirmek isteyen bir isim. Bu kararı aldığımdan beri filmleri daha dikkatli izliyorum hatta notlar almaya başladım... Müstakbel öğretmenim kameraların arasında kaybolmuş ve kibre bulaşmış biri değil. Bu da insana umut veriyor doğrusu. Eşinden de alacağım dersler de var fakat onlar önümüzdeki günlüklere konu olacak. Orası kesin! Şimdilik merak edin J

Sahi film diyordum. Düz yazılara, roman yazmalara, şiir yazmaya alışığım fakat günlük gerçekten çok geniş bir alan. İnsan ister istemez konudan konuya atlayabiliyor ( işte günlüğümdeki ilk yalanım. Ben bir kadınım ve çenem oldukça düşük tıpkı olması gerektiği gibi :) )... Evet film çok güzel. Ve filmi güzel kılan şeylerin başında Meryl Streep’in muhteşem oyunculuğu geliyor. O doğallığı, kendine has gülüşü, sade makyajı, teninin rengine kadar sahip olduğu duruluğu insanı ekrana çekiyor. Uzansam dokunacakmışım gibi bir his bırakıyor bu kadın bende. Sabun gibi sanki.
Ünlü bir oyuncuyu sabuna benzetmek de ilginçti J Evet, o kadın beyaz, nahif bir sabun benim için. Ama bıraktığı iz asla sabun köpüğü kadar uçucu değil.
Julie & Julia’yı izleyin. Keyif alacaksınız. Yaşanmış bir hikâyeden uyarlanmış olması da ayrı bir izlenme sebebi olabilir.
***
Ve, şu an yaşadığım eve iki ay önce taşındım... Geride bıraktığımız evde birkaç parça eşyamız kalmıştı. Bugün ben evde yokken gelmişler. Yani eşyalarım. Aslında birkaç parça değil epey eşyamız kalmış orada… Eski kasetler, ufak bir şifonyer, Melih’in davul takımı, armut koltuklarım. En önemlisi de çalışma Odam! Kaç haftadır mutfak masasında pinekliyorum!

Olamaz, günlük yazım çok uzun oldu! Tamam gidiyorum.

Yarın akşam eşyalarla kurulan  “duygusal bağ” konusunu yazacağım. Bunu yazmalıyım çünkü bugün daha iyi anladım eşyalarla olan ilişkinin ne demek olduğunu! İnanın apayrı bir konu. Hepinizi seviyorum. Beni kim okuyorsa J Hep mutlu olun hem de çok… 

21 Eylül 2017 Perşembe

YAŞLANMAYI DİLEYEN KADIN



Jessie Ware - Selfish Love dinliyorum...
Siz olsanız ne düşünürdünüz?
Sanki; her şeyi boş ver ve hayatı akışına bırak diyen bir ses. Rahat ol. Dert etme her şeyi. Aslında tam da bana uydu bugün. Çünkü dünden beri yaşlanmayı diliyorum!
Hadi artık yeter ama yaşlanmalıyım. Zaman ne kadar da yavaş geçiyor ve ben sıkılmaya başladım.
Kim bilir belki de hayat şartları buna zorluyor.
İlk kez böyle bir şey hissettim. Ve 55-56 yaşlarımı hayal etmeye başladım. Emekli olmak ve Bodrum'a yerleşmek gibi klasik bir hayalin etrafında dönüyorum kaç gündür. Bodrum'u uzun zamandır istiyorum fakat yaşlanmayı dilemek de neyin nesi?
Merkür mü geriliyor nedir yine.
Havadandır havadan diyesim geliyor ama diyemiyorum.
Çünkü bu gayet gerçek ve somut bir istek. Uçucu anlık bir hayal değil.
Günlüğümü aslında gece yazacaktım ama bu saate kaldı maalesef.

Ve bulutlar!
Nihayet gökyüzündeler. Güneşle aramıza özlediğimiz mesafeyi koymak için geri gelmişler. Eğer gelmeselerdi bugün eriyip yok olabilirdim yollarda.

***
Bu akşam güzel bir film izleyeceğim. Film bitiminde yazacağım düşüncelerimi. Bu arada film eleştirmeni değilim fakat kısa bir günün özetinden sonra filmin ben de bıraktığı izlenim ve konusundan bahsetmek isterim. Hem filmde Meryl Streep olur da yazılmaz mı? En sevdiğim oyunculardan biri.

19 Eylül 2017 Salı

İŞLER BAZEN TERS GİDER


Bir şeyler yolunda gitmez bazen. Hayat rampayı çıkmaya çalışan eski bir araba gibi ilerliyodur sizin için. Oysaki siz her şeyin bir an evvel hallolmasını istiyorsunuzdur. Ve böyle düşündükçe de araba aşağı doğru kayıyordur…

Birkaç gündür böyle hissediyorum ben de… Hava sıcak ve basık…

İş çıkışı kumsala inmek istedim. Denizin beni kucaklayacağından asla kuşkum yoktu. Okullar açılınca kumsal da boşalmış. Şezlonglar boş, deniz neredeyse tamamen boş. Sadece boş değildi, yorgundu da… İçinde ne varsa sahile boşaltmış. Her yer yosun içindeydi. Belli ki o da yorgundu. Herkes ve her şey yorgundu bugün…

Fakat dedim ya denizin beni kucaklayacağından kuşkum yok diye. Evet, haklıydım. Deniz bazen temkinli yaklaştığınız bir insan, yeni bir arkadaş gibidir. Sizi üşütmesinden çekinir suya kendinizi yavaş yavaş alıştırırsınız… Dalgalar önce ürkütür sizi ama ona da uyum sağlarsınız. Ve deniz olanca gücüyle kucaklar sizi, kimsenin kucaklamadığı gibi. Sonra onunla dans etmeye başlarsınız.

Ve o an unutursunuz her şeyi.

İşler bazen ters gider evet ama illaki bir el uzanır zamanı geldiğinde.

ÇAY MI KAHVE Mİ?

Güne çayla mı yoksa kahveyle mi başlarsınız?
Doğrusunu söylemek gerekirse benim neyle başlayacağım belli olmuyor. Fakat son bir kaç haftadır istikrarlı bir şekilde Türk kahvesiyle güne merhaba diyorum.
Bunu da hem gözlerimi daha kolay açmak hem de metabolizmamı harekete geçirmek için yapıyorum.
Kahvenin büyüleyici kokusuna gelirsek... Hakkını vermek lazım ki sanki farklı bir dünyadan gelen o kokunun içinde bir kaç saniye de olsa kaybolmamak elde değil.
Şimdi... Bu kokuda kaybolacağım ve geri geleceğim...

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...