28 Eylül 2025 Pazar

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

 


Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı”

Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir anlatım. Yani yazarı Cevat Şakir.

Uyarlamalarla başımız dertte zaten. Eleştirince “bu zaten uyarlama” deniyor. Ama asıl mana yuvarlanıp gidiyor. Beklentim yüksek değildi, afişteki kostümden nasıl bir şeyle karşılaşacağım belliydi ama yine de görmem gerekiyordu.

Avamın gülüp eğleneceği bir gösteriydi bu. Çünkü Cevat Şakir’in sürgünü bazlı bir çeşitlemeydi ve genel itibariyle komik bir anlatım hakimdi. Trajikomikse eğer biraz da trajedi görmek gerekirdi. Bir düşünür der ki; “insan ruhunun baş temeli trajedidir. Komedi hiçbir zaman trajedinin makamına oturamaz.”

Konu limandaki balıkçı değil, bir düşünürdür. Benim için Uğur Mumcu neyse Cevat Şakir de odur. Mesela Uğur Mumcu’nun Rabıta kitabını okurken bazen acaba Cevat Şakir’in kitabı mı dersiniz. Durum o derece ciddi aslında. Tabi ki biri daha didaktik bir dil kullanırken diğeri kalemini rüzgara tutmuş coşkun bir şekilde yazıyor.

Bundan yıllar önce anneme “Cevat Şakir nasıl biri” dediğimde “Dürüst adamdır” cevabı almıştım, Uğur Mumcu için de aynı yanıt gelmişti. Deniz Gezmiş dediğimde ise “Okulda Onunla kavga etmiştik” dedi. “Nee Deniz’le kavga mı ettiniz” demiştim. Aynı yaştalar ve ikisi de Balık (sıkıntılı) 😊 “Kitap okuyordum, elimden kitabı alıp, bunu mu okuyorsun” diye bana kızdı demişti. Annem de İstanbul Üniv. çıkışlı. Okul arkadaşları yani. Ya Nazım, ya Necip Fazıl… Ya şu ya bu derken herkes neredeyse tam puan almıştı. Abim de bir dönem siyasi yargılanmalardan geçti, zor zamanlardı. Bu konular hassastır.

Cevat Şakir hümanist kişiliğiyle öne çıkar. Onda herkesi idare etme kabiliyeti vardı. Belki kendiyle bile dalga geçmiştir, birçok şeyi ciddiye almamış olabilir. Fakat tüm bu tavırları yüzeysel bir bakış açısına sahip olduğu için değildi. Ben Onun bu anlamda suiistimal edildiğini düşünüyorum.

Çok mu ciddiye alıyorum? Evet, çünkü ciddiye alınması gereken bir isimden bahsediyorum. Nazım kadar, Abidin kadar, Orhan kadar, Azra kadar, Bedri kadar…

Son zamanlarda tek kişilik oyunlar aile işine dönmeye başladı. Tek bir oyun metni var ve her şeyi en fazla iki kişi ayarlıyor. Bu oyunda da sanırım yönetmen oyuncunun kardeşi… Ne dekor tasarımcısı var ne kostüm tasarımcısı var, ne sanat yönetmeni var, ne ışıkçı var…

Cevat Şakir klas bir adamdı. Tüm fotoğraflarına bakın, belinde halat ip, kıçında düşmek üzere olan bir pantolon var mı? Ama oyunda durum bu oysa ki O trençkotuyla, beyaz gömlekleriyle, ressam stili beresiyle hep şık ve zarif. Sigara tutuşu bile cins adamın çünkü kendi cins ama bu cinsliği yanlış yorumluyorlar. Cevat Şakir yaşadıklarıyla dalga geçebilir ama ben geçemem. Adam ülkedeki birçok şeyi kanıksamış ve merhaba diyerek yaşam yolculuğuna devam etmiş olabilir. Annem de anlar bu işlerden O da Yıldırım Mayruk’un eski stilistlerinden biri. Dedim böyle bir kostüm gördüm. Nasıl yorumlarsın, ben mi abartıyorum? Cevabı “Cevat Şakir’i balıkçı sanmıştır” dedi. Bunu ciddi söyledi yani.

İşin adı “uyarlama” olunca her şey sapıyor bu ülkede. Cevat Şakir’i homeless (evsiz) gibi göstermek nedir? Ayağındaki ip sandaletler ise bugünün sandaleti ve kızlar giyer daha ziyade. İşte oyunlarda kostüm tasarımcısı bu yüzden var. Cevat Şakir’in su gibi rakı içerek mektup yazdığı sahne çok mu gerekliydi, kitabında böyle bir şey hatırlamıyorum. İşte bu da oyunda tansiyonu düşürmemek için yani düz bir oyunu interaktif bir oyuna çevirmek için basit bir yöntemdir ve bayağıdır!

Uğur Mumcu da komikti, Nazım da öyle, Abidin de… Zeki insanlar esprilidir zaten ve ne diplomasiyi ne de avamın el pençe divan karşıladıkları şeyleri kale almazlar. Nazım deyince; Yurdaer Okur’un muhteşem oyunculuğuyla RAN adlı oyununu izlediğimde karşımızda Nazım Hikmet var sandık bir an. O da biyografik bir anlatıydı. Neden gülmedik? Neden o oyunda ve oyunun devamında Nazım’ı daha iyi anlamaya çalıştık? Neden elimizde olmayan kitaplarını sipariş ettik. Çünkü karşımızda Nazım vardı.

Eğlenmek için tiyatroya giden ve hiçbir kaygı gütmeyen yazarlar basit bir oyunu övebilirler. Bu da tuhaf bir durum gerçi. Dekora gelirsek, tabi ki arkada kocaman bir balık ağı var! Kostüm de zaten, neyse… Altı kaval üstü şişhane. Bir şey yapılmaya çalışılmış evet. Bu anlatı olduğu için hikâyesi ya da metni yok. Mavi Sürgün kitabı çerçevesinde diğer birkaç kitaptan da birbirini tamamlayan, oyuna ahenk katacak cümleler seçilmiş ve bir kolaj oluşturulmuş. Arada günümüze de ufak atıflar vs… Geçen yıl yazdığım bir metni Mustafa Alabora’ya okumuştum. Oradaki iki kelimeyi kaldırtmıştı. Söylediği söz şuydu; “hamaset yapma!”

Gerek yok yani milletin bildiğini göze sokmaya diyor. Sen derdini anlat. Ne diyor Cevat Şakir; “Sanat anlatma arzusudur”. İşte söz işte öz. Ve Mustafa Bey ile oyunumu yönetirken bir his kapladı içimi. İkimizde elinde mikrofon vardı, oyuncular prova yapıyor o sırada. “Hocam bir şey eksik” deyip duruyorum. Döndü dedi ki; “ruh yok ruh!”

İşte asıl mesele bu. Bu sahneler anlatmak için var. Ruhunu ortaya koymak için var.

İzleyip hayranlık duyduğum oyunlar yok mu hem de çok. Özellikle de tek kişilik oyunları çok severim. Derinlik vardır çünkü orada, tek kişilik oyunlar çok kalabalıktır aslında.

Bülent Emin Yarar’ın tek başına oynadığı “Hamlet” oyununa bin kere giderim. Ne oyundu ama!

“Gülistan”’a giderim.

Yurdaer Okur’un” Ran” oyununa bin kez giderim.

Metehan Budak’ın “Çığlık” oyunu giderim.

Levent Üzümcü “Rüstemoğlu Cemal’in Hikayesi” giderim

Cem Kılıç “Maçın Adamı” giderim

Elçin Atamgüç “Can Yeleği” efsane bir oyundu, giderim.

Hasan Fehmi Gökdeniz “Kök” harika bir oyundu ona da defalarca giderim ve daha aklıma gelmeyen ne oyunlar ama Merhaba Halikarnas Balıkçısı adlı gösteriye bir daha gitmem.

 

BtL

 

 

 

 

 

 


6 Eylül 2025 Cumartesi

Pirosmani

 



Film Niko Pirosmani’nin bir yapıtı ile başlıyor. Pirosmani çok da alışkın olmadığımız ya da pek duymadığımızı “naif sanat” yani çocuksu çizimlerin hâkim olduğu bir stile sahip diyebiliriz. Yalın ve düz çizgiler kullanılarak ortaya konan eserler.

Ben ressamların hayatlarının ilham verdiğini düşünürüm hep. Çok fazla ressam tanıdım, atölyelerde çok zamanlar geçirdim. Gerçekten onların hayata bakış açısı dünyalılarınkine pek benzemez. Filmde de onu görüyoruz. Benim en çok hoşuma gidense filmin Pirosmani’nin tablolarına benzemesi. İnsanlar, hayvanlar, insanların ve eşyaların duruşları, o durağanlık inanılmaz. Sadece bu özelliği için izlenmeyi hak ediyor bence.

Naif sanatı biraz daha açarsak eğer, kuralsızdır ve ilkelci sanat olarak da geçer. Naif ressamların resimleri duygusaldır ve ne görüyorsa onu yapar. Perspektif filan aranmaz onlarda. Türkiye’nin ilk naif ressamlarından biri Hüseyin Yüce’dir.

Filme dönersek…

Rus yapımı olan film bana sık sık Tarkovski’yi anımsattı. Babayı anmadan olmaz tabi. Bu filmde de Tarkovski’nin şiirselliğine rastlamamak mümkün değil. Tarko’nun filmlerinde babasının şiirlerini duyarız, bu filmde de insanların bazı diyalogları şiir gibiydi.

Filmde kendini toplumdan ve insanlardan soyutlayan Pirosmani bir restorana girer. Biraz ilerideki masada tanıdıkları oturur. Onlarla ilgilenmez. Oturanlardan biri Pirosmani’ye laf atar ve diyalog gelişir…

“Yalnız bir adama yemek yaramaz. Bize katıl beraber içelim. İçini kemiren ne? Derdini bizimle paylaş, biz de insanız. Hayatı yalnız yaşamak zordur.”

Pirosmani eline kadehini alır ayağa kalkar ve saygıyla;

“Bana eşlik etmenizin şerefine.” Der ve kendi hayatına devam eder.

Bir başka replik;

“Ne düşünüyorsun Nikolo? Bir içki iç ve dileğin gerçekleşsin”

Nikolo yani Pirosmani cevap verir:

“Bu hayatta ne kadar votka içmem gerekiyor. Yavaş içip de daha çok mu çalışayım, yoksa bir dikişte içip sonumu mu getireyim.  Hangisinin dahi iyi olduğuna karar veremiyorum.”

Diğer insanların yaşadığı gibi yaşayamayacağını söylüyor Niko…

Evliliğe ve çocuk sahibi olmaya da karşı… Kısacası her şey ona yüzeysel ve çok sıradan geliyor. Normalde olması gereken duyguların yerini başka şeyler mi istila ediyor acaba bizim gibi türlerde?

Bu filmde pastoral bir stil de var. Yani naiflikle kısıtlamak doğru olmayabilir. Kararı size bırakıyorum. Yazının uzun halini bloğuma koyacağım. Ve film olsun, tiyatro, kitap olsun açık bitişleri severim. Bu film de öyle bitti. İzleyin, analiz edin. Harika bir film. Tablo gibi.

Filmden bir cümle daha: “Hayat beni reddetti ve ben de dostluğumuzu küçümseyerek seni terk ettim.”

Niko elindeki bir miktar para ile ticaret yapmak ister fakat orada da tutunamaz. Hiçbir yere bağlı kalamıyordur. Bunu kimileri yaşadığı karşılıksız aşka bağlıyor ki ben öyle düşünmüyorum.

Ve bir gün Niko ile alakalı bir haber çıkar gazetede. Niko’nun gazeteden haberi yoktur henüz fakat insanlar Ondan yüz çevirmeye başlar, duvarlarından Niko’nun yaptığı resimleri indirirler. Niko buna bir anlam veremez ve en sonunda yolda gördüğü birilerine sorar neler olduğunu…

Devamını yazmayacağım… İzleyin ve görün. Tartışmasız harika bir filmdi.

Bu vesileyle rahmetli hocam “Fırçasız Ressam” diye ünlenmiş Metin Akarslan ağabeyime sonsuz ama sonsuz selamlar, sevgiler olsun.

BtLÂşK





27 Haziran 2025 Cuma

Sweet Bean

 Kirin Kiki’nin ve Masatoshi Nagase’nin oyunculuklarına hayran kalacağınız bir Japon yapımı.

Türkiye de sinir olduğum şeylerden biridir basmakalıp isimlerin ya da arabesk öğelerin ardına saklanıp olayı kestirip atmak. Bu filmde umut yok umutsuzluk da yok ama filmin adını Umudun Tarifi olarak değiştirmişler. Neden çünkü filmde yaşlı bir kadın var, üzgün bir adam var. En basit yoldur dramatik bir isim koyup eseri yaftalamak. Benim bir kitabıma da aynı şeyi yaptılar hatta bir kaçına. Romanda başkarakter intihar etti diye tutmuşlar kapağa urgan koymuşlar.

Neyse bu da benim eleştirim. Oysaki film çok spritüeldi. Her sahnede derinlik vardı. Kadrajdan bahsetmiyorum, manadan bahsediyorum.

Benim için kiraz çiçekleri hiç bu kadar anlamlı olmamıştı mesela.

Tatlı fasulye kavurmasındaki fasulyelere saygı duymak da aklımdan geçmezdi hiç.

Minnet duymak… Japonlar başta olmak üzere birçok kültürde yemekten önce Tanrı’ya şükredilir. Müslümanlarda yemek bitince, o da akına gelirse tabii. Fakat irfan sahibi diyebileceğimiz güruh bizde de yemekten önce şükreder. Geçerli ve zor olan budur.

Dediğim gibi, ruhsal bir film olduğu için insanın içindeki bir takım duyguları da canlandıran zor bir filmdi aslında.

Bazen veda etmemiz gereken kişiler, eşyalar ve mekânlar olur. Gitme vakti geldiğinde gitmeyi bilmeyi de büyük bir incelikle anlatıyor film. Ve bunlar hep kiraz ağaçlarının gölgesinde, Dolunayın şahitliğinde oluyor

Bir kanaryayı kafesten salmak, kiraz ağacının uçuşan yapraklarıyla sevinmek, Güneşle beraber mutlu bir şekilde yeniden doğmak…

İnsanın hikâyesi bitmez. Teşekkürler Naomi Kawase.

 

 



 

20 Haziran 2025 Cuma

Mavi gök ile yeşil toprak arasında bir yerlerde

 

Bir zeytin ağacı… Dedem dikmiş. Hemen yanında doyamadığım limonların ağacı güneşle dans ediyor. Toprağı kurumuş mu ne? Ama kapılar ardına kadar kilitli.


Köşke çıkıyorum sonra kırık dökük merdivenlerden. Yerler hâlâ delik deşik çocukluğumda olduğu gibi. Ocağın üzerinde solmuş bir takvim, son yaprak ölmeden bir gün öncesine mi ait yoksa? Sahi ölen kim? Sen mi yoksa ben mi?


Ve kapılar hep kilitli. Kırmalıydım belki de kilitleri aklımın kilitlerini kırdığım gibi! Kilere iniyorum sonra. İşte ben! Gölgem, asılı kalmış bak! Bir merdiven ahşap ve eski ama benden yeni! Bahçe kapısı düşmüş ölü taklidi yapıyor ben güleyim diye. Tebessüm ettim sadece. Kantaron topladım sonra kalbime sürerim diye.




Kapılar hâlâ kilitli. Kapılarımı kilitlemişler.

Çarşıya çıkıyorum sonra… Bayram günü salıncak ittiriyor biri. Asırlar evvelinden bir sahne gibi. “Hâlâ var mı?” diyor içimden küstah bir ses. Sus diyorum şuraya bak; “Kızarmış kelle” yazıyor tahta bir arabada. Kokoreç yerken iyisin deyip tokatlıyorum usumu!



Cleopatra kapısından geçiyorum elimde azık peştemâlimle ve arkama bakıyorum…

Çocukluğumun kapılarını kilitledikleri geliyor aklıma.

Dedemle hesaplaşıyorum bir de babam ve Tanrıyla!

Açılıyor tüm kilitler ardı arkasınca.



1 Haziran 2025 Pazar

Misafir

Beni İran sinemasına âşık eden yönetmenlerden biri Abbas Kiyarüstemi… Bu akşam onun Misafir adlı filmine konuktum. Şiirsel sinemanın devlerinden biri olarak anılır Abbas… “Misafir” 1974 yılında çekilmiş harika bir sanat filmi. Sanat filmleri ne anlatır? İnsanı… Abbas bize insanı nasıl anlatmış bu filmde? Bir çocukla anlatmış. Şiir gibi anlatmış. En yalın haliyle, benden uzaklaşmadan… Belki de iki adım ötemizde olanları getirdi koydu önüme yine.

Başkarakter Hassan’la beraber İran’ın 1974’lerinden bir köy görüyoruz. Köy okulundaki sistemi, aile içindeki düzeni, yoksulluğu, umudu ve Hassan’ın futbol tutkusunu!

Her şey o kadar doğal ilerliyor ki… Yormadan sıkmadan ve şaşırtarak… Ailesi Hassan’a baskı kurmaya çalışır. Hassan maç yapmaktan ders çalışmaz, okuldan kaçar… Ve bu tutku Tahran’a maç izlemek için kaçmaya varacak kadar büyür. Peki bu çocuk nasıl gitti Tahran’a? Bir fotoğraf makinesi sayesinde. Eski bir fotoğraf makinesi.



Sonunu anlatmaya dilim varmıyor. İzleyin görün.  Teşekkürler Abbas Kiyarüstemi.

Betül 


 

11 Mayıs 2025 Pazar

AMADEUS-2

 


Peter Sheferin 1979’da yazdığı oyun, Türkiye’de en son 2007’de İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenir… Benim izleti olarak “Amadeus” ile tanışmam sinema filmiyle oldu yani yine bu eserle aslında… Yoksa hemen hemen yazdığım her şeyde Mozart’ın bestelerinin gölgesi vardır. O’na çok şey borçluyum ve çok ama çok seviyorum. Onunla ilgili çok kitap okudum. Detaylı şeyler bloğumda yazar zaten. 2022’de de bu oyun için yazmıştım.

Bugünkü Amadeus’a gelirsem, AKM benim terapi merkezim diyebilirim. İhtişamıyla göz doldurur ve bilirim ki sanattır içi dışı… işte bu ömre bedel fakat gelin görün ki bugün ses hiç iyi değildi. Oyunun giriş kısmına inanamadım. Çok nadiren interaktif şeyler var oyunda. Tadında olursa severim. Girişteki sesi hiç sevmedim. Cılız ve yoğun bir kakofoni vardı. Öyle bir sahneye yakışmayacak türden. Herhangi bir salon değil burası! Zorlu da izlediğimde böyle değildi bu sesler.

Ve ses yetersizliği oyun boyunca devam etti. İlk sezonda Mozart’ı Okan Bayülgen oynuyordu. O’nu çok severim ama sadece gösteri adamı kimliğiyle. Açıkçası Mozart için gittiğim bir oyun bu. Okan sesi dejenere olmuş bir seslendirmen, programcı. O zamanki gösteride sanki Mozart değil Şrek konuşuyor gibi gelmişti ya da herhangi bir reklam filminden bir ses çıkagelmiş! O zaman ki yazımda bunu yazmamıştım. Bunları yazmak da kolay değil. Sonra rolünü Tansu Biçer’e devretti. Çok da iyi yaptı. Harika oynadı, bravo.

Bir eleştirimde Selçuk Yöntem’e; severim, saygı duyarım, sesini de severim. O bariton diyebileceğim, yerinde kullanılırsa dinlendirici ve dinletici nitelikteki sesi Salieri rolü için çok ama çok yetersiz. Kendisine büyük saygı duyuyorum ama lütfen bu rolü devretsin. Çok hızlı konuşuyor, duymak istediğim şeyler o kalın ve çatallaşmış ses içinde boğulup gidiyor.

Ben Mozart aşığı olduğum için hayatına çok hâkimim hatta oyunda kız kardeşi neden yok diye eleştirmiştim eski yazımda. Sanırım bu oyunun ilk versiyonlarının 4-5 saat sürdüğünü okumuştum kaç sene önce. O ya da bu ben Mozart’ın babasını ve kardeşini görmek en azından onlardan bir emare olmasını isterdim. Mozart’ın mektuplarını da ihtiva eden bir kitap okumuştum. Kız kardeşiyle çok mektuplaşırdı.

Oyun çok hızlı akıyor. Bir yerde saray yetkilisi aniden sahneye giriyor, Mozart’ın yazdığı operayı eleştiriyor ve ilk cümle şu; “komik bi fars yazmış”

Buradaki fars kelimesini bir Allahın kulu anlamaz. Fars tiyatroda abartılı, absürt komediye denir. Tiyatro eğitimi aldığım için anladım ben de. Yutulan o kadar çok kelime, anlatı var ki, eğer Mozart’ı tanımıyorsanız ve hatta Amadeus filmini (sinema) izlemediyeniz aklınızda kalmaz bu oyun, bir şey de anlamazsınız. Burada Salieri ve Mozart üzerinden bir insanlık dramı işleniyor. Mozart da mobbing yedi ahali!

Kostüm, dekor, Mozart’ın eserleri harika. Yine gideceğim bu gösteriye. Onun müziklerini dinlemek, aryalarla kulaklarımızın pasının silinmesi için. Mozart Allah senden razı olsun canım. Senin o eserlerin Tanrı’nın sesi gibi. Kimsesizler mezarlığına gömülmüş olsan da, asırlardır senden ilham alıyor ve seninle düşünüyoruz. Sen hep varsın, var olacaksın. Bak hala seni konuşuyoruz.

 


12 Aralık 2024 Perşembe

Cimri Yorumum-2

Ne adamsın be Harpagon!

Oyunu izlerken ve yazıya da başlarken “ne adamsın” demeden duramadım Harpagon’a…

Moliere, Cimri adlı oyunu 1668’de yazdı. Ve o günden bugüne dünyadaki gerçek Harpagonların varlığının acı bilinciyle daha da gülündü bu karaktere ve “ne adamsın” dendi kim bilir kaç dilde ve binlerce milyonlarca kez…

Güldürü oyunlarını sevmem fakat hangi güldürüleri sevmem? Günümüz komedilerini mesela! Kült olmuş ve bu günlere ışık tutan Cimri gibi oyunlardan ancak ilham alabiliriz. İyi oyunların ve iyi filmlerin iyi hikâyeleri vardır. Bir oyunun sağlam bir hikâyesi yoksa o oyun izleyiciye geçmez. İzleyici oyunla bir bağ kuramazsa vaktini boşa harcadığıyla kalır.

O dönemde Paris’in burjuva kesimine atıf olsa da Cimri, bugün cimriliği daha geniş bir yelpazede ele alabiliyoruz. Her şeyin cimrisi olabilir insan; sevginin, merhametin… Oyuna konu olansa bir sandık dolusu altın. Ama ne altın! İşte bu altın etrafında yükseliyor oyun.

Yüzyıllardır varlığını koruyan bu değerli oyun neredeyse tam iki saat sürüyor… Özel tiyatrolarda birkaç kez izlemiştim. Önceden izlemiş ve okumuş olunca insan iştahla Harpagon’un o “yetişin hırsız var” diye başlayan tiradını bekliyor. Başkasını bilmem de ben bekledim… Harpagon’u Mustafa Kurt canlandırıyor. Kurt birkaç yıl öncesine kadar Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydü. Kendisini buradan da sevgiyle selamlıyorum. Oyun öncesinde de kendisiyle kısa bir sohbetimiz olmuştu. Onu ilk kez sahnede izleyecektim. Gayet mütevazı ve kibar bir beyefendiydi.

Evet Harpagon’u O canlandıracaktı tahmin edemeyeceğim bir performansla hem de… Yakınlarım ve okuyanlarım bilir ki; üzerine basa basa bir oyun ya da oyuncu hakkında olumsuz bir yorum yapmazdım kolay kolay ama artık yapma zorunluluğu hissediyorum zira insanlar çoğu klasik hikâyeleri oyunlaştırıp işi ticari boyuta getiriyor. Ve ortaya çok samimiyetsiz saçma şeyler ortaya çıkabiliyor.

Şunu samimiyetle belirtmem gerekir; Mustafa Kurt’un kendine has bir oyunculuğu var. Sahneyi kullanışından, ses yapısına kadar birçok şeyde onu diğerlerinden ayıran bir iç sistem var ve bu oyuna değer katıyor. Bazı sahnelerdeki altın arayışı seyirci koltuklarına kadar iniyor… Çok ünlü olup daha ziyade ekranlardan tanıdığımız ama sahnede izlediğimde  “nasıl olur” diye hayrete düştüğüm isimler de oldu şimdiye kadar (olumsuz manada). İnsan böyle zamanlarda işine duyduğu aşkı da sorguluyor aslında. İşimi yapıp eve gideyim diyen mi ararsınız, sesi çok dejenere olduğu için canlandırdığı rolle herhangi bir bağ kuramamış oyuncu mu? Özetle birine iyi ya da kötü demek benim için zor zanaat. Mustafa Bey’i oyun sonunda tebrik etmiştim, buradan tekrar tebrik ediyorum. Gerçekten çok şaşırtıcı ve çok kendine has bir yetenek. (Cimri oyunuyla -2019- yılın en başarılı erkek oyuncusu ödülünün de sahibi aynı zamanda)  

Tiyatro eğitiminin sonuna geldiğimizde sınavda bu tiradı verecek bir arkadaşımız vardı, kendini yerden yere az atmamıştı. Gerçekten zor bir tirattı bu meşhur tirat.

Gelelim Eda Aydınlı’ya yani La Fleche’ye… Sahneye bir afacan fırlıyor komik aksanıyla! Siz içinizden “erkek mi kadın mı” diye düşünürken basıyorsunuz zaten kahkahayı. Oyunun kara kutusu, oyunda nasıl desem… Sanki bir düğüm… Önünüze çıkan sevimli bir düğüm. Her yerden çıkıyor, düğüm olduğu kadar düğümleri de çözüyor. Olmazsa olmazmış La Fleche. Harikulade bir performans, bitmeyen bir devinim içinde ortaya çıkan o bilmiş karakter. İyi ki oradaydın…



Cimri oyunu, cimri bir adamın etrafında dönen bir hikâye. Cimrinin iki çocuğu var. İkisi de babalarının cimriliğinden şikâyetçi. Öyle ki onu özetle şu satırlarla tanımlar bilenler:

Dünyadaki insanların en az insan olanı; yeryüzündeki canlıların en katı yüreklisi, pintilerin en pintisidir. Onun sevmesinden kuru, onun okşamasından kısır bir şey olamaz. Vermek öylesine zoruna gider ki, selam bile vermez kimseye, onu bile alır; yalnız alır.”

Harpagon’un oğlu âşık olur, aynı zaman içinde de Harpagon bir kadına talip olur. Kaderin işine bakın ki ikisi de aynı kadını istemektedir. Kadınsa Harpagon’un oğluna yani Cleante’ye âşıktır. Harpagon hem bir sandık altınını muhafaza etmenin peşindedir hem de aile içindeki karmaşanın üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Ve bir gün altınları çalınır. İyi ama kim çalmıştır? Hem de Harpagon’dan! Olacak iş değil! Kendini oradan oraya atan Harpagon herkesi suçlar, ona göre tüm şehir suçlu ve herkes asılmalıdır!

Peki altınları kim almıştır? Tahmin edin?

Tiyatro eleştirileri yazdığım zaman sonundan asla bahsetmem. Son sahnede uyarmamı gerektirecek bir şey olursa da onu yazarım.

Kostümler çok güzeldi, özellikle ayakkabılara bayıldım… Dönemse dönem. Hakkını vermişler. Moda tarihine hâkim olduğum için kostüme çok dikkat ederim. Rönesans’tan, Barok’una, Rokoko’suna kadar yelpaze geniş ve doğru tercih her zaman alkış alır.

Cimri klasizm döneminin temsilcilerindendir. Öte yandan trajikomik diyebileceğimiz oyunun zemini ahşap ve eğimliydi. Bu benim için önemli bir detaydı. Daha öncede ahşap eğimli zemini olan oyunlar izledim. Ve gördüm ki, hareketli ve tansiyonu yüksek oyunlar bu tip sahnelerde çok daha rahat ve akışkan gidiyor. Görmek istenen karmaşayı izleyene daha rahat aktarıyor. Tıpkı kahve ya da çay ikram ettiğiniz bir tepsi gibi. Oyunu alın ve keyifle yudumlayın. Zeminde bir detay daha vardı Bir kapak vardı ve oradan La Fleche çıkıyordu. Oyuna hareket katan bu aksiyon ne tuhaf görünüyordu ne de bir klasikte “nasıl olur” dedirtiyordu. Her zaman şunu söylerim; oyuncuda ve oyunda ruh varsa isterseniz bir ipin üzerinde oynansın, o yine alkış alır, yine alır ve yine alır…


Harpagon karakterini canlandıran Murat Kurt’tan bahsetmem gerekirse, O Anadolu’lu biri. Nevşehir’li. Dolayısıyla genetik bir aksanı var. Beden tipinden bakışına ve ses tonuna kadar tam bir Anadolulu. Harpgon’u bir Fransız mı yoksa bir Türk mü daha iyi oynar? Hayır bunu asla bilemeyiz. İçerideki ruhun enerjisini hiç kimse bilemez.

Kostüm bir oyunun olmazsa olmazıdır. Kimliğidir. Adını görmediğim bir afişte sadece kostümüne bakıp o oyunun ne olduğunu anlayabilirim. Özellikle bunu dönem oyunlarından beklerim. Geçenlerde izlediğim bir Hamlet oyununda Hamlet sahneye saten kırmızı slip bir don ile çıktı. Başkaları için bu bir yenilik olabilir ama benim için değil. Yenilik isteyenlerin kendi zekâ ve akıllarıyla özgün eserler ortaya koymasını isterim. Klasikler bizlere ilham olmak için yüzyıllardır bir çınar gibi ayaktalar. Onları sarsmanın hiçbir manası olamaz.

Kostümler de şahaneydi. O dönemlerde kadınlar balina kemiğinden yapılan korseler kullanırdı, dar kare burunlu, gümüş işlemeli kadife ayakkabılar, kollardan bellerden sarkan kurdeleler ve daha birçok detay. Bu oyunda tüm bu detayları görebiliyorsunuz. Senaryo iyidir ama dekor ve kostümde aksaklıklar vardır. İşte bu yazar için gerçekten üzücü bir durumdur. Bu yıl yazıp yönettiğim bir oyun için Çukurova’nın bir köyünden kilim ve toprak testi getirdim. “Nasıl olsa yere serilecek ne gerek var” diyenlere cevabım: “ben göreceğim” olmuştu. Ve oyunu yönetirken oyuncudan beklediğim yegâne şeyse; gözlerinde görmek istediğim ışık olmuştu.

Empati yaparak ve ruhunuzu ortaya koyarak çıkardığınız eser karşılık görür tıpkı Cimri gibi. Cimri ülkemizde yıllardır turneye çıkıyor ve ayakta alkışlanıyor.

Ve bu oyundaki tüm oyuncular, hepsini bir kez daha alkışlıyoruz. Alkışlarla defalarca bölünen ve İstanbul’a gelse yine gideceğim mükemmel bir oyun izledim. Oyun dediğimiz şey sahnedeki kocaman bütündür, bu bütüne iğneden ipliğe, çoraptan, düğmeye, sesten diğer sese her şey dâhildir. Güzelse de bu yüzden güzeldir.

İçinizde yazmak isteyen vardır ve oynamak isteyen de. Romanlarımdan birini senare etmek için yıllardır bekliyorum. Beklememin sebebi yazamamak değil, yazarım fakat bekliyorum. Nedenini bilmediğim bir şekilde… Yayınevleriyle sözleşme yaptığınız zaman 10 yıl boyunca kendi eserinizi kullanamıyorsunuz. Ve 10 yılı da geçti. Hala bekliyorum. Çünkü o kırmızı perde açılırken ve kapandığı esnada derin ve rahat bir iç çekebilmek için. Çayı demlediğin an içemezsin, beklemen gerek.

Tiyatro eğitimini sahneye çıkmak için almadım. Ben oyunculuğu tercih etmem, sadece işin mutfağını görmek istemiştim. Bu bana çok şey kattı. En ağır ödevim; Jan Dark’ın savunmasıydı. O an dedim ki kendime “asla sahneye çıkma” : ) Kreatif olduğum için hep doğaçlama yapmak geliyordu içimden ve hocam en sonunda daha kısa bir tirat vererek benden kurtulmuştu : )

Ne yapmak istiyorsanız bekleyin. İster oyunculuk isterse yazmak. Her şey zamanı gelinde tıpkı bir bebek gibi doğuyor çünkü hayatta onu bekliyor kucağına almak için.


Oyunun yönetmeni. büyük yönetmen Işıl Kasapoğlu'na binlerce teşekkür.


 

6 Aralık 2024 Cuma

Gülistan

 



“Gülistan” tek kişilik bir oyun olarak tanımlansa da çok kişili bir oyun aslında. İzleyenler koltuklarda yerlerini alırken bizi Gülistan karşıladı sahnede. O bir çiçekçi. Kendinden habersiz ve kendinden habersiz olan başkalarının da varlığından sonradan haberdar olan bir çiçekçi. Çiçekçi deyince aklıma Nişantaşı’nda hani o ışıklar var ya, işte oradaki çiçekçiler geldi. Buketi uzatırken gözlerinin içine bakan yüzlerce binlerce Gülistan…

Gülistan bize Gülstanları yani gül bahçelerini anlattı… Bir gül bahçesinde kaç gül vardır sizce? Kim bilir? Kaç unutulmuş, kaç hiçe sayılmış, kaç görmezden gelinmiş hayat vardır? Hesabını yapamayacağımız kadar kara bulutlar dolanırken tepemizden ki her sitem göklerde dolaşırmış ya hani…

İşte sırtı kamburlaşmış Gülistan’ın da ahları arş-ı âlâya ulaştı sahnede. Bir profesör var arada uğruyor. Bak hele, profesör ama selamını da esirgemiyor Gülistan’dan. Bir tevazu kokusu yayılıyor sahneden ağrı bu yana. Seviniyoruz içten içe Gülistan ve Gülistanlar adına.

Çiçeklerini bağlıyor Gülistan. Tek tek demet yapıyor beyaz güllerini hayallerini sarar gibi. Bir de çene var ki sormayın. Ama o tatlı çene ve mimikler sayesinde “gitsem mi gitmesem mi” dediğim oyuna iyi ki gitmişim dedirtiyor. Bir güler yüz, bir mimik zenginliği. Sahici mi bu diyor insan. O köşeden mi çekip aldılar da kızı sahnede konuşturuyorlar. Kostüm de çok iyiydi. O yelek konuyu sessizce özetliyor hele de arada yelekten güç alırcasına ya da aklından geçen bir şeyleri örtercesine iki ucunu birleştirmesindeki derinliği hissediyoruz ya, işte bu ince detaylar oyunu bir an dahi düşürmüyor.

Oyunlarda kukla ve benzeri materyalleri seviyorum. Gülistan’da gölge oyunu izledik. Harikaydı. Hâlâ kızıyorum kendime niye alkışlamadım diye o sahneyi! İyi ama nasıl bölebilirdik ki o anne kızın didişmesini. O zaman şimdi alkış hem de kocaman!

Kız kardeşinin bir sitemi ile hayatı allak bullak oluyor Gülistan’ın. Çıkamıyor işin içinden. Çıkamadığı şey ise; görünür olmamak. “Yoktun” diyor kardeşi. Varlığını ispatlayamamanın kederiyle ne yapacağını bilemiyor. “Neyin yokluğu neyin varlığı” derseniz eğer, bunu kendiniz izleyip göreceksiniz. Kendini arar Gülistan. Eski bir öğretmeni öğretmen beller kendine ve ondan kitaplar alır. Okur, okur ve okur. Artık onun kendine ait fikirleri vardır, cümleleri de.

Gülistan iş hayatında, Gülistan evde, Gülistan sokaklarda, Gülistan kitapların arasında ama Gülistan var olamamış olmanın sancısında. Sancıların en büyüğüne tanıklık ediyoruz. Ve yeniden doğar Gülistan. Doğumu da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserinin son cümlesiyle biter; “Ama burada yeni bir öykü başlıyor.”

Kostümüyle, dekoruyla, ışıklarıyla, oyuncunun oyununa inanmış bir şekilde eserini sergileyişiyle, arka planda emek vermişleriyle, o gülleri tek tek sarıp dekore edişiyle birinin ya da birilerinin hâsıl-ı kelam; her şeyiyle çok güzel bir oyun izledik. Müteşekkiriz. Bir rica; lütfen sahnedeki gazete kâğıdını yavaş hareketlerle yırtın ki, izleyici korkusunu yenmeye çalışırken Gülistan’dan kopmasın.

Nice eserlere.


12 Kasım 2024 Salı

Gazi Sofrası İçin Perdeler Açıldı

 


Yazıp yönettiğim Gazi Sofrası adlı oyunun ilk gösterimi 10 Kasım’da İBB Şile Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Oyunun sanat yönetmenliğini Mustafa Alabora yaptı. Bu benim için büyük bir anı ve aynı zamanda okul oldu. Abarttığımı düşünmeyin. Öyle biri gelir ki, yıllar sürebilecek eğitimi birkaç saatte veriverir. Tam da böyle zamanlar geçirdik Onunla. Doğru zamanda doğru hamlelerle kılçıklarından temizlenmiş bir oyun aktı sahnede…

Bu oyun gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazıldı. Birçok kaynakla görüşüp onaylarını aldıktan sonra yazdığım hikâyeyi oyuna çevirdim. Atatürk bundan yıllar önce yani 1932’de Şile’yi ziyaret eder. 1932’nin Şile’si, bir zaman kıtlık da görmüş yokluk da ama genciyle yaşlısıyla ayakta kalmayı, ellerinde kalanı bugüne taşımayı da bilmiş kadim bir kasaba. Bugüne gelen şeylerden biriyse; Gazi Sofrası adlı motif olmuş.

Hikâyesine sadık kalınarak yazılan oyunda bu motifin doğuşu işleniyor. Şile ağzının baskın olduğu eserin başköşesinde yerli halkın şakşakı dediği el dokuma tezgâhı da var. O dönem kadınının “çilesi” diyebileceğimiz bu ince iş ne saçlar ağarttı, nice gözyaşlarına şahitlik etti. Kadınlar tezgâhlarda günlerce Şile Bezi dokurdu tüccara satmak için. Bazen çeyizine, bazense hediyelik… Çile çile yumaklar metrelerce beze dönüşürken kadınlar yaşlanır, bebeklerse annelerinin boylarına yetişirdi.



Başrolde Hatice (Elif Soyarslan) var… Oyunu ayakta tutan Elif’i buradan da alkışlamak istiyorum. Yükü ağırdı… Eşi ve oğluyla sık sık çatışma yaşayan Hatice’nin bir de durmadan kapısını çalan komşusu Fatma (Sezen Demirkol) var. Sezen’e de kocaman bir alkış. Elinde tabak durmadan Hatice’yi yoklar Fatma, içeri girdiğinde ilk işi eşyaların tozunu parmaklayıp, gücü yettiğince laf sokmak. Hatice de altta kalmaz tabii. Elif’in kocası balıkçı, Fatma’nın kocası ise kömürcüdür. Oyunda anlatıcı da vardır ve gerekli yererde tarihsel detaylar verir. Hatice’nin bir de oğlu vardır. Akıllı ve “babası kılıklı” bu sevimli oğlan (Mehmet Kürşat Gül) bir gün eve koşarak, nefes nefese gelir “paşa geldi, gazi paşa geldi!”. Mehmet’e de buradan kocaman teşekkürler, derslerinden arta kalan zamanda bizleri yalnız bırakmadı.

Ve işte evin ve mahallelinin telaşa düştüğü o an! Dakikalar sonra telaş, yerini yaratıma bırakır. Kalabalık bir an dağılır ve Hatice kendiyle baş başa kalır, düşünmeye başlar. Öyle ya koskoca paşaya çıplak tepsiyle kahve mi tutulurdu?

Hemen kasnağa Şile bezini gerer ve işlemeye koyulur. İşler… İşler. Yepyeni bir motif çıkartır. Adını da Gazi Sofrası koyar… Ve Mustafa Kemal Paşaya bu motifin işlendiği bezin örtülü olduğu tepsiyle kahve ikram edilir. O gün bu gündür Gazi Sofrası işlenir. Bir motif, bir hikâye… Ve oyunun ardından kulağıma gelen fısıltılardan biri; “ben de çok işlediydim bu motifi”.

Bu güzel oyunun hayata geçmesine vesile olan ve oyunda küçük bir rol de alan Şile Belediye Başkanı Özgür Kabadayı’ya ve nezdinde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimle. 


6 Kasım 2024 Çarşamba

Bu Bir Film Değil

 

"Bu Bir Film Değil" evet değil. Bu bir mücadele. Jafar Panahi’nin 2011 yılındaki İran rejimiyle mücadelesini izliyoruz aslında. Adamın tek silahı kalemi. Kalem kılıçtan keskin. Peki korkmalı mı bu adamlardan? Suç ortağı ise; Mojtaba Mirtahasebi.

Muhalif yönetmen Panahi nin başı dertten kurtulmuyor. Ev hapisleri, cezaevleri, 20 yıl senaryo yazma yasağı, 20 yıl film çekme yasağı… Avrupa sineması ayağa kalkıyor. Cannes de ona sesleniyorlar. Açlık grevi yapıyor en son. Panahi şartlı tahliye ediliyor geçen yıl(2023).

Bu görüntüler evinden (2011)… Film yasağı var ya… Adam sanatçı yerinde duramıyor. İki sevdiğim adamın iki çok sevdiğim sözü vardır. Tarkovsky der ki; “sanat kusurlu bir hayattan doğar.” Cevat Şakir der ki; “sanat anlatma arzusudur.” Panahi de anlatmak istiyordu. Sanatçının ağzı dursa eli durmaz.

Burada evinde geçirdiği bir günü izliyoruz. Kamerada belgeselci arkadaşı yönetmen Mojtaba Mirtahasebi var. Görüntülerin bir yerinde Panahi yasaklarını parmak hesabıyla sayıyor ve “senaryo anlatmak suç değil değil mi” diyor tebessüm ederek. Ağlanacak hallerine beraber gülüyoruz. Senaryosunu anlatmaya karar veriyor. Adamın evin içindeki mücadelesi o kadar iç burkucu ki… “Bu adam ne yaptı ki size?” diyorum. Korkarlar çünkü etrafını aydınlatıyor. Karanlık kafaları gütmek daha kolay. Onlar da haklı yasaklamakta. Ama yine de sormadan edemiyorum “bu adamlar ne yaptı size hatta dünyaya?”

Bir halının üzerinde senaryosunu anlatıyor Panahi. Biraz da okuma tiyatrosuna benzettim. Ve bu çekimler Cannes Festivaline de ulaştırıldı. Rivayet o ki kekin içine saklanan bir bellekle yurt dışına çıkarıldı. Hal böyle olunca belgeselci arkadaşı da payına düşeni aldı ve pasaportuna el kondu…

Daha nice eserlere…

Yeryüzündeki tüm aydınlara selam olsun.

 


3 Kasım 2024 Pazar

Üç Hayat


Yönetmenliğini Jafar Panahi’nin üstlendiği ve izlerken sahne sahne içinde gezindiğiniz, 2018 yılında Cannes’ten ödüllerle evine dönen harika bir Panahi filmi daha…

Film, konservatuarı kazanmış ama ailesinin baskısı yüzünden okula yollanmayan genç bir kızın hikâyesini anlatıyor. Filmin başrollerinde Jafar Panahi ve Behnaz Jafari’yi görüyoruz. Hikayenin etrafındaysa Tahran, kasaba, en nihayetinde de bir köyün etrafında dönen hadiseleri izliyoruz.

İran’ın kuzeyinde Saran adında bir Azeri köyünde yaşanıyor her şey. Bu her şeyin içinde; gelenekler, hayatlar ve bitmeyen toprak yollar var.

Okula yollanmayan Marziyeh, çareyi bir video çekip çok beğendiği İranlı aktris Behnaz’a göndermekte buluyor. Video Marziyeh’in hayatının sonlandığını gösteriyor ya da göstermiyor. Bunu izleyince kendiniz göreceksiniz. Behnaz çekimlerini yarıda bırakıp Panahi ile yollara düşüyor ve bu yolculukla yollar boyu dev bir doğallığı kucaklıyorsunuz. Köylüyse köylü, inekse inek, düğünse düğün, kavgaysa kavga.

Ama olduğu gibi… Ne eksik ne de fazla…

Ve son sahne. Film o kadar güzel bitiyor ki…


 

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...