22 Aralık 2023 Cuma

Kötü Bir Gün

                                

Size gününüzün nasıl geçtiğini sorsam nasıl cevap verirdiniz? “İyi” “fena değildi” ya da “kötü” kötü kavramı bazen göreceli de olsa bu akşam izlediğimiz oyunda işler hiç de yolunda değildi. Herkesin hayatında kötü bir güne perde aralayan bir tip ya da hadise olabilir ve hadiseyi de çığ gibi büyüten o tipler değil midir? Bu gibi durumlarda önemli olan ve belki de büyük başarı diyebileceğimiz şey; akıl sağlığımızı koruyabilmek galiba.

Basit bir kurgu ve iyi bir oyunculukla bir insanın nasıl delirebileceğini izledik. Daha iyi delirebilirdi bu bir gerçek. Kara mizah değil de kapkara bir dram olsaydı ve gözlerimizden kırmızı yaşlar aksaydı mesela. Neyse, aslına dönersek eğer; Gürgen Öz’ün yazıp yönettiği ve Aşkın Şenol ile oynadığı 80 dakikalık oyunda; Gürgen yani Erdem, eşinden boşanmış ve dedesinden kalma apartmana yerleşmiş bir psikolog. Daha geldiğinin sabahı kapısı çalınıyor. Eline henüz aldığı kahveyi sehpaya bırakıp kapıyı açıyor. Ne bilsin karşısına kendini delirtecek kompleksli bir tipin çıkacağını.


Fonda ise ara sıra eskilerden bir klasik olan “Mamy blue”yi duyuyoruz. Oyuna güzel yerleştirilmiş detaylardan biriydi bu şarkı.

Bu tip oyunlarda günümüzdeki absürtlüklere de iyi göndermeler yapılır. Örneğin; oyunda yağlı güreş denen şeye yapılan gönderme ve o çerçevede deri pantolon giyen bir erkeğin “ne olduğu” sorunsalı açılıyor orta yere. “Böyle de değişik bir ülke” diyor insan eli çenesinde oyunu izlerken.

Öyle ya, çiçek yağıyla yağlanmış vıcık vıcık adamlar vıcık vıcık bir şeyler… Cık cık cık cık cık cık.

Gelelim Yakup’a… Erdem’in kapısını çalan, apartman görevlisi Yakup. Adam o kadar kompleksli ki hazreti Yakup desen bile onu da hakaret sayar çeker vurur adamı. Tabi oyunda yaratılan bu kompleks üzerinden derin psikolojik tahliller dinledik ve izledik. Neler oldu neler.

İki koltuk, iki insan. Bitmeyen diyaloglar. Yılan gözler, kenafir gözler hatta direkt g*t!

Uzatmadan oyunun yıldızlı cümlesini yazayım, keşke sadece oyunda duymuş ve izlerken “ne saçmalıyor bunlar” deseydik.

“Küçük insanların büyük dünyası”

Gidin izleyin.

 *Yaşasın tiyatro*




9 Aralık 2023 Cumartesi

Yetti gari!

 

Eskiden tiyatroya gitmek için evden çıkarken suratımda bir güneş gibi beliren tebessüm, oyundan çıkana kadar devam ederdi, yeri göğü nasıl aydınlatırdım ey ahali sokak lambaları halt etmişti o derece yani.

 Komedisi, kabaresi, denemesi, gerçeküstücüsü, trajedisi her neyse nesi… Işıklı tebessümüm devam ederdi çünkü mutlu olurdum.

Fakat son zamanlarda oyunlara bakarken “acaba gitsem mi” demekten kendimi alamıyorum.

Neden?

Daha dün yaşadığım şey; aslında yazmayacaktım ve oyunun adını vermeyeceğim. Prensip gereği beğenmediğim hiçbir oyunu yazmadım şimdiye kadar. Emeğe saygı dedim ve genelde sustum ama artık bardak taşmaya başladı. Az önce bir dostum mesaj atmış sağ olsun, tiyatroda rastlaşmıştık. Ben ilk perdede salondan çıkmadım oyuncuya hakaret olmasın diye, ara verilince tüydüm, genelde böyle yaparım ama artık ben de bundan soran Avrupa da yaptıkları gibi ayaklarımı yere vurarak mı çıkarım bilemiyorum.

Dostuma uzun bir cevap yazdım serzenişle dolu, yetmedi şimdi de buraya yazıyorum. Ama artık gerçekten yetti gari! İsim vermeyeceğim ve bardağı taşıran oyun anladığım ve araştırdığım kadarıyla epeydir oynuyor. Oyunun aslında konusu var ama oynayanlar için öyle sıradan bir hale gelmiş ki –bu arada türü komedi- yani oyuncu söyleyeceğini unutuyor, espri yapmaya çalışıyor ama yapamayışını kapatmak için verdiği mücadele kendine de komik geliyor olacak ki gülüyor, malum gülmek bulaşıcı bir şey dolayısıyla izleyici de gülüyor. Yeteneksizliği bir hüner gibi sergileyemezsiniz!

Ben şöyle yorumluyorum artık olayı; yani herhalde arkadaşlar günü kurtarma peşinde. Sahneye eser koymak bir disiplin işi değil mi? Ciddi bir iş değil mi? Sen mesela, yaratım gücün varsa eserine saygı duymaz mısın ya da icracıysan performansına saygı duymaz mısın? Geçen sezon sahneye saten kırmızı slip donla çıkan Hamlet de gördü bu gözler.

Ünlü bir Rus yazarın hikâyesini alıp çöpe çevireni de izledim. Hâsılı kelam eskiden bol bol tiyatro yorumu yazarken artık yazacak oyun bulamaz hale geldim. Adam anlatamıyor, adam güldüremiyor, beden dili yok, üslup yok… Ben oyunda ön sıradaysam saate bakmam saate, olur da oyuncu görür diye. Ne oyunlar izledik yahu dakikalarca ayakta alkışladığımız. Ne oyuncular gördük elleri titreyen ama deli gibi alkışladığımız. Nedir bu ya hu? Bilmeyen gider, izler, yapılan sokak şakalarına güler ve sonrasında evine döner.

Mesela Levent Üzümcü’nün benzer bir anlatı oyunu var İBB Şehir Tiyatrolarında oynayan… Kaç senedir oynuyor İzlemeye doyamazsınız. İşte oyun, işte performans. Bari başka sanatçıları ve eserleri izleyin de örnek alın.

Umarım düze ve sonra da zirveye çıkarız.

Godot’yu beklemeye devam, içim şişmiş ayol!



18 Eylül 2023 Pazartesi

Bodrum’dan Bir Sunay Akın Geçti

(Kukla İbiş)

Gerçi şu ara Sunay Akın her yerden geçiyor. Bir Ankara’da, bir İzmir’de, bir şurada, bir burada… Ben Bodrum’da yakaladım O’nu. Ne de iyi oldu. Sevdiğim şehirde, biricik vatanımda sevdiğim bir yazarı dinlemek büyük keyifti. Uçaktan iner inmez Zai Yaşam’a koşturdum.

Sahne hazır, sandalyeler dizilmiş. Bir yanda çok sevdiğim cırcır böceği korosu bir yanda uzansam dokunacağımı hissettiğim yıldızlar, huzurlu bir ortam. Ve gösteri başladı!

Sadece gösteri demek elbette yavan kalır. Bilgi denizinde boğulmak üzereydik ki gösteri bitiverdi. Ne o? İki saat mi yoksa iki dakika mı? Keşke gün doğana kadar kalsaydık olmaz mıydı?

Sunay Akın mutlaka sizin şehrinize de gelecektir aman kaçırmayın!

Takiyuddin Efendi’den girdi, Besim Ömer Paşa’dan çıktı… İkisinin arasına bir ip germiş ki sormayın gitsin. İnsanlardan ve  hadiselerden örülü bir halattı bu. Ülkenin tarihi önümüze serildi bir anda bohça gibi. Seç beğen al.

Bir hadise anlatıyor, şöyle bitiveriyor mesela; ve ilk kaloriferi Zeynep Kamil’e Cemil Topuzlu döşüyor… Bir cümle böle biterken bir diğeri; Selim Sabit Efendi! Okullara ilk sırayı o getirdi. Anıtkabirin inşasında kim çalıştı? Civar köylerden koşarak gelen gönüllü köylüler! Ayrıca gösterisinde tüm bunları fotoğraflarla da sabitledi Sunay Hoca… İyi de yaptı. O köylülerin yüzündeki vakarı ve sevgiyi asla unutmayacağım mesela.

Topuzlu başka ne yaptı? 1912 salgınında tüm yalıları hastane yaptı, umumi wc yaptı ve daha neler. Bu sayfalarca bilgiyi okuyabiliyoruz kitaplarından ama Onun anlatımı, heyecanı, eskiye gidip gelişindeki merak ve iştah izleyenleri de kendisi kadar heyecanlandırıyor…

Ve tabi Ondan bahsedip İstanbul Oyuncak Müzesinden bahsetmemek asla olmaz. Göztepe’de bulunan müze çok büyük bir emeğin ürünü. Eşi ile birlikte büyük emek verdikleri müzede ayaklarımı yerden kesen en önemli oyuncak neydi biliyor musunuz? İbiş! Evet yıllar önce bir Gülhane Parkı vardı. Ve biz anne ve babamızın elinden tutar o büyülü dünyaya adım atardık. Bir zamanlar orada - çocukken de şimdi de asla tasvip etmediğim- hayvanat bahçesi vardı. Akşamları büyük çay bahçesinde İbiş kuklası oynatılırdı. Demirden beyaz masa takımları vardı çay bahçesinde. Çay bahçesine gitmek o zamanlar önemli bir kültürdü. “Aile Çay bahçesi” yazardı çay bahçelerinin giriş kapısında…

Yine bir akşam İbiş izliyoruz. Ben daha çok küçüğüm ve İbiş’in gerçek olduğunu zannediyorum! Elimde gazoz şişesi İbiş’in evine doğru yaklaşıyorum, arkaya geçiyorum usulca ve ne göreyim, İbiş gerçek değil. Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Ayaklarımı sürüyerek geri geldiğim masaya keyifsizce oturuyorum. İbişe sevgi dolu bakışlarım küskün bakışlara dönüyor. İşte o zamanki çocukluk böyle bir çocukluktu. Şimdi olsa “ibiş ne yaaa” derler herhalde. İşte böyle… İbişi müze vitrininde gördüğüm an “ibiş!” deyivermiştim ve her gidişimde önce İbiş’e uğrarım. “Sen kuklasın ama aslında çok gerçeksin” diye de fısıldarım kulağına…



Ve daha neler neler… Plastik telli arabalar, çocukluğumuzda Eyüp’te satılan düdüklü toprak sürahiler, tahta kuklalar, 1847’lerden kalma oyuncak ayılar… Bir zamanlar leğende ya da küvette yüzdürdüğümüz gemiler. Metal arabalar… En heyecan verici olanı bana göre trenlerin olduğu kısım. Daha fazla anlatmayacağım, gidin ve görün. Çıkmak istemeyeceksiniz.

Hüzünlü kısmı da yok değil. 1933 yılında Nazi Almanya’sında üretilen oyuncak askerler! Hoca şöyle bir not düşmüş: “Tarihçiler 2. Dünya Savaşı’nın 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’ya girmesiyle başladığını söylerler. Oysa ki Hitler ilk önce bu oyuncaklarla çocukların düşlerini işgal etmiştir. Oyuncak askerlerle oynayan çocuklar, 2. Dünya Savaşı başlayınca bu oyuncakların yerine geçtiler. Geriye gözyaşı, hüzün ve kırık oyuncaklar kaldı…

Hasılıkelam, Sunay Akın’ın “Yüz yüze” adlı gösterisini kaçırmayın ve Oyuncak Müzesine mutlaka gidin. Orası oyuncaklardan ibaret, sadece çocuklar için kurulmuş bir müze değil, bilakis yetişkinlerin hayranlık ve ibretle gezeceği ve çıkarken hocanın da dediği gibi -ziyaretçiler, çocuklarının ellerinden tutarak giriyorlar kapıdan içeri… Çıkarken, öteki ellerinden de kendi çocuklukları tutuyor- bir müze.

Bir de Zürafa anlatısı var… Neyse merak edin.

Teşekkürler Sunay Akın. Mükemmel gece, mükemmel kitaplar, mükemmel programlar, harika bir müze… Daha ne yapsın bu adam!




8 Haziran 2023 Perşembe

Pembe Şifonyer



Pembe duvara yaslanmış belki 50 yıllık pembe bir şifonyer. Hayatım boyunca en fazla boyasının yenilendiğinden emin olduğum ve içinden her çıkan eşyayı aynı şekilde kokutmayı beceren o koca çekmeceler. Her ne olursa olsun hayatımızdan gitmemiş, üzerine kaç kuma gelmiş olursa olsun, hepsini derdest edip yollamış gözdeler gözdesi, koca ağızlı bir kadın! Çekerken ayrı, iterken ayrı bir güven duygusu işliyor içime. Her defasında kucaklıyor sanki çocukluğumdan beri her ne kalmışsa zihnimde.

Pembe bir battaniyem vardı. Ne tuhaf… Sonra sonra en sevdiğim renkler gri ve yeşili geçmedi! Minicik bir mandalinanın üzerine örtmüştüm üşümesin diye minicik bir çocukken. Mandalina üşür müydü? Belki hayır ama o yavru bir mandalinaydı, ve her yavru gibi pembe bir battaniyeyi hak ediyordu.

Ve, yumurta kokusunun dört köşesine işlediği dikiş kutusu. Dedem neler fısıldamıştı acaba sapından kilidine… Evinin altındaki atölyesi gibi kokardı ve hala da öyle kokuyor. Biraz demir, biraz tahta ve çokça rutubet! Üsküdar’ın toprağıyla mı sıvazlamıştı kutuyu bitirdiğinde. Ya şimdi?

Birkaç metre don lastiği, iğneler, ananemden kalma paslı bir yüksük. Neler konuşulmuştu parmağındayken ve kaç kez gökyüzüne bakılmıştı ne niyetlerle…

İlâhi! Var mıyız bu dünyada yoksa yok muyuz en yok saydıklarımızdan daha da fazla? Eksilerek mi büyüyoruz söyle bana yoksa küçülüyor muyuz bizim sandığımız mutluluklarla. Mutluluk sana ulaşabilme çabası mıydı? Tüm yolların sonunda sen varsan eğer, elimin tersiyle kucakladıklarıma yazdığım şiirler ne olacak?

Peki ya bu koku? Küflü bir tahtadan burnumun derinliklerine uzayan görünmez telgraf telleri ve bana geçmişten getirdiği haberler de neyin nesi?

Biricik kedim! Zeytinim! Sütlacımdan yadigar gibisin… Yat uyu huzurla. Gidenlerden gelen var mı sen bari söyle. Ağzının salyaları ne kadar da yakışıyor o saten örtüye.

İpek olsa ne yazar! Benim mi? Benim olan ne ve kim?

Söyle pembe şifonyer, ya sen kiminsin?

BtLÂşK 


 

28 Mayıs 2023 Pazar

Bir Umut

 


Ben ümitvar olmak istiyorum bu ülkede! Sanatından düşün dünyasına kadar beni hayata bağlayan ve bağlayacak olan incelikli her ne varsa peşinden koşmak istiyorum ama gelin görün ki umutlarım suya düşüyor her seferinde.

Son zamanlarda birçok tiyatro oyununda umutlarım suya düştü, yarıda bırakıp çıktığım oyunlar, saate bakarak uyuklarayarak geçirdiğim oyunlar, eleştiri yazacak oyun bulamıyorum… İfadelerim acımasızca mı oldu? Bence hayır. “Bir umut” perdeye koşan izleyiciye saplanan hançer çok daha ağır oluyor. Çünkü bilinçli kitle azınlık da olsa nefes almaya gidiyor bu yerlere! Ve o kitle maalesef her şeyi alkışlayamıyor.

Geçen gün umudumu söndüren bir film izledim adı “bir umut” olan. Tam bir buçuk saatlik işkenceye maruz kaldık. Evet abartmıyorum, tam manasıyla işkence! Hani olur ya bazen, filmin konusu seni sarmaz ama oyuncular iyidir ve en azından performans izledim dersin. O da yok!

İki insanın martı çığlıklarıyla başlıyor film. Sözde Anton Çehov’un Martı adlı oyunundan esinlenilerek yazılmış film ve bu noktada benim aklım direkt büyük hayranlık beslediğim Nuri Bilge’ye gitti. O da malum Anton Çehov’un gölgesinde pek çok sinema yaptı ve doğurgan senaryolarla izleyiciyi tatmin etti… Katman katman emek.

Bu filmi yazan Nuri Bilge’ye mi yaslanmış, Çehov’a mı yaslanmış bilemedim. Bir şeyler yapmaya çalışmış, bakmış olmamış sanat filmine evireyim demiş gibi bir şeyler olmuş.

Film dediğim gibi iki kişinin birbirlerine martı sesleri çıkarak kur yapmasıyla başlıyor. Antipatik bulduğum bu gereksiz sahneden sonra anlatacak bir şey bulamıyorum çünkü hiçbir hareket, konu yok filmde. Sahneler birbirinden çok kopuk, ortada bir hikâye yok.

Oyuncular ise, sanki birilerini yoldan çevirmişler “abi bi el atıver, film çekiyoruz” demiş yönetmen, oyuncular da “iyi madem” deyip yerlerini almışlar. Umut ismindeki karakter uçucu bir varlık gibi. Çok güçlü bir çatışma isteyen bir konu var aslıda ortada. Ama arkadaş hiç mi bir agresyon ya da mimik olmaz. Adam dayak yiyor anası arabada manzara izliyor sanki. Levent Kırca ne dayaklar yerdi iki dakikalık skeçlerde. Ama hani sanat filmi olacak ya, bu durağanlık ondan… Siz anlamazsınız!

Filmin yapımcısı ve yönetmeni gösterim sonrasında “bizim seyirci kaygımız yok, izlenip izlenmeme kaygımız yok” demiş. Bu söz ancak ve ancak ortaya konmuş bir sanat filmi için söylenebilir. Deneysel bile diyemeyeceğim, başı ortası sonu belli olmayan, kendini rüzgara bırakmış içi boş bir poşet gibi savrulan, niteliksiz, gram felsefe barındırmayan ama entelektüel çevrede yer bulması için rahmetli Çehov’un adının kullanıldığı bir paçavradan ibaret bir film için ne denir bilemem. Ve bakanlık destekli. Enteresan.

Keşke…

Keşke biri dur diyebilseydi, ya da filmi çekmeye devam et, bu film bitmedi ki… Hoş başlamadı da…

Kaybettiğim zamanı geri verin.

Bekliyorum!!!


24 Nisan 2023 Pazartesi

Cici

 


Netflix’te keşfettiğim filmlerin başında yer alıyor Cici.

Yıllar sonra büyüdüğü eve dönen bir yönetmenin hikâyesi. Sıradan gibi görünen hikâyeyi yazmaya ve yönetmeye iten şey babası yüzünden yaşadığı çocukluk travması…

Film 70’li yılların sonlarından kalma TRT gelenekleriyle başlıyor. Köy evinin salonunda bir tv. Yayın saati sonunda İstiklal Marşı ve ardından karıncalı ekran!

Köy evi derken… Oldukça geniş bir bahçe içinde çok güzel bir ev. Dönem evi her detayıyla göz dolduruyor. Duvardaki bez Türkiye haritası, üçgen dantelli duvar saati, duvarda asılı tesbihler...

Filmin çatışma noktası Bekir’in Almanya’dan getirdiği kamera. Detaylara önem veriyorsanız bu film tam size göre. Kocaman bir ağacın gövdesinde yanan semaverden, sedire serilmiş kilimlere kadar ve o sedirin üzerinde konusu geçen Amerikan sigarasına…

O kamera arada çantasından çıkarılıp havalandırılır, sevilir, bakılır Bekir tarafından. Ona dokunmak yasaktır. Ve bir gün Kadir’in ve hatta tüm kardeşlerinin hayatlarını etkileyecek olayı içine hapsedecektir o kamera.

Burada Nur Sürer’in efsane oyunculuğuna bir kez daha şahitlik ediyoruz. Aklıma takılan biricik repliği “N’aptın gız sen! N’aptın? Tu sana… Cici”

Karamsarlıkla umut arasında gidip gelen ir ruhun hapsedildiği bir beden Nur Sürer.

Bir şey yaptı oğlu yüzünden. Oğluna olan sevgisi ölüm dileyecek kadar soğukkanlı hale getirmişti onu. Her şeyi filmin son sahnesine taşımayı başarmış yazar... Bravo.

Ve set kurulur yıllar yıllar sonra efsane evin bahçesine. Ankara civarında bir köy evi. Dağın tepesi.

Üç kardeş ve anne. Kadir annesinin de oynamasını ister filmde. Ama anne sorun çıkarır çünkü vicdanıyla karşılaşır bir sahnede. Film bir türlü bitmez…

Bitmez…

Ama neden?

 

Yaratım sürecinde emeği geçenlere ve tüm oyunculara saygı ve sevgiyle

 

 

 

 


 

 


12 Ocak 2023 Perşembe

Âşıklar Bayramı

 

Film eski bir fotoğraf stüdyosunda başlıyor…

“Çekiyorum 1 2 3!”

Baba oğul hatıra fotoğrafı çektirir…

Aradan çok uzun yıllar geçer. Oğul büyümüştür. Koskoca bir avukattır artık.

***

Yusuf eve gelir, yorgun olduğu her halinden bellidir. Daha doğrusu yarımdır, her akşam olduğu gibi. Dinlediği şarkıdan da benim anladığım buydu; “Ne zaman geldin ruhum görmedim seni. Uçaktan atlarken unuttum galiba özledim…”

Camın kenarında bir kadeh rakı içer. O da yetmez bir de ilaç alır, adını söylemeyeyim; benim de uçağa binerken aldığım o ilaç!

Uyur…

Kapı çalar.

Yusuf kapıya doğru gider ve açtığında gördüğü şey; 25 yıldır görmediği babasıdır.

Babası bir âşıktır, sazına ve türkülere âşık bir âşık. Elinde saz bir de valiz kapıda öylece bakakalır oğluna, oğlu da ona… Valizinde taşıdığı şeyinde kefen olduğunu ilerleyen sahnelerde görüyoruz.

25 yıl sonra babanın ağzından çıkan o soluk lâf; “iyi akşamlar!”

25 yıl sonra “iyi akşamlar mı!” diyor insan izlerken. Ve kendi hayatı içinde dolanıyor sessiz sedasız; “der mi der…”

Ve bazı ilişkiler bittiği yerden hiç kopmamış gibi devam eder. Ama bazıları! İşte bu filmdeki baba oğul ilişkisi de devam edemeyenlerden oldu… Edemezdi de. Yabancıdan da yabancı olur en yakınınız yıllar sonra, o boşluğu dolduramazsınız.

“Bu misafiri kabul edersen” der baba. Yusuf büyük bir şaşkınlıkla babasını içeri davet eder “estagfirullah, geç…”

Eve geçebilir, yerleşedebilir ama hayatının neresine yerleşecektir bu adam. İşte sorgulamalar bu sahneden sonra başlıyor. Yusuf’un gözlerinde görünen şey şu; “neredeydin 25 yıldır, nerede?”

Garip bir yaratığa bakar gibi süzüyor babasını çaktırmadan… Öyle ya, ne yer ne içer bu yaratık. Nelerden hoşlanır ya da neleri sevmez. Sigara içer mi mesela? Ya elindeki saz? En sevdiği türkü hangisi acaba?

Ve kısa süre içinde Yusuf babasının ağır hasta olduğunu öğrenir. Babasına acilen hastaneye yatmasının gerektiğini söylese de babasının tek derdi vardır Âşıklar Bayramına gitmek. Baba Yusuf’u ikna eder ve yola çıkarlar. Baba uzun yola dayanamaz ve hastaneye yatmak zorunda kalır. Tabi bu yol boyunca 25 yılın hesabı sorulmuştur Yusuf tarafından “neden? Neden?”

Türküler ve semahla süslenmiş, yalın anlatımı ve derin manasıyla izlenesi ve ibret alınası bir film. Bir sahne var ki aklımdan çıkmıyor; Yusuf yolda mola verdikleri sırada babasını çağırır bir fotoğraf çekelim, hatıra kalsın der. Ama birbirlerine o kadar yabancıdırlar ki sanki Yusuf’a göre kadrajda baba yok, babaya göreyse oğul yok. Antika neden kıymetlidir? Yaşanmışlıkların yüzü suyu hürmetine. Bir insan eski bir fincan ya da bir sehpa kadar mı var olmaz hayatında insanın? Kokusu, dokusu… O fotoğraf da öyle bir fotoğraftı.

Bazı soruların cevabı yoktur maalesef. Ve bazı soruları sormak yerine büyük büyük yutmak gerekir.

Filmin sonunda önde ambulans gider, arkada Yusuf’un arabası…

Aklıma babamın cenaze aracının arkasından gidişimiz geldi.

Geceydi…

Dolunay Toros dağlarının ardından sadece bizi izliyor gibiydi…

Yarım giden babalara, yarım kalan çocuklara selam olsun.

Ya siz nasıl yarım kaldınız?

BtL


2 Ocak 2023 Pazartesi

Kurak Günler

 



Küçük bir kasabaya atanan savcının etrafında gelişen bir takım olaylar…

Küçük bir kasaba ve atanan savcının altını çizmek gerek. Bir taşra hikâyesi görüyoruz filmde. Kasabada yaşanan su sıkıntı üzerinden senare edilen hikâye, savcının çok genç ve tecrübesiz oluşu sayesinde dallanıp budaklanıyor.        

“Küçük kasaba”ya gelince; dedikodu ve kalıplaşmış fikirlerden beslenen, küçük insanların baskısının her köşesine sindiği ilkel bir şey ya da yer!

Yalnız şunu söylemem gerek; bitişi ne kadar kötüyse filmin başlangıcı o kadar iyi! Mükemmel bir başlangıçtı. Açık bir şekilde anlatmayacağım huyum kurusun. Gidin izleyin diyeceğim her zamanki gibi. Sonuna neden kötü değimi açıklamam gerekirse; maalesef tam başladığı yerde biten bir film olmuş. Eminim yönetmen de bunu fark etmiştir, hatta şu an “neden neden” diye hayıflanıyordur. Bu da onun tercihi der susarım o başka, ama keşke film üç saat sürseydi ve yine açık bir şekilde kalsaydı.

Başlangıca gelirsek; maalesef ilkel görüntülerle başlıyor film. Ve bu görüntüler artık Türkiye’nin bir ucunda değil neredeyse metropoller de dahi yaşanıyor diyeceğimiz cinsten. Neyse ki şehirde yaban domuzu yok! Ama silah sıkmalar, hala havai fişekler, gürültüler, patırtılar, cahil cühela tayfası şehrin ortasına çökmüş durumda. Tabi bunu filmde kasaba ekseninde görüyoruz. Yönetmen kanırtmış. İyi de yapmış.

Belediye başkanının sağ kolu tam bir domuz avcısı ve güçten (iktidardan) beslenen biri. Genç savcı, bu adamların tuzağına düşüyor… Diyor ki insan “koskoca savcı nasıl olur?” O yüzden en başta “tecrübesiz” vurgusu yaptım. İlla tecrübe mi gerek?  Bazen evet.

Konu derin aslında ama işin kötüsü çok kısa zamana sıkıştırılmış. Doya doya izleyip yorumlamak varken, zurnanın zırt dediği yerde bitiyor film. Zaman kaygısından mı bırakılmış yoksa dağınık mı kalmış bilemedim.

Çok güzel sahneler ve geçişler var. İzlenmeli.

Kim bilir belki devamı gelir.


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...