12 Aralık 2024 Perşembe

Cimri Yorumum-2

Ne adamsın be Harpagon!

Oyunu izlerken ve yazıya da başlarken “ne adamsın” demeden duramadım Harpagon’a…

Moliere, Cimri adlı oyunu 1668’de yazdı. Ve o günden bugüne dünyadaki gerçek Harpagonların varlığının acı bilinciyle daha da gülündü bu karaktere ve “ne adamsın” dendi kim bilir kaç dilde ve binlerce milyonlarca kez…

Güldürü oyunlarını sevmem fakat hangi güldürüleri sevmem? Günümüz komedilerini mesela! Kült olmuş ve bu günlere ışık tutan Cimri gibi oyunlardan ancak ilham alabiliriz. İyi oyunların ve iyi filmlerin iyi hikâyeleri vardır. Bir oyunun sağlam bir hikâyesi yoksa o oyun izleyiciye geçmez. İzleyici oyunla bir bağ kuramazsa vaktini boşa harcadığıyla kalır.

O dönemde Paris’in burjuva kesimine atıf olsa da Cimri, bugün cimriliği daha geniş bir yelpazede ele alabiliyoruz. Her şeyin cimrisi olabilir insan; sevginin, merhametin… Oyuna konu olansa bir sandık dolusu altın. Ama ne altın! İşte bu altın etrafında yükseliyor oyun.

Yüzyıllardır varlığını koruyan bu değerli oyun neredeyse tam iki saat sürüyor… Özel tiyatrolarda birkaç kez izlemiştim. Önceden izlemiş ve okumuş olunca insan iştahla Harpagon’un o “yetişin hırsız var” diye başlayan tiradını bekliyor. Başkasını bilmem de ben bekledim… Harpagon’u Mustafa Kurt canlandırıyor. Kurt birkaç yıl öncesine kadar Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydü. Kendisini buradan da sevgiyle selamlıyorum. Oyun öncesinde de kendisiyle kısa bir sohbetimiz olmuştu. Onu ilk kez sahnede izleyecektim. Gayet mütevazı ve kibar bir beyefendiydi.

Evet Harpagon’u O canlandıracaktı tahmin edemeyeceğim bir performansla hem de… Yakınlarım ve okuyanlarım bilir ki; üzerine basa basa bir oyun ya da oyuncu hakkında olumsuz bir yorum yapmazdım kolay kolay ama artık yapma zorunluluğu hissediyorum zira insanlar çoğu klasik hikâyeleri oyunlaştırıp işi ticari boyuta getiriyor. Ve ortaya çok samimiyetsiz saçma şeyler ortaya çıkabiliyor.

Şunu samimiyetle belirtmem gerekir; Mustafa Kurt’un kendine has bir oyunculuğu var. Sahneyi kullanışından, ses yapısına kadar birçok şeyde onu diğerlerinden ayıran bir iç sistem var ve bu oyuna değer katıyor. Bazı sahnelerdeki altın arayışı seyirci koltuklarına kadar iniyor… Çok ünlü olup daha ziyade ekranlardan tanıdığımız ama sahnede izlediğimde  “nasıl olur” diye hayrete düştüğüm isimler de oldu şimdiye kadar (olumsuz manada). İnsan böyle zamanlarda işine duyduğu aşkı da sorguluyor aslında. İşimi yapıp eve gideyim diyen mi ararsınız, sesi çok dejenere olduğu için canlandırdığı rolle herhangi bir bağ kuramamış oyuncu mu? Özetle birine iyi ya da kötü demek benim için zor zanaat. Mustafa Bey’i oyun sonunda tebrik etmiştim, buradan tekrar tebrik ediyorum. Gerçekten çok şaşırtıcı ve çok kendine has bir yetenek. (Cimri oyunuyla -2019- yılın en başarılı erkek oyuncusu ödülünün de sahibi aynı zamanda)  

Tiyatro eğitiminin sonuna geldiğimizde sınavda bu tiradı verecek bir arkadaşımız vardı, kendini yerden yere az atmamıştı. Gerçekten zor bir tirattı bu meşhur tirat.

Gelelim Eda Aydınlı’ya yani La Fleche’ye… Sahneye bir afacan fırlıyor komik aksanıyla! Siz içinizden “erkek mi kadın mı” diye düşünürken basıyorsunuz zaten kahkahayı. Oyunun kara kutusu, oyunda nasıl desem… Sanki bir düğüm… Önünüze çıkan sevimli bir düğüm. Her yerden çıkıyor, düğüm olduğu kadar düğümleri de çözüyor. Olmazsa olmazmış La Fleche. Harikulade bir performans, bitmeyen bir devinim içinde ortaya çıkan o bilmiş karakter. İyi ki oradaydın…



Cimri oyunu, cimri bir adamın etrafında dönen bir hikâye. Cimrinin iki çocuğu var. İkisi de babalarının cimriliğinden şikâyetçi. Öyle ki onu özetle şu satırlarla tanımlar bilenler:

Dünyadaki insanların en az insan olanı; yeryüzündeki canlıların en katı yüreklisi, pintilerin en pintisidir. Onun sevmesinden kuru, onun okşamasından kısır bir şey olamaz. Vermek öylesine zoruna gider ki, selam bile vermez kimseye, onu bile alır; yalnız alır.”

Harpagon’un oğlu âşık olur, aynı zaman içinde de Harpagon bir kadına talip olur. Kaderin işine bakın ki ikisi de aynı kadını istemektedir. Kadınsa Harpagon’un oğluna yani Cleante’ye âşıktır. Harpagon hem bir sandık altınını muhafaza etmenin peşindedir hem de aile içindeki karmaşanın üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Ve bir gün altınları çalınır. İyi ama kim çalmıştır? Hem de Harpagon’dan! Olacak iş değil! Kendini oradan oraya atan Harpagon herkesi suçlar, ona göre tüm şehir suçlu ve herkes asılmalıdır!

Peki altınları kim almıştır? Tahmin edin?

Tiyatro eleştirileri yazdığım zaman sonundan asla bahsetmem. Son sahnede uyarmamı gerektirecek bir şey olursa da onu yazarım.

Kostümler çok güzeldi, özellikle ayakkabılara bayıldım… Dönemse dönem. Hakkını vermişler. Moda tarihine hâkim olduğum için kostüme çok dikkat ederim. Rönesans’tan, Barok’una, Rokoko’suna kadar yelpaze geniş ve doğru tercih her zaman alkış alır.

Cimri klasizm döneminin temsilcilerindendir. Öte yandan trajikomik diyebileceğimiz oyunun zemini ahşap ve eğimliydi. Bu benim için önemli bir detaydı. Daha öncede ahşap eğimli zemini olan oyunlar izledim. Ve gördüm ki, hareketli ve tansiyonu yüksek oyunlar bu tip sahnelerde çok daha rahat ve akışkan gidiyor. Görmek istenen karmaşayı izleyene daha rahat aktarıyor. Tıpkı kahve ya da çay ikram ettiğiniz bir tepsi gibi. Oyunu alın ve keyifle yudumlayın. Zeminde bir detay daha vardı Bir kapak vardı ve oradan La Fleche çıkıyordu. Oyuna hareket katan bu aksiyon ne tuhaf görünüyordu ne de bir klasikte “nasıl olur” dedirtiyordu. Her zaman şunu söylerim; oyuncuda ve oyunda ruh varsa isterseniz bir ipin üzerinde oynansın, o yine alkış alır, yine alır ve yine alır…


Harpagon karakterini canlandıran Murat Kurt’tan bahsetmem gerekirse, O Anadolu’lu biri. Nevşehir’li. Dolayısıyla genetik bir aksanı var. Beden tipinden bakışına ve ses tonuna kadar tam bir Anadolulu. Harpgon’u bir Fransız mı yoksa bir Türk mü daha iyi oynar? Hayır bunu asla bilemeyiz. İçerideki ruhun enerjisini hiç kimse bilemez.

Kostüm bir oyunun olmazsa olmazıdır. Kimliğidir. Adını görmediğim bir afişte sadece kostümüne bakıp o oyunun ne olduğunu anlayabilirim. Özellikle bunu dönem oyunlarından beklerim. Geçenlerde izlediğim bir Hamlet oyununda Hamlet sahneye saten kırmızı slip bir don ile çıktı. Başkaları için bu bir yenilik olabilir ama benim için değil. Yenilik isteyenlerin kendi zekâ ve akıllarıyla özgün eserler ortaya koymasını isterim. Klasikler bizlere ilham olmak için yüzyıllardır bir çınar gibi ayaktalar. Onları sarsmanın hiçbir manası olamaz.

Kostümler de şahaneydi. O dönemlerde kadınlar balina kemiğinden yapılan korseler kullanırdı, dar kare burunlu, gümüş işlemeli kadife ayakkabılar, kollardan bellerden sarkan kurdeleler ve daha birçok detay. Bu oyunda tüm bu detayları görebiliyorsunuz. Senaryo iyidir ama dekor ve kostümde aksaklıklar vardır. İşte bu yazar için gerçekten üzücü bir durumdur. Bu yıl yazıp yönettiğim bir oyun için Çukurova’nın bir köyünden kilim ve toprak testi getirdim. “Nasıl olsa yere serilecek ne gerek var” diyenlere cevabım: “ben göreceğim” olmuştu. Ve oyunu yönetirken oyuncudan beklediğim yegâne şeyse; gözlerinde görmek istediğim ışık olmuştu.

Empati yaparak ve ruhunuzu ortaya koyarak çıkardığınız eser karşılık görür tıpkı Cimri gibi. Cimri ülkemizde yıllardır turneye çıkıyor ve ayakta alkışlanıyor.

Ve bu oyundaki tüm oyuncular, hepsini bir kez daha alkışlıyoruz. Alkışlarla defalarca bölünen ve İstanbul’a gelse yine gideceğim mükemmel bir oyun izledim. Oyun dediğimiz şey sahnedeki kocaman bütündür, bu bütüne iğneden ipliğe, çoraptan, düğmeye, sesten diğer sese her şey dâhildir. Güzelse de bu yüzden güzeldir.

İçinizde yazmak isteyen vardır ve oynamak isteyen de. Romanlarımdan birini senare etmek için yıllardır bekliyorum. Beklememin sebebi yazamamak değil, yazarım fakat bekliyorum. Nedenini bilmediğim bir şekilde… Yayınevleriyle sözleşme yaptığınız zaman 10 yıl boyunca kendi eserinizi kullanamıyorsunuz. Ve 10 yılı da geçti. Hala bekliyorum. Çünkü o kırmızı perde açılırken ve kapandığı esnada derin ve rahat bir iç çekebilmek için. Çayı demlediğin an içemezsin, beklemen gerek.

Tiyatro eğitimini sahneye çıkmak için almadım. Ben oyunculuğu tercih etmem, sadece işin mutfağını görmek istemiştim. Bu bana çok şey kattı. En ağır ödevim; Jan Dark’ın savunmasıydı. O an dedim ki kendime “asla sahneye çıkma” : ) Kreatif olduğum için hep doğaçlama yapmak geliyordu içimden ve hocam en sonunda daha kısa bir tirat vererek benden kurtulmuştu : )

Ne yapmak istiyorsanız bekleyin. İster oyunculuk isterse yazmak. Her şey zamanı gelinde tıpkı bir bebek gibi doğuyor çünkü hayatta onu bekliyor kucağına almak için.


Oyunun yönetmeni. büyük yönetmen Işıl Kasapoğlu'na binlerce teşekkür.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...