28 Aralık 2021 Salı

Çetin Ceviz

 


Komedi oyunları üzerine çok yazmam takip edenler bilir. Öyle ki en son Haldun Dormen’in başrolünde olduğu Kibarlık Budalası üzerine yazmıştım üzerinden üç yıl geçti sanırım ve konunun yarısı Haldun Dormen’di haliyle.

Ben şimdi Çetin Ceviz adlı oyundan mı bahsetmeliyim yoksa yazan, yöneten ve oynayan Nami Esatgil’den mi bahsedeyim.

İzlemeyeceğiniz varsa da izleten oyuncuyu oldum olası sevmişimdir Nami Esatgil gibi.

Kadro mükemmeldi. Yüzlerine aşina olduğumuz başarılı oyuncular; Nami Esatgil, Tuna Arman, Murat Tavlı, Arzu Budak, Efsane Geçen ve Komiser Şehabettin rolünü hakkıyla veren oyuncumuz…

Mesleğinin kasap olduğunu oyunun ilerleyen dakikalarında öğrendiğimiz “kibar kasap” (Nami Esatgil) eşinin kendini aldattığı gerekçesiyle cinayet işlemeye karar verir. O kadar nahifdir ki bizim kasap, çantasında nimet üzerine edilecek olası yeminler için bir kangal sucuk taşıyacak kadar. Kasap sonuçta ne taşısın adam! Her fırsatta o sucuk çantadan çıkar ve “ekmek nimet çarpsın” duasıyla öpülüp alına koyulur.

Kasap karısının sevgilisini öldürmeye niyetlidir ve adamın evine gider. Ve Kemal’i görünce karısına da hak verir “residence gibi adamsın” der Kemal’e… Öldürdüm öldüreceğim derken bir türlü beceremez ve Kemal’le dost olur. Evin temizlikçisi Yeter oyunda tamamlayıcı rol oynuyor. Onsuz olmazmış bence de…

İşte size sürpriz, Kemal’in karısı gelir eve.

Ama hiç öyle tahmin edeceğiniz şeyler olmaz … İki perdelik oyunu ayakta tutmak zordur. İki kat performans ve yazarken de zeka gerektirir. Oyun hiçbir sahnede tekrara düşmedi. Zekice kurgulanmış senaryonun üzerine sempatik doğaçlamalarla da renklendi. Hepsi bir yana Nami Esatgil’in hatırına gidin izleyin oyunu. Hatta bence bu oyunu tek başına oynasın, rica ediyorum.

İzlenir, vallahi izlenir…

Oyunu sadece anlatsın. Ve ara ara yere atsın kendini ama lütfen sert zemine düşmesin, yumuşak yere ölsün ve yumuşak yere düşsün. Baş şartı bu zaten.

Mükemmel oyunu, “olduğu gibi” oyunculuğu için bir kez de buradan alkışlıyorum ve nezdinde tüm oyuncuları…

Tüm oyunlarını izleyin derim.

Canım sucuk ekmek çekti ya benim! Nöbetçi kasap bulun bana!


21 Aralık 2021 Salı

Tuna Kıvrımı

 



Oyun “günü kapatmak”la başlıyor…

Barda çalışan garson kız hesabı kapatıyor… Barı kapatıp evine gidecek. Gün kapandı yani. Günü kapatan bir adamsa bara geliyor ama hesap kapanıyor nasıl olacak bu iş?

Olay Tuna Nehri üzerindeki bir barda geçiyor. Oyunda iki yalnız insanı izliyoruz. Hayatta yalnız kalmış iki insan. Yalnızlık kimine göre tercih kimine göreyse kader! Hatta makûs kader…

Bu çiftimiz ise makûs kaderlerini yaşıyor. Adam bundan çok da haberdar değil ama haberdar olup da belli etmiyor da olabilir. İşin o kısmı size kalmış. Sizce?

Oyunun gidişatı bizi insan egosunun hadiseleri nereye taşıyacağına kadar götürüyor. Çatışma çatışmayı doğururken ikili ilişkilerde maalesef sık yaşanan diyalog sorununa ulaşıyoruz.

İki yalnız insanın içi dünyasında adımlar atarken birçok yerde kendimize rastlıyoruz aslında. Ve böyle bir çatışmadan sizce ne doğardı? Tabi ki aşk!

Kadın en sonunda dayanamaz ve “bana âşık ol” der. Tabi bu cümle bir anda karşımıza çıkmıyor. Onca diyalog ve çatışmanın ardından sonuç aşka çıkıyor… Ama nasıl bir aşk. Ne kadın adama ne de adam kadına güveniyor.

Bu esnada kadın eski eşinden bahsediyor. Dedim ya konu konuyu davet ediyor.

Psikolojik bir oyun olan Tuna Kıvrımın’da Garsonu Emel Çölgeçen, müşteriyi ise Fatih Al oynuyor. Macar bir romancı olan Ferenc Karinthy’nin yazdığı oyunu Gökçer Genç yönetiyor. Oyunun dekoruna ayrıca alkış lütfen…

Kadın üzgün, adam kararsız. Üzülsem mi sevinsem mi gibi bir hali var. Kadınsa adamı devamlı şaşırtıyor. Peki biz buna şaşırdık mı tabi ki hayır. Normal hayatta da erkek ne kadar stabilse kadın da bir o kadar devingen ve tabi ki konuşkan. Bunu sahnede de görmek izleyiciyi bir çok sahnede güldürdü.

Yeni başlayan bir ilişkinin gerçeklerini ve hatta bizlerin de gerçek hayatta göremediğini ortaya serdiler ustalıkla.

Ve gün kapanır yarına olan umutla. Saatler geçer, gün biter ama herkesin günü farklı biter. Bugün sizin gününüz nasıl bitecek acaba?





14 Aralık 2021 Salı

Aklımda Bir Yer var

 


İsim oyunun önüne geçer mi diye sorsalar bugün itibariyle “evet” derim. Tabi oyuna haksızlık etmiyorum ama ismi hepimiz için var edilmiş bir isim diyebilirim.

“Aklımda bir yer var”

Ya senin aklında ne yer var? Belki düşünsel belki de tamamen maddesel… Şurada olmak isterdim, adada ya da en sevdiğim kitabın en can alıcı satırında ya da birinin aklında!

Oyun Seçil’in ( Nesrin Kazankaya) sahneye kucağında bir kâse ve çırpıcıyla girmesiyle başlıyor. Önünde mutfak önlüğü pasta kekinin hamurunu çırpıyor… (Kendime söz; yarın bir dilim frambuazlı pasta ve kahve ısmarlayacağım).

Seçil Beniz ünlü bir yazar ve başarılı da… Kucağında hamur karıştırırken bile roman karakterlerinin akıbetini düşünecek kadar.

Fonda Brahms çalıyor… Bir ara onunla da çatışıyor. “da” diyorum zira bu kadın çok çatışıyor. Kim bilir belki de çok çalışmak ona çatışarak yol almayı öğretmiştir.

Yazıyor olduğu romanın etrafında dolaşırken bin bir düşünceyle kendini dışarı atmak istiyor. Deniz havası ona iyi gelebilirdi. Belki dalgalar yeni bir karakter getirirdi ayaklarının ucuna… Tam çıkacakken oğlu (Oğuz İşçi) çıkagelir yanında kızıyla.

Sude!

Seçil çatışacak yeni birini bulmuştur bile; torunu Sude!

Fakat oyunun sonunda büyük bir sürpriz sizi bekliyor. Huyum kurusun, ne filmlerin ne de oyunların sonunu yazmam. Gidin de görün derim.

Sude (Meva Gökalp) çok iyi bir oyuncu. Çok genç ve bence gelecek vadeden başarılı bir kız. Bu oyundaysa babaannesini biraz çileden çıkaran bir kız. Fazla zeki, fazla akıllı, fazla bilgili… Belki de “fazla” değil de tam da olması gerektiği gibi. Fakat Seçil bundan hiç de hoşnut değil zira Sude babaannesinin eksiklerini yüzüne cesurca vuran bir karakter.

Sebebine gelince; babaannesi hayalleri uğruna oğlunu küçük yaşta terk ettiği için. O buna “terk etmek” demiyor “kendi hayatımı yaşamayı tercih ettim” diyor. Keşke normal hayatta da herkes bu kadar dürüst olabilse.

Sude’nin babası da tıpkı babaannesi gibi yazar olmuştur.

Duygusal olarak çok katmanlı diyebileceğim bu oyunda bir yarış da söz konusu. Hangimiz daha başarılıyız?

Oyunda zaman zaman sinemasal deyimle flashbacklar da yaşıyoruz. Tek sevmediğim şey; teknik görsel ve seslerdi. Asla gerek yoktu. Oyun içerik olarak güzel ve yaslanmasını gerektirecek bir şeye ihtiyacı yok. Tiyatro da bu değil mi; en yalın anlatım sanatı. Dümdüz...

Ayakta alkışladık. Tebrikler. 




30 Kasım 2021 Salı

Yolculuğum

 


Bu akşam koltuklarımıza oturup gözlerimizi sahneye diktiğimizde gerçek bir hayat hikayesiyle karşılaştık. Yönetmenliğini Çiçek Dilligil’in yaptığı oyunun kahramanı; oyuncu Ethel Mulinas.

Son derece sempatik tavırlar sergileyen sanatçı, sanki izleyiciyi evinde ağırlarmış gibi içten ve samimi oyunculuğuyla gönüllere taht kurdu. Önemi bir detay; oyun interaktif bir oyun. O kadar ki; ekler pasta dağıtacak kadar. Şaka değil, Ethel tek tek üşenmeden izleyicilere ekler dağıttı.

Gelelim eklerin, pastaların, böreklerin gölgesindeki drama! Komedi gibi görünen ama altında büyük bir dramın yattığı bir hikaye “Yolculuğum”… Sahnede anlatılan yolculuk aslında hepimizin yolculuğuydu.

Bir zamanlar oldukça kilolu olan Ethel bize gerek kostümleriyle, gerek şarkıları ve gerekse sahne dekoruyla yaşadıklarını anlattı. Ama emin olun anlattıkları belki de yaşadıklarının onda biri kadardı.

Kiloluyken istediği bedende elbise bulamamasından, insanların ona acıyan bakışlarına kadar sahnede  oradan oraya uçuşan bir bahar kelebeği gibi anlattı bize. Gelin görü ki o kelebeğin kanatlarındaki ağırlık çok fazlaydı. Mesele kilo değil aslında. Biz de alıp veriyoruz. Kafasında börekler uçuşurken brokoli kemireniniz olmadı mı hiç. Hele buharda pişmiş havuç, evlat olsa sevilmez!

Ethel diyor ki; “ya geçmişte ya da gelecek yaşıyoruz. Asıl sorun burada.”

Doğru söylüyor. Ya hayal alemindeyiz ya da kötü anıların içinde debeleniyoruz. Ya şu an?

Hep istiyoruz, dileniyoruz. Kim olduğumuzdan belki haberimiz bile yok. Sevmek ve sevilme arzusuyla dolu herkes. Ethel de öyle. Kimse kilolu olduğu için mutsuz değil aslında. 40 kiloluklar da mutsuz. Bu işte bir terslik var gibi.

Öte yandan oyunun içine girerseniz tüm azınlığı görebilirsiniz. Sadece kilolu değil, kilosuz, görme engelli, kekeme, özgüvensiz, esmer, sarışın şu ya da bu… Sizin düşünce skalanıza kalmış. Mutlu olmak ve hayattan keyif almak herkesin hakkı ve hiç kimse “azınlık” olduğu düşüncesiyle kendini gizlememeli ve şu anı düşünmeli. Ne geçmiş var ne de gelecek.

Bu arada sahne dekoru ve oyuncunun kostüm detayları için bir alkış da buradan gelsin.

Tebrikler Ethel Mulinas, yolculukların sana her zaman şans getirsin.



21 Kasım 2021 Pazar

Hiç Kimse


 


“Hiçlik” konusuna farklı bir bakış açısıyla yolculuk ettik bu akşam. Hiçlik dediğimiz şey bir konu mudur yoksa olgu mu bilemiyorum ama ilânihaye bir “hiç” olmayacağımız ve “hiçlik”ten varlığa yeniden dönüşeceğimiz kesin.

Bazı kendini bilmezlerin “hiç” oyunları (kola yapılan dövmeler ya da eski yazıyla yazılmış hiçler, kolyeler vs.) midemi bulandırırken hiçliği sahnede layıkıyla izlemek güzeldi. Hiç olmak, hiç olmayı dilemek her babayiğidin harcı olmadığı gibi çakmaları da hayat denen şu yolculukta pek sakil duruyor. Adam Tanrı’lığını ilan etmiş ama kolunda “hiç” dövmesi…  Başlarız böyle hiçe diyoruz ve oyunu konuşmaya devam ediyoruz;

Oyunda hayatı, Tanrı’yı, adaleti, düzeni sorgulayan bir adamın çığlıklarına tanık oluyoruz… Sistemin sebep olduğu sorgulayıcı tavrı her açıdan izliyoruz oyunda.

Zaman zaman komünist bir tavrında olduğu oyunda muvazene kelimesine rastlıyoruz. Erkut yani psikolojik tedavi gören Erkut’un ağzına pelesenk olmuş bir kelime muvazene yani denge… Sanırım yaşamdaki dengesizliğe bir vurguydu muvazene…

Erkut sahnede resim de yapıyor, yazı da yazıyor. Entelektüel bir kişilik. Dramatik bir hayat hikayesi var. 45 yaşına kim bilir kaç 45’ler sığdırmış diyebileceğimiz çilekeş bir adam. Şunu da söyleyeyim unutmadan; dekor harikaydı. O çizimler ve çizimlerin arasına serpilmiş kelimeler gözümden kaçmadı. Loft bir havası vardı sahnenin. Sevmediğim tek şey aralarda çalan bateriydi. Olmasa olur muydu? Bence olurdu…



Parçalı lirik bir anlatım var oyunda. Hasan Fehmi Gökdeniz’in (Erkut) oyunculuğu gerçekten çok güzeldi. Çok katmanlı bir anlatım hakimdi oyunda… Cinnet, sorgulama, kreşendolar, dekreşendolar… Bir an sahnedeki gerçek bir deli mi diye de düşünmedim değil…  Sık sık “insanlık ölmüş” diyor Erkut. Bunu söylerken o kadar çok kişiyi işaret ediyor ki aslında. Vah vah, tüh tüh diyen bizler de bile öldü aslında. Şapkaları çıkarıp önümüze koysak bu yapıtlara gerek kalmayacak belki de.

Peygamberlere tapanlardan girip, Atatürkçü geçinenlere kadar verip veriştiriyor Erkut. Peygamberin bir sakal tanesi karşısında salya sümük ağlayıp Onun ahlakından zerre nasibi olmayanlara da haddini bildiriyor.

Sonlara doğru bir psikiyatr eşlik ediyor Erkut’a… O da derdine çare olamıyor ve sonun da ikisi de hiçlik girdabında kayboluyor.

Hayatta gelinebilecek en güzel nokta “hiç kimse" olabilmek aslında. Makamın mevkinin ötesinde, huzurdan bir zeminde yaşayabilmek hiç kimse olarak…

Erkut Türkiye’nin özeti olabilir mi?

İzleyin kararı siz verin.

15 Kasım 2021 Pazartesi

İnziva


Öncelikle şunu söylemek gerekir; deneysel dediğimiz tiyatro oyunlarını izleyebilmek belli bir alt yapı gerektirir. Soyut ve şiirsel bir anlatı hâkimdir genel olarak bu tip oyunlarda.

İnziva’da bu oyunlardan biriydi. Oyunculuk açısından çok güzel bir performans sergilendi. Konusuna gelirsek; görünen şey, iki askerin bir mağarada mahsur kalmasıyla başlıyor her şey.

Salondaki dekoru ilk gördüğümde acaba iki boksör kapışacak mı demiştim. İçimizdeki karmaşa belki o şekilde de anlatılabilirdi ama asker olması konuyu dallanıp budaklandırıyor. Amaç da bu değil mi zaten.

İki düşman asker var oyunda. İkisinin de boynuna kement atılmış. İpin ucun çok derinlerde. Belli ki birbirlerine birileri tarafından düşman olmuşlar. Bu detayı ben bu şekilde yorumladım aslı yazara ait. Fakat bu detayı çok sevdim, çok akıllıca. Ve oyunun sonuna kadar “savaşın kazananı yoktur” demekten de kendimi alamadım.

Oyunda bir realite olarak salt asker ya da askerlik ele alınmıyor. Savaş, savaşın sebebi, geride kalanlar, yaşam mücadelesi ve yalnızlaşan insanın çaresizliği tüm çıplaklığıyla sergileniyor. Birinin suyu var diğerinin ekmeği. İkisi de birbirine muhtaç. İnsan insanı ne ve nereye kadar iter ki? Ya düşmanlıklar, ya savaş?

Düşünsenize tanımadığınız birini vurmak zorundalığı, ve yüzünü daha önce hiç görmediğiniz bir insan tarafından öldürülme ihtimali.

Savaş üzerinden insan psikolojisine evirilen oyunda askerler yer değiştiriyor. Fakat bu sıradan bir değişim değil. Bir çeşit sorgulama. Askerin bacağındaki kocaman yara bile karşı askerin bacağına geçiyor. Bunun ne manaya geldiğini iyi kavramak gerek.

Ne farkımız var?

Endişelerimiz, yarınlarımız, şu anımız, saplantılarımız, ne için yaşadığımız, neye muhtaç olduğumuz…

Öte yandan ince bir dokundurma da var oyunun sonunda… Onu da gidip izleyin ve görün derim.

Tebrikler Berat Beyoğlu, tebrikler Yusuf Mahmut Çitil




 

8 Kasım 2021 Pazartesi

Çığlık

 



Dışavurumcu – duyguların ve iç dünyanın dışa aktarımı- ressam Edvard Munch’un “Çığlık” adlı meşhur tablosundan esinlenilerek yazılmış bir oyun. Tabloya baktığımızda çoğumuz aynı anlamı yükleriz ona… Adı üzerinde çığlık. Önce şunu düşünmek lazım; insan neden çığlık atar?

Bir düşünür; “sanat anlatma arzusudur” der. Çığlık içimizdeki kaostan doğar. Bir ressam çığlığı böyle resmetmiş, bir sahne sanatçısı bu tabloya bakarak da bir oyun çıkarmış.

Oyunun temel özelliği diyalogsuz oluşu. İşte burada sahne sanatının eylemsel boyutunu görüyoruz. Aslında oyun çok katmanlı. Çığlık’ın gölgesinde birçok duyguyu yaşıyor ve yaşatıyor.

Oyuncu, yere kapanmış ve ağzında koca bir elma ile karşılıyor bizi. Bu elmaya bile çok anlamlar yükleyebiliriz. Kırmızı başlıklı kızın elması mı yoksa Âdem ile Havva’nın mı? Belki de öylesine bir girizgâh… Ama çok iyi kurgulanmış.



Gösteri başladıktan kısa bir süre sonra oyuncu ayağına zincir takıyor ve zincirin diğer ucunu sandalyeye bağlıyor. Buna da yine birçok anlam yüklenebilir. Özgürlüğe atıf, tutsaklığa atıf, bilinçaltı, bilinçdışı… Her şey olabilir.

Oyun çok katmanlı demiştim; içinde cinnet de var, yoksunluk var, çaresizlik var, inanç da var… Hatta sonlara doğru bir namaz sahnesi var insanın samimiyetinin ele alındığı. Oyunu Metehan Budak yazmış, aynı zamanda hem yönetiyor hem de kendi oynuyor.

Konuşmadan sadece mimik ve beden diliyle bir saat boyunca sahnede kalmak çok da kolay bir şey değildir.

Kaos adlı tabloyu sahnede izlemek güzeldi. Doyurucu ve besleyici bir performanstı. Oyun esnasında; bağımlılıklarımızla yüzleştik, iç dünyamızı gördük, ne kadar samimiyiz, ne kadar değiliz onu gördük. Biraz iyiydik biraz da kötü… Bazen duyarlı bazen de tam tersi.

Çığlık bazen havalı/kibirli bir insan ama arkasını döndüğünde tam bir zavallı… Yok mu etrafımızda böyle birileri. Belki de sen belki de ben… Bazı eserler bizi içimizdeki “ben” ile yüzleştirir, işte bu eser de öyle.

Teşekkürler Metehan… Çok güzel bir eser çıkartmışsın.

btl

3 Kasım 2021 Çarşamba

Tabutta Rövaşata


Yıllardır adını duyduğum, duyduğum ama sebebini bilmediğim bir inatla izlemediğim filmdi Tabutta Rövaşata. Zamanı gelmiş ve izlemiştim en sonunda.

Donuk bakışları ve ahenksiz sesiyle çok şeyler anlatabilen –beğendiğim aktör- Ahmet Uğurlu’nun oynadığını bile bile izlememek… Sonuçta muradıma erdim ve izledim.

İddialı bir ada sahip olan filmde fakir ve yalnız bir adama ait gerçek bir hikâye okuyoruz. Evet bu film gerçek bir hikayedir aslında…

Adının sebebini çok düşündüm ama işin açıkçası bulamadım… “Rövaşata”ya biraz anlam yüklemeye çalışırken filmin yönetmeninden aldım cevabı:

“Tabut dar, kapalı bir mekânı çağrıştırır.

Bir futbol terimi olan röveşata ise tabutla karşılaştırılamayacak kadar geniş alanı gerektirir. Çünkü röveşata yaparken sırtınız yere gelecek biçimde havaya sıçramanız, topa bedeniniz havada iken vurmanız öngörülmüştür. İşte tam da bu yüzden tabutta rövaşata yapmak imkânsızdır.

Film, insana dair imkânlar ve imkânsızlıkların gergin birliğini vurgulamayı kendisine amaç edinmiştir. Çünkü insan, en elverişsiz koşullarda dahi hayatın dengesini kurabilme ama aynı zamanda kurduğu her dengeyi reddedebilme, kendisi için rasyonel ve uygun olanı kabul etmeme yetisi ile de donatılmıştır.”

İşte bu!

 “Çıkma ekmek” ifadesini ilk kez duyduğum ve tavus kuşuna bir kez daha hayran olduğum film çok yalın ve temiz… Birkaç –neden çekildiğini anlamadığım- gereksiz sahne dışında tertemiz bir film. O günün şartlarını da göz önünde bulundurmakta fayda var izlerken. 1996 yapımı filmi izlerken o dönemin İstanbul’unu da kıyısından köşesinden görüyoruz.



Fakir ve yalnız adamın adı Mahzun… Mahzunun hayatı kendi gibi durmadan içen 2-3 arkadaşı ve ona sahip çıkmaya çalışan bir dostu, büyüğünden ibaret( Tuncel Kurtiz)

Rumeli Hisarı’nın dibinde yaşıyor Mahzun. İlginç bulduğum sahnelerden biri; kendi gibi hayat süren bir dostu hayatını kaybeder ve cenazenin ardından iki-üç arkadaş, arkadaşlarının mezarına giderler. Biri rakı içiyordur diğeriyse şarap.  Arada arkadaşlarının mezarına da rakı ve şarap dökerler. Bu aslında aralarında kurdukları bağın temsilidir. Aykırı bulunsun ya da bulunmasın bu sadece bir köprüdür o an için. Niyetler her zaman önemlidir.

Arkadaşlarını toprağın altında bırakırlar ama hayat devam eder… Mahzun’a Reis yani Tuncel Kurtiz el uzatır her seferinde. Mahzun gece uyumak için araba çalıp ertesi gün aldığı yere bırakır. Bu aykırılıkları yüzünden polisten falaka, Reis’ten de durmadan sopa yer ama asla iflah olmaz.

Filmde bir de eroinman kız vardır. Mahzun bu kıza âşık olur ama olsa ne olur… Sonunda da olan olur zaten.

Beni filmde en çok güldüren tavus kuşu sahneleriydi. Güler misin ağlar mısın kabilinden. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e İran Cumhurbaşkanı tavus kuşları yollamıştır hediye olarak. Bu kuşların Rumeli Hisarında muhafaza ve ziyaret edilmesine karar verilmiştir.

Mekanın sahibiyse Mahzun’dur. Öyle ya yıllardır orada yatıp kalkıyor. Onu artık içeri almazlar. Eski mekân tavus kuşlarına kalmıştır fakat Mahzun rahat durmaz tavus kuşlarını çalmaya başlar. Hatta bir gece yine bir tavus kuşunu kucaklar ve çaldığı arabanın arkasına koyar. Sabah olmuştur, Galata Köprüsünde ilerlerken araba arıza yapar ve Mahzun tavus kuşunu kucakladığı gibi oradan tüyer. Ben bu kucağında tavus kuşu olan sahnelere gerçekten bayıldım. Mükemmel kurgulanmış ve çekilmiş. Mahzun’un yüzündeki o çaresizlik, garibanlık ilmek ilmek işlenmiş.

Ahmet Uğurlu’yla hayat bulan film gerçekten bir başyapıt. Keşke bugüne de uyarlanabilse. Sağlam bir kadroyla baştan çekilse. Bana bu hissi uyandıran ilk film oldu doğrusu. Yenilenmeyi hak eden ilginç bir film. Zayıf kalan yanlar var, seslendirme, ışık vesaire, başta dedim ya günün şartları diye. İyileştirilmiş şartlar altında bir kez daha “kayıt” denilir belki kim bilir…

Film temiz başladı ve tertemiz, suyu çıkmadan bitti. Fakat son tavus kuşu sahnesi efsaneydi. Hayat bu işte… Hayat mücadele…

Herkesin payına bir hikâye düşmüş, Mahzun’un hikâyesi ise sizi çok başka dünyalara götürecek…

 


Meddah


Genelde “dünkü oyun” ya da “geçen gittiğim oyun” diye başlarım… Bugün “dün akşam gittiğim meddah gösterisi” diye başlamak istiyorum.

Geçmişe dönersek meddah; vakti zamanında Muhammed Peygamber zamanını öven kişilere denirdi. Bu zamanla halk topluluklar önünde halk hikâyeleri anlatan kişi manasına evirildi.

Zor zanaat… Daha önce de birkaç kez izledim meddah gösterisi. Dün akşam da çok güzel bir gösteri izledik. Mehmet Esen sahnedeydi ve gerçekten bize çok güzel bir gösteri sundu.

Oyunculuğa başlama serüveniyle başladı ve devam etti. Bu hikâyelerde aslında o kadar çok hayatlara rastlıyorsunuz ki; mesela Münir Özkul… Anladığım kadarıyla Münir Özkul Mehmet Esen’in hayatında en büyük rolü almış kişi. Hikâyede Esen’in büyük ustadan ders almak için tam bir yıl beklediğini dinliyoruz. Ama dinlerken de o zamanları yaşatıyor sanatçı. Bu işte güldürmek kadar düşündürmek de önemli. Mecbur değildir aslında sanatçı, illa düşünmen mi lazım kardeşim, git evinde düşün! Fakat içi doluysa kişinin sen istesen de istemesen de başka bir dünyaya çeker seni.

Bir Münir ustaya gittik, bir türkü barda türkü dinledik, yetmedi hop Almanya’ya gittik, hayda Gayrettepe’de ne işimiz vardı; yetmezmiş gibi Mehmet’in Edison’la tanışma hadisesi; çarpıldık!

İnteraktif bir gösteri olduğu için izleyicinin de zaman zaman dâhil olması anlatıyı keyifli hale getiriyordu. Mehmet Esen’i filmlerde izledik fakat sahne performansı çok başka bir şey. Tiyatro eğitiminde hocalarımız “nedensellik” der dururdu. İşte dün akşam tüm nedenlerin altı doluydu. Boş insan izlemekle dolu insan izlemek arasında bayağı fark var… Kimi hoplayıp zıplar, bol bol küfür eder, millete sataşır, kimi de yaşanmışlıklarını entelektüel birikimiyle harmanlar ve zaman nasıl akıp geçmiş anlamazsınız bile… Tek kişilik bir oyun yazmıştım, biyografikti. Monolog yazmak zordur hele de biyografik olunca… Ya oynaması? Tek bir sandalye ve sen! Çelişmemen gerek, kendini tekrar etmemen gerek, sahne enerjisini stabil tutman gerek, gerek oğlu gerek.

Yıllardır sahnelediği bir gösteri “Meddah” … Bizlere de yıllar sonra kısmet oldu.

Riva’da yenen kazığı pardon balığı hiç anlatmayayım. Ben direkt türkü performansına geçeyim; sesi öyle güzelmiş ki, yıllar evvel bir türkü bar sahibi her gece 2’de gel bu türküyü söyle diye teklif sunmuş Mehmet Esen’e. Tek bir türkü… Sebebine gelince… Sebebini de oyuna gidip öğrenin… Tarzım bu, sonları anlatmam, başı benden sonu sizden…

“Kükremiş aslan görirem

Kan yiyen sırtlan görirem

Dalgalı umman görirem

Cin görirem

Can görirem

Mezerde hortlak görirem

Bin türlü tufan görirem

Güllü bir yaban görirem korkmirem

Korkmirem bala korkmirem”

Sayın Esen’e sevgiler, saygılar

 

 



 

30 Ekim 2021 Cumartesi

Muhteşem güzellik

 

Hayat akıp gidiyor...


2013 yapımı bu filmi de sanırım aynı tarihlerde almıştım. İzlemek için oldukça çaba sarf etmiştim ama izleyemeden çıkartıp kutusuna koymuştum. Kapağının hatırına uzunca bir zaman diğer filmlerin arasında zamanını bekledi ve bugün yine karşıma çıktı Muhteşem Güzellik.

Bu sefer izleyeceğim deyip açtığım ve konuya 34. dakikada gelip, ana konuya neredeyse 50. dakikada ulaşabileceğiniz karmaşık bir filme merhaba dedim.

Aldığı ödüllerden karmaşası ortada olan filmin konusu ise; zamanında bir roman yazmış olan adamın 65. Yaşında bir şeyleri sorgulama ve eskiye yolculuk yapma arzusunu görüyoruz. Film korkunç bir görüntü ve ses kirliliğiyle başlıyor. Filmin o dönemde Cannes Film Festivalinde yarıştığını okuduğumda sadece yarışmakla kaldığı sonucuna şaşırmadım. Başrol oyuncusu çok başarılıydı. Ötesi ise gerçek bir kaos. 2 saat 20 dakikalık bir filmin ilk yarım saatini neden bıktırıcı bir gürültüyle doldurduklarını gerçekten anlayamadım.

Filmi bitiremedim aslında. Çok nadirdir bir filmi bitirmeden bıraktığım… Fakat konusu üzerinde yazmak istedim.

Filmde bahsettiğim gibi başroldeki abi eski bir roman yazarıdır. 65 yaşındadır ve halen yıllar önce yazdığı tek romanının sağladığı kariyerle hayatını sürdürür. Hayali üst sınıfın içine dalmak ve onları alt etmekmiş aslında ama yaşının 65 olduğunu görmek onda farklı duygu ve düşüncelere sebep oluyor filmde.

Evet kitap sayesinde epey ünlenmiş, gazetede yazar olmuş, maddi açıdan da oldukça konforlu bir hayatı var ama hepsi bu… Yaşı da para gibi harcanıp gitmiş ve bir akşam “elit” dostlarıyla terasta “edebiyat” tartışırken eteğindeki tüm taşları döküyor.

Ne insanların ikiyüzlülüğü kalıyor ne de yapaylık vesaire. Aslında hepimizin bildiği klişeyi filmde gereksiz makyaj, gereksiz teşhir ve göz yoran gece kıyafetleriyle defalarca görüyoruz. Bu abartılı ve katlanarak izleyiciye sunulan detaylar o kadar yorucu ki; belki 60 dakikada soft bir şekilde anlatılması gereken hikâyeyi karnaval tadında veriyorlar. Haliyle asıl konu buhar olup uçuyor.

Karmaşanın arasında oyuncuların dikte eder gibi söyledikleri beylik laflardansa ders çıkarmamız beklenmiş sanırım…

Biz hikaye olarak ele alırsak; Evet bize verilmiş bir hayat var. Kaderle birlikte çizmemiz beklenen bir yol var. Aldığımız her karar geleceğe bir basamak. Ve ne kadar doğru kararlar alırsak basamaklar o kadar sağlam olur. Tabi bu sonuçlara maalesef kendi acı tecrübelerimiz neticesinde erişebiliyoruz. Birçok kitapta benzer şeyler okuyoruz ama sadece bir kaçımız hayata geçirebiliyoruz başkalarının tecrübelerinden arta kalan cümleleri.

Filmde de genelde 50 yaşını devirmiş insanların hayatlarını sorguya çekmeleri yer alıyor. Her ne kadar felsefeye yaslanmak yerine gürültü patırtıya yaslanılmışsa da böyle bir ana damarı var filmin. Her ne kadar filmin sonunu getiremedimse de sonunda adam; yeniden bir roman yazmaya karar veriyor. Filmde bir yerde de bir performans sanatçısının dudaklarından dökülenlerle yol bulmaya çalışıyoruz ama yine duvara tosluyoruz. Diyeceksin ki madem beğenmedin neden yorum yazıyorsun. Prodüksiyonun hatırına mı desem ne desem ben de bilemedim…

Ezcümle; tercihlerinizi yaparken her ne konuda olursa olsun iyi düşünün ve 65 yaşına geldiğinizde geçmişi düşünüp pişmanlıklar yaşamayın. Bu cümle benim için de geçerli elbet ve her şey yolunda gitsin dileğiyle…

BtL

28 Ekim 2021 Perşembe

Sunny - Ölümle yaşam arasında

 



Bazı filmler vardır; aksiyondan, gereksiz gürültüden arınmış, belki tek bir adamın oynadığı öte yandan birçok yerde gözlerinizi yaşartır, ummadığınız anlarda bir resim koyar önünüze dev prodüksiyonların icatlarına nispet yapar gibi…

 2021 Hint yapımı Sunny’de böyle bir film işte.

Pandemide karantinada kalmak zorunda olan bir adamın yaşadıklarını görüyoruz. Karantina süresi dolana kadar baştan sona adım adım gerek psikolojik gerekse somut devinimlerle geçen hikâyede yaslanılan hiçbir şey yok… Ne abartılı müzik ne de gereksiz bir sahne.

Hatta Sunny balkondan dışarı bakarken yağmur yağar ve turuncu şemsiyeli biri geçer yoldan. Manzara o kadar güzeldir ki; şemsiyenin yansımasını dahi görürüz yerde birikmiş yağmur suyunda. Çok da güzel bir müzik başlar ama yönetmen bu sahneye yaslanmak istememiş… Bunu hissettim çünkü bir anda gidiyor o sahne.

Sunny başarılı “olamamış” bir müzisyen. Dubai’de yaşıyor. Eşiyle ayrılma arifesinde ve eşi de hamile. Filmde sadece Sunny’i görüyoruz. Diğer karakterler sadece telefonla sınırlı. Sunny covit olmuştur karantina sürecini beş yıldızlı bir otelde geçirmek ister.

Hayatında bir şeyler de ters gitmektedir. Müziği de bırakmıştır ta ki telefonda onu terapi eden doktor “kızın için bir beste yap” diyene kadar. İlk gün biraz bilinmez geçer. Odadaki tüm içkileri içer, bu ona hem iyi hem de kötü gelir. İçkiler bitince resepsiyonu arar ve içki ister fakat otelin kuralları birkaç gün önce değişmiş ve odada mevcut olan içkilerden başka içki veremeyecekleri kararını almışlardır.

Sunny buna çok öfkelenir. Yerde otururken sehpa üzerinde bir karınca görür ve üzerine bardağı kapatır “sen de burada hapis kal” der.

Ertesi günse karıncadan bir tutam toz şekerle özür dileyerek onu serbest bırakır. Sunny’nin iç dünyasının dışa yansımalarını tüm gerçekliğiyle izlediğimiz filmde buna benzer birkaç resim daha görüyoruz. Beni çok etkileyenlerden biri de telefonda bir doktordan aldığı terapilerdi.

Sunny yalnız kaldığı koca otel odasında çok da yalnız değildi aslında. Balkondan denizi izlerken üst katta kalan bir kadınla tanışır. Tabi sadece balkon konuşmaları geçer aralarında.

Pandemi bahane belki; işin aslı insan yalnız kalınca kendini dinliyor mu, dinliyorsa ne duyuyor, çıkardığı sonuç nedir… İçimizden birçoğumuz bunu yaşadı. Ne anladığımızı tartışmak çok da gerekli değil belki. Ama bu filmde bunu rafine bir şekilde görüyoruz.

Doktor Sunny’e hiçbir şeyden vazgeçmemesini öğütlerken kızı için bir beste yapmasını istemişti ve Sunny o gece uyumayıp çalıştı. Üst komşusunun karantinada son günüydü ve besteyi balkondan dinlemiş sabah otelden ayrılmadan Sunny’i aramıştı. “Mükemmel bir beste” demesiyle Sunny hayatın ona bir şans daha verdiğine inanmaya başladı.

Bir mucize daha oldu ama onu da siz kendiniz izleyin bence.

Filmin tek başrolü Jayasurya’nın da hakkını vermek gerek. Gerçekçi bir adam olan Sunny, zamanı geldiğinde otelden ayrılacaktır ve son kez süitini gezerken vedalaşır gibi; bir bitkinin neler yapabileceğini, bir fuların aslında çok manalar taşıdığını, birkaç saat önce konuştuğun insanın aniden dünyayı terk edip gidebileceğini tüm çıplaklığıyla öğrenmiştir. Ve bu olgunluğu ve büyümüşlüğü tüm bedeninde hissederiz.

Kader dediğimiz olgu, yani ölümle yaşam arasındaki bu ince çizgi hepimiz için hem somut hem de soyut manalar taşıyor. Film; sadece insan olduğumuzu, öte yandan aslında “olmadığımızın” idrakiyle sayılı zamanımızı çürütmemiz gerektiğini içimize işliyor.

Yalnızlık denen şeyle dans et deseler; çoğu insan “hadi oradan” diyebilirdi bu günlere kadar ya şimdi?

BtL

20 Ekim 2021 Çarşamba

Bir Orta Oyunu

 


Hayatın Anlamı adlı oyun geleneksel Orta Oyununa bir örnektir... Geleneksel tiyatroda yazılı metne bağlı kalmaksızın sergilenir oyun. Orta Oyununun baş kahramanları Kavuklu ve Pişekâr karakterleridir. Bu oyunlarda söylenenlerin yanlış anlaşılması üzerine kurgulanır her şey ve ortaya doğaçlama bir güldürü çıkar. 

Eskiden ortada oynanırmış bu oyunlar ve seyirciler de etrafına toplanır izlermiş 

İzlediğimiz bu oyunda da Kavuklu'ya Tuzsuz Deli Bekir'in kız kardeşi istenir ama ne isteme... Zordur Deli Bekirden kız istemek ama bir çaresi bulunur, hem de öyle böyle değil.



Yaşasın Tiyatro 💙


18 Ekim 2021 Pazartesi

Melek ve Köpek Kalbi

 


Her oyun insanın serüvenini anlatıyor aslında. Hiçbir zaman salt tiyatro oyununa gidiyorum diye çıkmam evden. Bir hayata, bir yaşanmışlığa dâhil olmaktır bu yolculuk. Uzun ya da kısa fark etmez, herkesin yolculuğu kendine göredir… Ne yıl ne de yaşla sınırlandırıp keyfimizce ya da algıladığımız kadarıyla yorumlayamayız hayatları…

O yüzden “destur” deyip konuşmalı ve yazmalı.

İki oyundan bahsedeceğim; Melek ve Köpek Kalbi… Melek’ten başlarsak eğer bu da acıklı ve “kısa” bir hayat hikâyesinden uyarlanmış. Oyuncu Melek Kobra’nın günlüklerinden yola çıkılarak yazılmış biyografik bir oyun. 1930’larda yaşanmış ve kısa ömre sığdırılmış bir hayat hikâyesi anlatılıyor… Kısa ama çok yorgun bir hayatın hikâyesi. Aşk acısı, yalnızlık, yorgunluk. 24 yaşında verem hastalığına yenik düşerek hayata gözlerini yuman oyuncuyu sahnede Yeşim Koçak canlandırıyor… Bu 60 dakikalık tek kişilik performans bizi alıp Melek’in kalbine götürüyor. Yeşim Koçak oyunun sonunda ayakta alkışlanıyor, çünkü oyun bitene kadar bir dakika bile susmadan oyuna devam ediyor.

Sanatçı bir kadının verem olduktan sonra tek başına ölümü bekleyişini, bu süre içinde yaşadığı iç savaşı tüm çıplaklığıyla anlatıyor sanatçımız.

 


Köpek Kalbi

Mihail Bulgakov’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir oyun Köpek Kalbi. Döneminin yasaklı kitaplarından olan kitabı oyuna çevirmek zor olmuş olsa gerek. Çünkü oyunda bir köpek insana çevriliyor. Benzer bir sahneyi Kafka’nın “Dönüşüm” adlı roman uyarlamasında da izlemiştim. Oyuncular bu tarz sahnelerde gerçekten kendilerini aşıyorlar. Gerçeküstü bir oyunun çerçevesinde anatomik bir perfpormans izletiyorlar seyirciye.

Oyunda dört oyuncu var ve bitmek bilmeyen bir devinimle sergiliyorlar eseri. Aslında bilimkurgu da diyebiliriz bu oyun için. Ortada koca bir çember var ve anlatılması çok zor olan hikâyeyi anlatma kolaylığı sağlıyor mekanizma. Ve çok da tehlikeli bir şey aslında. Bunun için bir kez daha tebrik etmek gerekiyor oyuncuları. Hele köpeği canlandıran oyuncu üst bir performans sergiliyor.

Doktor Filipoviç sokakta sahipsiz bir köpek bulur ve onu sahiplenir. Ölen bir gençten aldığı bir takım organları köpeğe nakleder ve adı Şarik olan köpek zaman geçtikçe insana dönüşmeye başlar ve bir gün insan olur adı da Şarikov olarak değişir.

Organların asıl sahibinin de karakterini alan insansı canlı ahlakı bozuk bir adama döner ve bu haliyle de iş bulabilip hayata atılır. Burada konunun nereye vardırılmak istendiği belli. Oyunda sık sık proletarya/proleter kelimesi geçiyor…  Bu önemli bir detay.

İyi seyirler



14 Ekim 2021 Perşembe

Moby Dick ve insan egosu

 




Herman Melville’nin aynı adlı romanından uyarlanmış bir oyun Moby Dick.

İlk kez 1851’de yayınlanan roman hala dünyanın en ünlü eserleri arasında. Yönetmenliğini Seza Güneş'in yaptığı oyunun kadrosu bayağı kalabalık. 8 kişinin rol aldığı oyun “ne çabuk bitti” dediğim oyunlardan oldu. Çoğu zaman oyunların gereksiz uzatıldığını yazmışımdır fakat bunda da 60 değil en azından 75 dakika olsaydı dedim.

Enerjisi ve devinimi çok yüksek bir oyundu. “Uzun olsun” demek de çok doğru bir şey değil aslında itiraf etmek gerekirse. Hocamız der ki; “tek bir hareketin dahi anlamı vardır sahnede. Elini yanlışlıkla bir yere çevirsen dahi izleyici senden bir aksiyon bekler. Ve oyuna hizmet etmeyen hareket/hareketler çok risklidir.” Öte yandan da nedensellikten çok bahseder. Her hareketinin bir anlamı olmak zorunda. Bir adımın dahi. Dolayısıyla eleştirirken ya da yorum yaparken kırk kez düşünmeli belki de. Fakat bu hızın devamında insan yine de bir uzantı bekliyor ister istemez.

Roman normalde bir anlatıcının ağzından başlayıp devam ediyor, bunu sahnede de uygulamışlar, çok da güzel olmuş. Sahnedeki anlatıcı Direnç Dedeoğlu. Çok başarılıydı ve de çok ama çok heyecanlıydı. Bin kere de çıksanız sahneye, kanınızın çekildiğini hissedersiniz. Profesyonel olarak hiç sahne almadım ama eğitim aşamasında bir tirat okurken aklımın çıktığını, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdığımı biliyorum.

Oyuna dönersek; bir zamanlar balina avına çıkmış ve bu esnada dev ve beyaz bir balina tarafından bacağının bir kısmını kaybetmiş öfkeli bir kaptan görüyoruz. Gemiye çalışmak için gelen herkese bu balinanın yakalanacağı talimatını veriyor tüm nefretiyle bir de altın vadediyor.

Bu arada büyük bir balina yakalıyorlar ama bu aradıkları balina değil. Sonuçta hepsi balina avcısı ve bir balinayı nasıl işleyeceklerini biliyorlar. Anlatıcı, izleyicinin anlayacağı şekilde tasarlanmış bir balina kuklasıyla, balinanın özelliklerini anlatıyor. Kuyruğunun yatay oluşunu, gözlerinin iki yanda olması ve bu yüzden önünü görmediğini, başındaki yağın aşağı dalarken donduğunu (kolay dalış), yukarı çıkarken hafiflemesi için eriyebildiğini gibi birçok ilginç detay öğreniyoruz. Öte yandan yağını da çıkarıyorlar. Balina yağı mum olarak bile kullanılıyormuş. Enteresan değil mi? Unutmadan bu balinanın cinsi: İspermeçet. Kaptanın tarifiyle; alnı kırış kırış, sırtında bir kambur ve beyaz!



Fırtına çıkıyor!

Tüm avcılar ve gemi tayfası hep bir ağızdan birbirlerine güç vererek çıkan fırtınaya karşı koyuyorlar. Ama ne fırtına! Oyunun bu bölümü gerçekten harikaydı. En öndeydim ve kendimi fırtınanın içinde buldum bir anda. İşte tiyatro oyunculuğu böyle bir emek. Eşyalar oradan oraya gidiyor, ışıklar yanıp sönüyor, yelkenler inip kalkıyor ve tüm bunları sahnede izlediğimiz oyuncular yapıyor (ışıklar ve –ses- dışında).

Ve en sonunda Moby Dick görünür… Bundan sonrasını anlatmıyorum kendi kurallarım gereği.

Oyundaki ya da eserdeki amacın niteliği biraz da insan egosu… Kim bacağını kaptığı için koca bir balinanın peşine düşer ve onda tayfayı, avcıyı heder eder? İnsan denen mahlûk aslında beyaz dev bir balinadan çok daha tehlikelidir. Hırslarına kapılıp; ailesini, sevdiklerini hatta bir ülkeyi bile mahvedebilir. Dünyanın sonunu getirebilir. Arıların yok olması demek yaşamın son bulması demek, gerisini siz düşünün… Bir balina ve hırslı, kinci, egosu tavan yapmış biri ve yaşananlar…

Keyifli seyirler


BtL

9 Ekim 2021 Cumartesi

Rüstemoğlu Cemal’in tuhaf hikayesi

 


Ayakta alkışladığım oyunlardan oldu Rüstemoğlu Cemal’in hikayesi. Oyun tek kişilik, aslında bir çeşit meddah formu diyebilirim. Değerli  hocamız Levent Üzümcü’yü büyük bir keyifle izledik ve en kısa zamanda bir kez daha gideceğim izlemeye.

Oyun Ege havalarında başlayınca daha da hoşuma gitti. Levent hocanın ufak sirtaki oyunu ve orkestranın güzel müzikleri bizi Girit’e götürdü. Bu arada sahne dekoru o kadar güzel kurgulanmıştı ki. Tam karşınızda devasa büyüklükte barok bir çerçeve içinde Galata Kulesi, deniz, gökyüzü, bir de martı… Ağacın gövdesini ve devamını unutmadım elbet.

Resmin arkasına gizlenmiş orkestra efsaneydi. Oyun boyunca onların güzel tınılarıyla yol aldık. Oyun Girit’te başlıyor, Ayvalık’ta son buluyor.

Seyirciyle de ara sıra diyaloga girdi Üzümcü ve çok hoştu. Ne eksik ne de fazla… Oyucu usta olunca tabi nerede ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyor.

Bu tek kişilik oyunda birçok karaktere bürünüyor sanatçı. Çocuk oluyor, baba oluyor, işçi oluyor, aşık oluyor… Oluyor oluyor ve o kadar güzel oluyor ki...

İnsanı anlatıyor tek bir insan. Ve sık sık diyor ki; “insan ölünce ölmez, insan umudu biterse ölür ve en büyük yolculuk insana olandır.”

Sanatçıda birçok karakteri izledik. Kiminin tek bir repliği varken kiminin belki bir sayfaya yakın tiradı var… Hepsi birbirine yolculuk halindeydi farkında olmadan. Belki de hayatımızdaki en anlamlı ve bir o kadar da zor olan yolculuk insana olan yolculuk.

 


27 Eylül 2021 Pazartesi

Nuri Bilge Ceylan ve Ahlat Ağacı

 


Nuri Bilge Ceylan ve Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim ve her izlediğimde beni kahkahaya boğan sahnelerini başa alıp tekrar izlediğim bir film Ahlat Ağacı… Gülerken ağlarsınız ama… 1990’larda başlayan sinema serüveninden bugünlere baktığımızda “ne değişti bu ülkede” diyor insan ve maalesef başını önüne eğiyor hiçbir şeyin değişmediğini görünce. Ceylan’ın izlemediğim tek bir röportajı kalmamıştır, hele kamera arkaları ayrı bir güzellik. Ondaki sabır, azim, öğretmenlik takdire şayan. Keşke onunla çalışma şansım olsaydı… Kim bilir… Tek bir eser dahi veremeyip kibrinden başka bir yerinden soluyanlar da biraz ondan örnek alsa keşke… Yıllar önce ilk filmini ses kaydı yapmayan yani bütçesince aldığı kamerayla çekti. Filmde annesi vardı, babası vardı… Devamında birçok filmde yine annesi ve babası başroldeydi. Anlamak ve hayatı sinema perdesinde okumak için neye ihtiyaç olup olmadığını bize koca koca harflerle anlatıyor asında Ceylan… Bunu hem görsel olarak yapıyor hem de işitsel.

 Onu bir dönem de ödül alırken söylediği iç yakan sözle hatırlıyoruz… Dünyaca ünlü aktör Sean Penn Ceylan’ı sahneye çağırırken, Ceylan’ın o an ki tavrı, Tarkovski’nin sahnede ödülünü aldığı an “mersi” diyerek geriye çekilmesini hatırlatır bana… Fakat bir fark vardı bu sahnede, Ceylan ödülünü ülkesine adamıştı şu sözlerle: “Ödülümü tutkuyla sevdiğim, güzel ve yalnız ülkeme adıyorum”…

O adını altın harflerle kazımış bir düşün insanı her şeyden önce. Bir söyleşisinde bahsettiği üzere; taşra kültürüne ve dahi bürokrasisine fazlasıyla hâkim, insan dilini çözmüş, salt entelektüel değil her kesimin hakkını en az bir sosyolog hassasiyetiyle veren bir sanatçı.


Gelelim Ahlat Ağacına; çok geç yazıyorum bu yazıyı… Bazen yazmaktan da korkar insan. Erteler bazı yazıları… Başlığını atarsın ama aradan yıllar geçer, geçer… Oysaki demlenmektedir kafada bir şeyler… Filmde beni benden alan şeylerden biri de nokta atışlarda kulağımda dolaşan o ölümsüz tını; Bach – Passaglia and fugue C minor.

Film üniversiteyi yeni bitirmiş gencin eve kesin dönüşüyle başlıyor. Bu arada bu filmde oyuncu açısından çokça risk almış Ceylan. Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar. Doğu ve Murat komedyen. Bir NBC filminde risk değil midir? Etik ve profesyonellik açsından değildir elbette fakat ilk bakıldığında “acaba” der mi insan? Kimi der… Bennu… Tam da yerine denk gelmiş ama gördüğüm göreceğim en mimiksiz oyuncu sanırım. Bennu’yu da Bennu yapan bu olsa gerek.

Filmin ana teması taşrayı taşlamak olsa gerek. Bence Ceylan bu filmde gelmişini geçmişini taşrasal bir tabanda sorguya çekiyor, hıncını alıyor. Net. Hatta bir replik beni benden aldı… Okkalı bir küfürden sonra: “diktatör olsam buraya(Çan) bir atom bombası atardım sevabına” diyor Sinan (Doğu Demirkol).

Onu çok iyi anlıyorum. Taşra kafası entelektüel bir kafayı asla anlamaz bunu kabul etmek lazım. Hatta öyleleri vardır ki şehirde asimile olduğunu iddia eder bir takım lisanlarla fakat bu zandır sadece. Orada dedikodu vardır, mal mülk teşhiri vardır… Var olan bu şeyleri üst üste koyunca ortaya o kadar küçük bir dünya çıkıyor ki aslında, işte büyük kafalar bu dünyada yaşayamayacağını anlıyor. Tıpkı Ceylan gibi. Ki Ceylan Çanakkale’li. Neredeyse tüm filmlerini Çanakkale’de çekti. Bu filmde Çanakkale de geçiyor Çanakkale/Çan. Filmde bir kasabalı bakış açısının insanı nasıl bir girdaba çektiğini rahatlıkla görürsünüz. Yalnız bu film de diğerleri gibi okunmayı hak eden bir film. Kaç kez izlerseniz izleyin her seferinde bir nüans gelip yüzünüze çarpacaktır.

Okulunu bitirip evine dönen Sinan anne, baba ve kız kardeşiyle yaşar. Ve bir de kitap yazmıştır Sinan. Kitabını bastırmanın peşindedir fakat bu konuda yüzü gülmez bu kasabada. Önce Belediye Başkanına gider. Buradaki diyaloglar halimize göz kamaştıran bir ışık tutuyor… Ondan istediği karşılığı göremeyince birkaç kişiye daha gidiyor. Asıl mesele taşranın düşünsel keşmekeşini ortaya sermek. Ceylan bunu büyük bir ustalıkla ilmek ilmek dokumuş.

Öte yandan bu dış kaosun yanında ailesel kaos da var. Mesela; Sinan’ın kitap için paraya ihtiyacı var ama dedesinin altınlarını köyün imamına “borç” olarak verdiğini öğreniyor. Ve o an yaşanan hadise şu; imam gezmeye gidiyor ve ezan okuma işini de bu yaşlı adama devrediyor. İmam ne yapıyor? Bir ağaca çıkmış elma yiyor…

Bu kadar detaylı yazmamın sebebi, o kadar hassas noktalar var ki bu filmde bana göre Kış uykusundan da güzel bir film. Birçoğu bu film için; Ceylan’ın diğer filmlerine yapılan eleştirilere nispetle böyle bir film çektiğini söylemişti. Böyle derken daha anlaşılır, daha içerden ve daha somut… Adı her neyse; anlamak için birkaç kez izlemenizi tavsiye ederim.

Ussal birçok diyaloğun hakkıyla geçtiği film gerçekten ders niteliği taşıyor bana göre. Sinan’ın babası ise öğretmen öte yandan iflah olmaz bir kumarbaz… Maddi kayıplar vermiş öte yandan manevi de… Her ne kadar hayatı ciddiye almıyor gibi görünse de onda da derin izlere rastlıyoruz. Yine filmde önemli bir detay var; karınca detayı… İzleyin ve takip edin.

Filmin çok konuşulan sahnesiyse iki imam ve Sinan’ın konuşmaları, oysa ona gelene kadar her sahnesi, her kelimesi altı çizilecek nitelikte. Taşra sığlığını tıpkı bir sis gibi üzerimize örtüyor Ceylan ve bu siste yolunu bulmaya çalışan bir gencin hikâyesi. Belki de savaşçı demeliyim.

Ve kar yağar son sahnede…

Baba oğul yan yana otururlar köy evinin önünde… Bakışlar umutla umutsuzluk arasında gidip gelirken soğuğu hissetmiyorlardı kim bilir? Biz neyi ne kadar hissediyoruz sizce? Hissediyor muyuz?

 


16 Eylül 2021 Perşembe

Antigone

 

Antigone Sofokles’in ünlü tragedyası ve Thebai üçlemesinin de bir bölümüdür. (Thebai Antik Yunan’da bir şehir devletidir.)

O zamandan bu zaman güncellenen bir oyundur Antigone. Jean Anouilh tarafından Fransız direnişini desteklemek için yeniden yazılmıştır. Ülkemizde de Kemal Demirel’in çevirisini yaptığı ve 97/98 yıllarında Trabzon Devlet Tiyatrosunda sergilenmiştir. 2004/2005 yılları arasında da Macit Koper’in yönettiği oyunu bugün ise Sebahattin Ali’nin çevirisi ile izledik. Ve tabi dönem dönem ülkenin birçok sahnesinde defalarca sergilenmiş bir oyun.



Bu Antik Yunan tragedyası bulunduğumuz topraklar sebebiyle “riskli” kategorisine giriyor. Benim için düşünsel anlamda risk yoktur fakat siyasi ve eleştirel bir oyun haline geliyor “güne” uyarlamalar. Dolayısıyla sahnedeki kreşendolar elbette ki o günün yönetimine eleştiri olarak gelip çarpıyor.

Asıl mesele bu mu peki? Elbette hayır. Tiyatro eğitimim olduğu için salt konuya ve karakterlere odaklı izlemiyorum hiçbir oyunu. Sahne ışığından, dekora, kullanılan müzikten, oyuncu performansına kadar önemlidir benim için oyun izlemek. Sadece oyuncu performansı için izlediğim oyunların haddi hesabı yok.


Oyunun konusuna gelirsek: Oyun zengin içeriğiyle bir direnişi konu alıyor.

Antigone oyunun başında böyle haykırıyor:

“Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi

Bu uğurda ölsem ne gam!

Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili gibi,

Suçsa kutsal bir suç benim ki.

Şu kısacık yaşamda dirilere yaranmaya değer mi?”

Kralın iki oğlu ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye başlar. Kardeşlerden biri sırası geldiğinde yönetimi kardeşine devretmez ve bunun üzerine hak sahibi kardeş devletin düşmanlarıyla iş birliği yapar. Çıkan savaşta iki kardeş birbirini öldürür. Kral kardeşlerden vatana ihanet edenin gömülmesine karşıdır, kurda kuşa yem edilmesini buyurur. Öte yandan kız kardeşi Antigone, kardeşinin gömülmesi için krala karşı çıkar.

Fakat oyun günümüze uyarlandığı için bu detaylar bir Machbet’de olduğu kadar incelikli verilmemiş. Daha ziyade ve özetle bir tiranın (tiran: eski Yunan’da siyasi gücü tek başına elinde bulunduran kimse) gücünü görüyoruz. Dolayısıyla bir diktatörün hadiselerin gölgesinde nelere sebep olabileceğini, ailesini dahi nasıl yıkabileceğini görüyoruz.

Oyunda sözlerinin sahne arka zemininde gördüğümüz satirik ve lirik olarak nitelendirebileceğim şiirler okuduk ve aynı zamanda dinledik. Mesela diktatör yani kral diyebileceğimiz ki kıyafetinden antik çağa ait olmadığı daha ziyade günümüzü yansıtan bir karakter olduğu anlaşılan kişi bir yükseltiye çıkarak hakla sesleniyor. Birlikten beraberlikten bahsederken yüksek kreşendosuyla dikkatleri üzerine çekiyor. Oyunda hoşuma giden şeylerden biri; yükseltiye çıkıp şiirini ya da söylevini okuyacak oyuncunun okumaya başlamadan önce fonda çalmasını istediği müziğin bestecisini ve parçasını söylemesiydi. İlk çıkan mesela Tomaso Albinoni –Adagio- dedi ve bu müzik eşliğinde söyledi söyleyeceğini, oyunun sonuna doğru bir başkası ise Eric Satie istedi…

Özetle: Halktan ve hakikatten yana olduğunu iddia edip sonrasında diktatörlüğe soyunan ve bu uğurda ailesi de dahil sayısız insanın helakına sebep olan bir tiranın hikâyesini izliyoruz. 90 dakikalık bu tragedyayı ben şahsen orijinal şekliyle izlemeyi yeğlerdim. Orijinalinde kralın eşi de intihar ediyor. Popülist uyarlamaların bu tip eserleri törpülediğini düşünüyorum. Mesela Machbet’i gerçek üstü (sürrealist) yorumla izlemiştim ve çok güzeldi, aslına sadık ve katışıksız. Öte yandan daha kısa olabilirdi, 90 dakika bu oyun için bana fazla uzun geldi

Güzel miydi, elbette güzeldi. Oyuncuların performansı çok çok iyiydi. Antigon’un hem gerçekte hem de sahnede sergilediği performansı, değerleri için verdiği mücadeleyi, ölüm pahasına bir tirana karşı duruşunu es geçmiyorum.

Tebrikler

 


12 Eylül 2021 Pazar

Burgaz Ada'ya


14.25 vapuru… “Tam zamanı” dedim.

Hem saati uydu hem de mevsimi… Ada mevsimi. İlla mimozaları beklememek lazımdı.

Vapurun balkon kısmına oturdum, kulaklığı taktım, o da ne? Bozulmuş müzikçalarım… Çalışmıyor işte! Kaldım mı müziksiz. Oysaki Thedorakis dinleyecektim şu kutsal yolda gözlerimi kapatıp…

“Gevrek simitler, kendinize, martılara” diye bağıran kavruk adam simit dolu tablayı ustalıkla geçirdi yolcuların önünden. Müzik yok anladık da martılar da susmuş, hiç biri yok piyasada! Sağımda solumda karantina/covit anılarını ve tedbirlerini anlatıyor insanlar… “Desene” dedim içimden “huzura keyif yerine endişe rendeleyeceğiz Burgaz’da!”

Yanıma bir adam oturdu… Önce gölge sandım. Biraz dikkatlice bakınca kahverengi bir adam olduğunu fark ettim. Tuhaf bir tişört giymiş “gündüz feneri olmaya adaysınız sanırım” dedim. Gözünün birini kısarak bakıyordu… Kuşkucu olduğu o kadar beliydi ki konuşmadan önce birkaç kez yutkunuyordu.

Adadan bahsetti biraz. Kalpazankaya’ya giden yoldan bahsetti. Yol üzerinde çaycılar varmış. Sait Faik’e gittiniz mi dedim. Yine kuşkucu bir tavırla dudaklarını aşağı doğru büktü ellerini mama koltuğunda oturan çocuklar gibi hareket ettirerek. Nihayetinde beni Kalpazankaya’ya götürecekti. Sait Faik’ten bahsetmekten vazgeçtim zira o yolda boğulabilirdi.




Nihayet gelmiştim adaya… Yanımda kahverengi adam, yarı düşünceli… Kapri pantolonu ve parmak arası terlikleriyle yaramaz bir oğlan çocuğunu andırıyordu. Saklambaç oynamış ve saklandığı yerden yıllarca çıkamamış gibi bir hali vardı. Çıksaydı da gözleri kamaşırdı zaten, hoş çıkmasın saklandığı yerden… Bir kez daha dönüp baktığımda onu göremedim zaten. Kaldık mı yarı yolda. “Kahverengi adamla yola çıkılmazmış meğer” dedi karşımda simit kemiren bir martı.

Bir sarsıntıyla uyanmıştım! Gemi iskeleye yanaşıyordu! Güneşin altında neredeyse 1 saat uyumuşum, bir de rüya görmüştüm çok lazım gibi!

Adaya adım atarken Orhan Veli’nin Gün Olur şiiri geldi aklıma… Dudaklarımın arasında süzülürken dizeler “o ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra…” tırmanmaya başladım tanıdık yokuşu…




Pandemiden beri gidememiştim… Ben değişmiştim ama ada aynı adaydı. Her seferinde biraz daha büyüyordum, biraz daha eskiyor, biraz daha birikmiş oluyordu içimde bir şeyler. Ada değişmeyen zarafetiyle karşıladı beni.

Hristo Manastırı… Adaya gitmemiş olan sadece burayı görmek için gitmeli…

Ve maalesef artık fayton yok. Ne ara atları düşünecek kadar yüce kalpli olduk… İyi de yakında atların nesli de tükenir gibime geliyor. At binek hayvanı değil miydi? Sağda solda elektrikli araçlar dolanıyor. Golf sahasındayım sanki… Nerede o soylu nal sesleri, gösterişli faytonlar. Ata iyi davran, ona iyi bak, gerekli denetlemeleri yap hepsi buydu oysaki. Yakında at maması üretirler biz de evde at beslemeye başlarız.

Neyse ülkedeki tuhaflıkları saysam buradan Bodrum’a yol olur ben de o yolda beyaz bir kelebeğe dönüşürüm.




Güzel bir ada gününden hepinize selam olsun. Ha bu arada rüyama gelince manastırın bahçesinde bir keşişe rastladım. Rüyamı anlattım… Bana kahve ikram etti, istavroz çıkarttı… Tövbeler olsun dememe kalmadı bana bir kucak dolusu mimoza verdi. “Mevsimi değil ki” dememe kalmadan “soru sorma, sen mimozaların kokusunu kendine sakla, saklamazsan böyle kâbuslar görürsün” dedi ve kukuletasını başına geçirip yok oldu.

O an Thedorakis’in sesi gelmeye başladı… Boynumda asılı kalmış olan kulaklıktan bana sesleniyordu;

Kış sonu olsaydı sana mimoza getirirdim...

Eline aldığında demeti, üzerine sinerdi kokusu...

Adadaki ayak seslerim gelirdi kulağına...

Eskiden kalma bir kaç şey biraz da...

Atlar da göç etmiş buralardan...

Biraz mimoza, biraz tepeden, parmaklıklar arasından görünen başka bir ada...

Mavilikler hala ve şükür ki martıların kanatları arasında...

BtL 

Not: "Her kuş kendi sürüsüyle uçar"

4 Eylül 2021 Cumartesi

Zorba

 



Bazı filmler iki kez izlenir. Anlamamışsındır… Bazı filmler ikinci kez izlenmeyi hak eder belki de tam da seni anlatmıştır… Bazı filmlerse hem anlaşılması zordur hem de fazlasıyla anlamışsındır… Zorba böyle bir film işte… Başladığım andan itibaren kopamadığım bir film oldu… İki saatten fazla süren bir film. Siz deyin müzikleri, ben diyeyim Anthony Quinn’in ustalığı, başkası da hikayesi desin. Hepsinin toplamında ortaya çıkan; gerçek bir efsane. Özellikle de akılda bir sahne kalıyor ki çerçeveletip duvara asmalık. İki dostun kumlar üzerindeki dansı. O dans belki de bir mektuptu yarınlarına. Sevincin, kederin ve umudun renklendirdiği siyah beyaz bir kare. 1995’de Anthony Quinn ve filmin bestecisi Mikis Theodorakis’in doğaçlama bir sahne performansı var ki mutlaka izleyin derim. İzlerken gözleriniz dolabilir çünkü benim izlediğim sadece iki üç insan değil; kocaman dünyadan gelmiş kocaman bir parçadır şu hayatta...

Thedorakis de vefat etti birkaç gün önce… Ustalara buradan selam olsun.

Filme devam edersek; 1964 yapımı olan film, Thedorakis’in güzel müziği ile başlıyor ve ardından gök gürültüsü ve yağmur karşılıyor bizi. Limandayız, yolcular yağmur altında kalıyor… Şemsiyeler açılmış olsa da eşyalar orta yerde. Valizler, sepetler, kutular… Bir sepet var ki içi kitap dolu. Sepetin sahibi kitapların ıslandığını görünce üzerine oturuyor ve şemsiyesiyle de kitaplarını korumaya çalışıyor. İşte bu adam, Zorba’nın (Anthony Quinn’in)en yakın arkadaşı olacaktır.

Tamamen karakterler üzerine odaklanmış bir çalışma… Bazı filmler kitap okur gibi izlenir. Satır satır olmasa da sahne sahne… Her sahnede ayrı bir mana bulursunuz; “neden böyle oldu” deme lüksünüz olmaz. Zaten bir roman uyarlaması olan bu filmin kitabını da tavsiye ederim… Alexis Zorba karakterinde Anthony Quin’i görüyoruz ve o da gemiye binenlerden… Kitaplarını yağmurdan korumaya çalışan İngiliz asıllı yazar Basil ile o gemide karşılaşır. Zorba o kadar zorbadır ki, içindeki coşku her an kendini gösterir ve nasıl göstereceği de zorbanın keyfine kalmıştır.

Herkes vapurdaki yerini almıştır. Yazar da öyle… Köylüsü, işçisi, yoksulu, fakiri hepsi aynı gemidedir. Yazar bir kitap açıp okumaya başlar. Bir an gözü cama takılır ve dışarıdan içeriye bir çift koca göz bakar. Zorba’nın gözleri! Yazar göz göze gelmiştir bir kere ama gözlerini kaçırır Zorba’dan. Belki kendince sınıfsal fark belki de yalnız kalma isteğinden…  Ama Zorba dur durak bilmeyen bir adamdır…

İnadına yapar gibi yazarın dibinde bitiverir. Şapkasını çıkarır ve yazarın ilgisini çekmeyi başarır. Yazar isteksizce Zorba’ya bakar. “Gideceğin yerde uzun kalacaksın” der Zorba, adam “nereden bildin” diyince Zorba’nın yüzüne filmde bol bol göreceğiniz gülümsemesi yayılır. Yazar Girit’e gidecektir. “Beni de al yanına” der Zorba. Yalvarmaz, boynunu da bükmez… Güçlü bir özgüven ve çocuksu bir inat görürüz bu sahnede. Yazar duygularını saklayan ketum bir adamdır ama o da Zorba’ya karşı koyamayacaktır

Filmde o dönemin şartlarını farklı bir perspektiften görüyoruz. Sosyolojik baskıyı, yoksulluğu, önyargıları, yalnızlığı, kalabalığı ve 1964’lerin Girit’ini…

Adam “neden” dediğinde Zorba’nın verdiği cevaba ne karşılık verilebilirdi ki: “insan nedensiz bir şey yapamaz mı yani?”

İzleyecek olanlara tavsiyem: filmde insanların bakışlarına çok dikkat edin. Gözlerin de konuştuğu bir filmdir bu.

Yazarın ikram ettiği sigarayla dostluğun temelleri atılmış olur. O bir yazardır fakat Zorba da hayat tecrübesi ve farklı bakış açılarıyla karşısındakine ilginç kapılar açan bir adamdır. Çapkındır, sadıktır, sever, nefret eder, mutludur öte yandan üzülür de… Ama tüm bu duygular büyük bir coşkunlukla akar üzerinden…

Bir sahnede sevdiği kadını elinden kaçırmaması için yazara şöyle der: “Tanrı bu ellerimizi neden verdi? Bir şeyleri tutalım diye, git tut onu”

Zorba’dan basit gibi görünen ama içinde derin manalar barındıran çokça cümle duyacaksınız. Ve Zorba’nın aşkı ve aşkları ve Yunan müziğinin verdiği yüksek enerji ve arada edilen danslar…

İki saatten fazla süren bu filmde büyük dramlara da şahit olacaksınız; mesela bir kadının suçsuz yere öldürülüşüne tanık olacaksınız. Ön yargıların, vahşetin Doğu Batı fark etmeksizin her yerde olduğunu göreceksiniz şaşkınlıkla. Umutla ve aşkla yaşayan bir kadının hüznüne ortak olurken siz de aşıracaksınız… Bir talan sahnesi var ve izlerken diyeceksiniz ki; bu kadar mı? Hani ne olacaktı ama ne oldu…  Bir sahnede kavuşma var derken kaderin ördüğü ağlara takılırsınız ama Theodorakis bir nota atar ortaya, bir nota ve birkaç nota daha… Bu sevimsiz hayat birkaç adımla çekilir hale gelir işte o zaman…

İzleyin, hissederek izleyin. 


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...