28 Kasım 2019 Perşembe

Elektrik Savaşları

Elektrik Savaşları sadece mucitlerin savaşı değildi…
Tesla’nın ya da Edison’un kavgası da değildi.
Işık kimileri için karanlığında kapısını açacaktı.



Ve bir gün elektriğin can alma konusu gündeme geldi. Karşı tarafın ürettiği akım tehlikeliydi, Edison ise can almaya her zaman karşıydı fakat elektrikli sandalyeyi ortaya koyan da kendisi oldu. Bir atın üzerinde yapılan deneyin sessiz ve sakin bir şekilde gerçekleşmesi, bir idam mahkûmunun da böyle sakin ve “huzurlu” ölmesi gerektiği inancını doğurdu.

“İnsan yakışır şekilde dünyaya geliyorsa yakışır şekilde de ölmeli” dedi biri ve Edison’a bir sorumluluk yükledi.

Ellerinden kan damlayan bir adam teslim oldu bir sabah. Her tarafı kan içindeydi.
“Karımı öldürdüm” dedi ve teslim oldu. İşte elektrikli sandalyenin ilk kurbanı bulunmuştu.

Mahkûmun kafasına cihaz bağlandığında “daha iyi bir yere gideceğimi biliyorum” demişti.
İlk deneyim başarısızlıkla sonuçlansa da devamında sinema makinesi geldi.

Dikiş makinesi geldi, geldi, geldi…

Ve bu adamlar, gökteki yıldızları bir kavanoza koyup gittiler…

Kafaların için aydınlanmadıkça etrafın aydınlık olması, adım atacağımız noktayı görüyor olmak bir anlam ifade ediyor mu bilmem.
Kendi kafamı bilemeyeceğim, zaman zaman elektriklerin kesildiği oluyor ama idare ediyorum...

Ve elektrikli dikiş makinesinin başına oturduğumda, ayağının oynaması için saatlerce bekleyen mucitlerin anısına en azından bir dakika iğnenin altındaki o demir küçük ayağa bakacağım her defasında.

Zıkkımın Kökü


Zıkkımın Kökü 1992’de beyaz perdeye aktarılan biyografik bir film…
Muzaffer İzgü’nün ayı adlı romanından filme uyarlanan film Adana’da geçiyor.
Tahsili uğruna sevdiği kızdan vazgeçen bir gencin dramıyla başlayan film gencin çocukluğuna dönüyor ve asıl hikâye orada başlıyor.
Bu filmi izledikten hemen sonra kitabını da edindim. Ve çok severek okudum. Filmin hemen ardından romanını okumak gerçekten zıkkımın köküne ulaşmak gibiydi.
Neydi zıkkımın kökü?
Yoksulluktu, aile olmaktı, zaman zaman yalnız kalmak, yeri geldiğinde bir olmaktı, alay edilmekti, kaçmaktı, göçmekti, açlığa alışmaktı, üzerine şeker sepilmiş bir dilim ekmekle gelen çocukça bir mutluluktu.


Bir filmde çocuk varsa eğer o filmi dikkatle izleyin…
Çünkü çocuğun etrafında gelişen olaylar tamamen o çocuğun ruhunu katmasıyla katmerlenir ve hayat bulur… Böyle olunca da izleyen herkes o filmde kendinden bir parça bulur. Herkes bir çocukluk yaşamıştır. İster zengin olsun isterse fakir herkesin içinde sakladığı, gözlerini yaşartan bir hikâyesi vardır.
Bu filmin kahramanı da küçük bir çocuk adı Muzo… Renkli balonlara anlamlar yükleyen, mutlu çocukların yanından hüzünle geçen bir çocuğun hikâyesi. Aslında Muzaffer İzgü’nün ta kendisi.
Birkaç sahnede dönemin Adana’sını görüyoruz. Kule meydanı, kazancılar, sepetçiler çarşısı. Hiç değişmemiş olduğunu izlediğinizde anlarsınız.
Yoksulluktan beli bükülmüş bir babanın hazine bulma hayali, bir tepsi patlamış mısır ve bir bardak çayın etrafında ettiği sohbet o an için çocuklarına avuntu olsa da, sabah olduğunda sınıf arkadaşlarının alay ettiği o el yapımı tuhaf ayakkabıları giymesine mani olmaz Muzo’nun.
Yine o sabahlardan bir sabah baloncuya rastlar Muzo. O çok istediği balonlardan bir öbeğini elinden kaçırır baloncu ve balonlar ağaca takılır. Baloncu Muzo’dan balonları aşağı indirirse kendisine içlerinden bir tanesini vereceğini söyler. Muzo da heyecanla tırmanır ağaca. Sadece bir tanesi dalda takılı kalır. İndiğinde ise bir hayat dersi daha alır Muzo… Baloncu verdiği sözün karşısında “senin balonun orada” diye ağaçta asılı kalan balonu gösterir.
İşte hikâye bir çocuğun etrafında böyle gelişiyor… Gidip gelip balonuna bakıyor Muzo ta ki balon sönene kadar…
Muzaffer İzgü’nün romanında da anlattığı gibi yağmurdan evleri çöker, kömür tozundan kömür yaparlar… Ve o kadar samimi ve gerçek bir dille anlatıyor ki hikâyesini; kömür tozu genzinizi mi tıkar yoksa cümbür cemaat bir tencereden çorba içtiğinize inanıp evde tahta kaşık mı ararsınız bilmem.
Ve sokak aralarında kolunda içi haşlanmış mısır dolu teneke kovasıyla bir çocuk şöyle seslenir sağa sola; “darı var darı, hamama girdi koca karı dişleri sarı sarı…”

28 Ağustos 2019 Çarşamba

Amadeus


Başucu filmlerimin başında bir filmdir Amadeus.
Çok sevdiğim sanatçılardan biri olan Mozart’ı anlatır biraz eksik olsa da zira filmde Mozart’ın çocukluğunda babasıyla yaptığı uzun yolculuklardan ve kız kardeşi Nannerl’den bahsedilmez. Babasıyla saraylarda verdikleri konserler hakkında kısa bir anlatım geçer o kadar. Özellikle de kız kardeşi ile sık sık mektuplaşmaları birçok kitaba konu olmuştur. Mozart’ın küfürlü şakaları ve absürt tarzı da yine biyografik romanlarda yer alır. Çok zeki ve komik bir adammış Mozart. Komik ve neşeli yanını filmde de görüyoruz. Benim gibi tersten konuşma huyunu da… Ayrıca dışarıdan gayet düzgün konuşuyorum merak etmeyin…
Yine okuduğum biyografik eserlerde babası Leopold’ün oğlu üzerindeki baskıdan söz edilir ki filmde de bunu görüyoruz. Mozart aynı zamanda Farmasondur (Hürmason) bu yapı için; siyasi hedefler barındıran, anglosakson ve İskoç soylularının girdiği bir oluşum diyebiliriz. O dönemin şartlarında belki de dâhil olması gerekiyordu. Gerekiyordu dememin nedeni Mozart gibi “deli” bir müzik dâhisinin bu tip şeylere iltifat etmeyeceğini düşündüğümdendir. Ve belki de bu yüzden yalnız öldü ve kimsesizler mezarlığına gömüldü!
Tüm Oscar’ları toplamış, ödüllere doyamamış 3 saatlik filmimize dönersem, film dönemin saray bestecisi olan Salieri’nin intihara teşebbüsüyle başlıyor. Boğazını kesiyor ve ilk müdahalenin hemen ardından insanların kırbaçla “uslandığı” bir tımarhaneye kapatılıyor…  İntihar ederken Mozart’ı öldürdüğünü söylüyor ki gerçek hayatta da Mozart’ın ölümü tam bir sır. 3 sebep var bence; ateşli hastalık (ki filmde ölüm sebebi hastalıktır), Sihirli Flüt (detaya girmeyelim), Mozart’ı kıskanan Salieri…
Bir peder ziyaretine gidiyor Salieri’nin. Tımarhanenin köhne bir odasında piyanosuyla baş başa bulur Salieri’yi. Yaşlı bedeni piyanosunun başında olsa da ruhu yıllar öncesinde süzülen yaşlı bir adam görürüz karşımızda.  
Yıllar öncesinden kalma gömleğinin dantel gipürlü kol ağzından dışarı taşan yaşlı parmakları piyanonun tuşlarında geziniyor bestecinin… Zaman zaman kralın iltifatlarına mazhar olmuş bu saray bestecisi Peder’e bakıyor aynı zamanda kibirli ve umutsuzca… Murray Abraham rolünün hakkını fazlasıyla veriyor burada.
Besteci Tanrı’ya inanmaz hale gelmiştir zira ona göre Mozart gibi şımarık bir soytarıya verilmiş o devasa yetenek hiç de Tanrı işi değildir dolayısıyla burada Tanrı’nın adaletinden söz edilemez. Söz etmediğine ve sorguladığına göre sonuç ortadadır. Pederi küçük bir sınavdan geçirir. Önce kendi bestesini çalar, Pedere bunu hatırladın mı der, peder hatırlamaz hemen ardından Mozart’ın bir bestesini çalar ve peder hemen hatırlar. İşte Salieri’yi deli eden şey tam da budur. Hatırlanmaması gereken bir adama verilen yeteneğin neticesidir bu! Ona göre Mozart bir sürüngendir. Bu nefretinden/kıskançlığından ötürü Salieri töhmet altında kalmıştır hep. Acaba Mozart’ı gerçekten de o mu zehirlemişti? Peder Salieri’ye “Tanrı’nın gözünde herkes eşittir” der bunun üzerine Salieri’nin verdiği cevap manidardır;” acaba mı?” Peder Salieri’nin bu sözünün ardından onu günah çıkarmaya davet eder. O an Salieri kibre dair tüm silahlarını kuşanır, bunu yüzünün her noktasında görebilirsiniz. Özellikle de bakışlarında.
Salieri sarayda bir besteci olma hayaliyle yetişmiş biridir ve yine hayal kurduğu bir günde Tanrı’ya bu isteğini yerine getirdiği takdirde asla evlenmemeye söz verir. Sözünde de durur bir sopranoya âşık olmasına rağmen. Ve işin kötüsü o soprano Mozart’a âşıktır. Salieri delirmesin de kim delirsin!
Ve Mozart Viyana’ya gelir müziğini çalmak için. İlk konçertosunu 4 yaşında bestelemiş, ilk senfonisini 7 yaşında ve tüm bir operayı 12 yaşında bestelemiş birini ağırlayacaktı Salzburg Başpiskopos Sarayı. Salieri’nin Mozart’la mücadelesi de o gün başlar!
Filmin sonlarında Requiem’i bestelediğini de görürüz. Bitiremeden öldüğü harika bestesi. Kalan kısmını öğrencilerinden birinin tamamladığını biliyorum.
Sırlarla dolu bir hayat ve kimsesizler mezarlığında biten trajik son. Bu filmi izlemediyseniz mutlaka izleyin.

9 Ağustos 2019 Cuma

Açıkhava Sineması

Gece/dış/Açıkhava sineması
Taş mektep...
Çarşının bitiminde...
Denizin kokusu gelir akşam karanlığında. Taş mektebin duvarları sıcacıktır, Güneş yeni kalkmıştır üzerinden...


Işıklar yanıyordur bahçede, rengarenk... Tahta masalar ve sandalyelerin her biri bir şeyler anlatır gibidir... Onlar da rengârenktir seyirciler gibi. Gazoz kapaklarının seslerini duyarız. Açıldığı yere düşerler teker teker. Patlamış mısırın kokusu ortalığı tütsülerken külahta bekleyen çekirdekler çitlenmeye başlanmıştır.
Bir martı selam çakar, yıldızlar söner usuldan...
Beyaz bir perde görürüz. Tanıdık eski bir perde...
Yıllar sonra bilmem kaç senelik okulun bahçesinde buluşmuştur birbirini tanımayan yüzlerce insan bu perdeyi görmek için...
Sokaklar yansır, eski sokaklar... İnsanları, tanıyoruzdur fakat artık yoklardır. Her birinin bir hikâyesi vardır tıpkı mektebin bahçesinde toplanan insanlar gibi ve herkes kendi hikâyesini izler aslında. O sokaktan o da geçmiştir, denize orada girmiştir, nerededir o eski günler, hani o ahşap ev nerede...
"Bak kahve hala ayni yerde" derken ihtiyar bir amca, bastonunu atar kenara usulca.
Sevinçtir beyaz perde, mutluluktur, umuttur... Bir anda toplar ve dağıtır.
Çocukların kucaklarında tahta sandıklar ve sandıklarda Alaska Frigo da vardır.

13 Temmuz 2019 Cumartesi

SON AŞK



Filmin orijinal ismi: Mr. Morgan’s Last Love
Veda ile başlayan bir film daha. Aslında bu filmi yıllar önce almıştım. Filmlerimi karıştırırken rastladım ve tekrar izleme ihtiyacı hissettim.  Mr. Morgan DVD kapağındaki resmiyle -elinde bastonu ve yaşlı bakışlarıyla- çok şey anlatır gibiydi hâlâ… Hâlâ diyorum zira bazı yapıtlar sonsuza kadar anlatmaya devam eder. Kaldırıp bir kenara atsanız da, o oradan konuşmaya, bir şeyler fısıldamaya devam eder bıkmadan usanmadan.
Yaşlı adam yani Bay Morgan eşinin elini bırakmaz…  Hasta bakıcı “onu götürmemiz gerek Mr. Morgan” der fakat adam kadını duymaz bile. O hâlâ sevdiği kadını dinliyordur o an. “Hayır” der net bir tavırla “onu bırakmayacağım” …
Loş odadaki insanların onu çekip çıkarmasıyla son bulur koca bir hayat hikâyesi. Hayat arkadaşı yatağında cansız bir şekilde yatıyordur. Hastalığa yenik düşmüştür. Her “ölüyorum” deyişinde susturur karısını Bay Morgan fakat kadere karşı gelemez…
Eşi öldükten sonra Bay Morgan için yeni ve eski bir hayat daha başlar. Yeni fakat eski. Eskinin gölgesinde yeni hayata alışmaya çalışmak, bir şeylere daha fazla anlam yüklemek…
Bu, insanı kamburlaştırır belki ya da daha fazla mı üretir insan düşündükçe ev üzüldükçe? Hüzünden besleniyorsan belki, evet. Üretmek yormaz mı, bazen yorulmak da iyi gelmez mi? Çünkü bir amacın vardır ve amaçtır seni ayakta tutan…
Bay Morgan, emekli bir profesör…
Boş yatağında ilk sabaha “kahretsin” diyerek başlasa da yaşamak zorundadır. Benim de en sevdiğim renk olan Paris grisiyle boyanmış odada “onun” sesi yoktur artık.
Sessizliğin sesi yankılanır mı? Bence evet ve sessizliğin bir diğer ispatı da kapıya gelen gazetelerin okunmadan bir kenara yığılmış olmasıdır. Hayatın durduğu bir evde hayattan bahis olur mu? Bu sahnede de olmuyordu.
Ölenle ölmüyoruz fakat kimisi ölene ölerek kavuşmayı deneyebiliyor. Bay Morgan da bunlardan biri. Her sabah alması gereken ilaçları alırken aklına hepsini yutmak geliyor ve soluğu hastanede alıyor. Kimilerince çocukça kimilerince de acziyet. E çocuk da aciz değil mi? Bazıları değil.
Filmde sevdiğim cümlelerden biri; “bir şeyi çok sevdikten sonra ondan nefret etmeye başlamayı bilir misin?” “Evet” der Bay Morgan, kitaplarını sevmiyordur artık.
Bu, hayatı sevmeyi bırakmış bir adama sorulan bir soruydu… Aslında adam umutluydu ve farkında olmadan yeniden sevmeye başlıyordu… Neyin içinde olduğunu bilmiyordu belki, bilmek de istemiyordu.



Mutlaka seversin evet, yeniden seversin…
Bir diğer cümle de: “hayatı tek başına sevemezsin” … Sevmenin özünde hayata tutunmak mı var yani? Buna bencillik diyebilir miyim? Belki kişisel bir anlamdır sadece, o an için söylenmiş durum açıklaması. Duygu durumu. Yeniden elini ayağını titreten birinin karşısında başka ne diyebilirsin ki!
Ölüm gerçeğinin ardından sevmeye başladığı genç bir kadının karşısında yalnızlığı sorgular Bay Morgan. Karşısındakine âşık değildir aslında kendi tarifiyle “dünyasındaki çatlak”tır o. Hiçbir zaman hayatından çıkmasını istemeyeceği bir kadın olarak kalacaktır. “Sen, benim dünyamdaki çatlaksın.”
Bu arada Fransa’da yaşamasına rağmen ısrarla Fransızca öğrenmeyi reddeden inatçı bir adamdan bahsediyoruz. İnatçı, yaşlı ve sevimli!
Sevdiğim filmlerin ilk 15-20 dakikasından bahsetmeyi seviyorum. Ve sevdiğim cümlelerine sarılıp uyumayı da…
Sen, benim dünyamdaki çatlaksın.”

5 Temmuz 2019 Cuma

Cinema Paradiso



Salvatore Cascio ve büyük usta Ennio Morricone’ye saygıyla.

Cinema Paradiso

Görünen sadece masmavi bir deniz manzarası ve tatlı bir esintiyle sallanan beyaz bir tüldür pencerede.
Bir gidişin hikâyesidir Cinema Paradiso. Gidip dönmemenin… Söz dinlemenin, sadakatin, ayrılmanın, biraz da başkaldırının farklı bir anlatımı…
Alevin ucunda yanan ne tütündür ne de kâğıt. Geçmişi unutma gayretinin bir parçasıdır sadece gördüğünüz. Bir rahibin sansüründen geçen yüzlerce film ve bu filmlerin arasında kaybolan küçük sevimli bir çocuk düşünün.
Her şeyin farkındadır Salvatore, ustasının hitabıyla Toto… Farkında olmak istemediği tek şey belki de babasının olmayışıdır aslında.
Yoksul küçük bir kasaba, hatta köy düşünün…
Yoksul fakat güzel
Yoksul fakat iyiler yaşıyor
Yoksul fakat temiz
Yoksul fakat tok
Yoksul fakat vakur ve güçlü bir kasaba…
Tek lüksleri eski bir sinema salonu. Bu salon, insanî duyguları olduğu gibi sunan altın bir tepsi gibi görünüyor gözüme. Her mimikte, her gülüşte çok şey saklı; koca bir hayat!
Perdenin arkasında görünen gülümseme bir muzırlığın işaretidir fakat o gülümsemeye kimse karşı koyamaz. Salvatore! Salvatore! Yediği tokatlar, dayaklar onu hiçbir zaman durdurmayacaktır… Ah Toto, deli çocuk seni!
Aşkla çıkılan yollar insanı yormaz… En fazla ömrüne ömür katar ve ruhunla yaşamaya devam edersin her neredeysen.
Perdenin arkasından sinema sahnesine her gülümseyiş, kocaman bir terk edişe ve hayallerine attığı bir adımdı aslında Toto’nun.  
Bir adım, bir adım, bir adım daha… Tozlu yolları ve taş binalarıyla yoksul kasabanın biricik çocuğu böyle büyüyordu. Kâh Alfredo’nun bisikletinde, kâh rahibin kilisesinde, kâh annesinin dizinin dibinde… Hep bir yerde, hep bir hâlde ama hep mutlu! Bilmediği bir umudu vardı belki de.
Beyaz perdeye yansıyan kemancıyı izlerken hayallere dalacak kadar büyük fakat yediği dayaklardan uslanmayacak kadar inat bir çocuk düşünün.
Ve bir gün; “git” der ustası Toto’ya… “Git ve geri gelme bir daha!” Genç Salvatore ustasını dinler. Arkasını dönüp bakmadan gider ve bir daha asla dönmez o kasabaya ta ki ustasının ölüm haberini alana kadar!



Otuz yıl geçmiştir.
Herkes değişmiştir, değişmeyen tek şey insanların bakışlarıdır. Cenaze için toplanan insanların yüzlerine sinmiş otuz yıllık yaşanmışlıkta arar kendini Salvatore ve bulur da…
Ağlamamak için zor duran gözler
“Beni hatırladın mı” demek isteyip de diyemeyen ağızlar.
“Hey Toto sen misin”
Ama kimseden ses çıkmaz. Cenazenin varlığı, Salvatore’nin ani dönüşü iki kez lâl eder ağızları.
Sineması uğruna gözlerini kaybeden Alfredo artık yeni bir yolculuğa çıkmıştır. Dostları yanındadır fakat belki haberdar, belki de değil. Şu bir gerçek ki, etrafındakiler de ölümden çok haberdar değil… Belki Salvatore… Ona bu manâyı yüklemek istiyorum. Hissetmek istediğim bu çünkü.
Değilse bile istediğimiz manâyı görmek istemez miyiz karşımızdakinde ya da hayatımızdaki değerli olan her ne ise!
Salvatore üzgün, Salvatore yalnız aslında Salvatore tam manâsıyla pişman! Alevlerin arasında küle dönen anılarıyla boğuşurken ustasının kendisine verilmesi için bıraktığı şey onu daha da kanırtır.
Anlamsız diye düşündüğün hayatın bazen küçücük bir şeyle anlam kazanabilir… Sen bu anlamı yoklarken kafanda, kasabanın delisi, çocukken koşturmaktan yorulmadığın yollarda tepiniyordur belki de yarı anlamlı yarı anlamsız sözlerle!
Olmakla ölmek arasındaki o ince çizgide durur Salvatore. Kocaman adam olmuştur fakat o küçük çocuk ve sevgili ustası bir yerlerde halâ yaşıyordur.


BtLÂşK

23 Haziran 2019 Pazar

Yolda


Nefes alamadigimi sapkamin golgesine sigininca farkediyorum ve gelen esintinin sadece yelpazemden kaynaklandigini... Bulutlu olacakti bugun, icimdeki bulutlar dagilacakti belki... Basimi onume egdigimde uzerimdeki kumasin dun kumas pazarindaki bir tezgahin uzerinde oldugu geliyor aklima ve ayaklarima degdigini hissediyorum omzumdan baslayarak...

Elimin uzerine dokulen turuncu fularim Budist Rahiplerin şallarini hatirlatiyor... Turuncu ve oldukca kutsal...


Rengi solmus bir gul gibi... Herhangi bir gul degil, kurutulmus bi Balat gulu kadar anlamli geliyor... Ruhuma dokunmasi icin kokmasi gerekmiyor, cok pembe olmasi da... Hasir sapkamin ellerimde biraktigi izlere bakiyorum ve bir dusunurun "cocuklar islak beton gibidir" sozu geliyor aklima; ne yaparsaniz izi kalir diyor sonunda. Cocuk gibi oldugum geliyor aklima. Bir dostum sen yaslanmasin demisti, bir diger dostumsa serzeniste bulunmus; cocuk gibisin demisti... Ne yapayim, pamuk sekerini cok seviyorum deyip onun agzina da bir parca tikmistim ve o da cocuk olmustu.
Hep bir seyler oluyor ve hep bir seyler oluyoruz... Canim pembe renkli pamuk sekeri istiyor. Biraz da soguk su. 

AMOUR

Piyano resitalinden dönüyorlardı…
Huzurluydular ve yılların alışkanlığının verdiği güven duygusu kurdukları cümlelere de yansıyordu.
O gece…






Kadın yatakta doğrulup belki de neden var olduğunu ya da var olup olmadığını düşündü… Belki de hiç yoktu ve belki de dünyaya uğramıştı… Öylesine.
Haşlanan iki tane yumurta yılların rutiniydi o güne kadar. Her sabahın sevimli şahitleri. Vefanın ve sadakatin süsü olabilirdi bu kahvaltı da diğerleri gibi.
Sıradan, günlük soruların cevapsız kalmasıyla bozulan bir sabah rutininin kaymasıydı insanı ölüme yaklaştıran… Hazır değildi belki de sahne yeni bir perdeye. Zaten insanın hazırlanmasını beklemez hiçbir oyun aslında…
“Perde!” Der duymadığımız bir ses…
 Perde! Ve sen, bilmediğin bir oyunun oyuncusu olmuşsundur!
Bir avuç su ile ferahlayan beden, hava sıcak da olsa hissetmeyebilir günü geldiğinde.
Su, sesi ve varlığını asla tam olarak anlamlandıramadığımız bir kaynaktır çünkü.
“Aziz ol” temennisine mazhar olabiliriz en fazla bir bardağı ile. Ve umut dolar içimiz önümüzdeki var olma olasılığı meçhul olan yıllar için.
Mutfağın suyu akıp duruyordur fakat o an önünden geçsen dahi kapatmazsın musluğu. Önceliğin o an “lanet olası” diyebileceğin bir ayak bağıdır sadece. Aksın, bir ömür gibi aksın… Ne olabilir ki!
Karısının anlamsız bakışlarının yanında ne su ne de suyun görkemli sesi… Artık önemsizdi.
Bazen hayatın seninle dalga geçtiğini düşünürsün… Bir şeylerin bittiğini zannedip kafandaki perdelere yeni şeyler eklersin. Bir bölüm, bir bölüm daha hatta bir ölüm dahi serpiştirirsin kısa koridorun bitimine kadar. Döndüğündeyse her şey yerli yerindedir. Gidip gelen sen olmuşsundur.
“Nereye gittim ben!”
Öfkelenirsin… Ve korkarsın da aslında, belli etmezsin… O en fazla “lanet olsun” diyebileceğin rutine âşık olmuşsundur zira. Sağlıklı bir rutindir seni hayata bağlayan, yaşam denen küçük oyunu var eden ufak lanet şey.
Seni şaşırtan her ne yahut kimse delilikle itham edersin. Çünkü seni yanıltmıştır ve bu hiç işine gelmez zira tek hazinen huzurdur. Bunu bozacak hiçbir şeye tahammülün olamaz.
İlgi sandığımız şey, bencillik olabilir mi?
Kader sana “oyun” oynuyordur ve oyuncuya kızarsın. Kızma çünkü sen de bu oyunun bir parçasısın.
Beden bir gün tepki vermez. Kendi bedenin ya da karşındaki insanın bedeni. Sona yaklaşmayı istemezsin. Bu, o koca gerçekle yüzleşmenin en dramatik sahnesidir. Hoşuna gitmez. Fakat işte o gerçek kocaman bir karanlıktır küçük aklında, yüzleşmek zor gelebilir. “Hiç” olduğun gerçeği sarsabilir.
Uyanırsın ve karşılaştığın küçük bir değişiklik seni şaşırtır, şaşırırsın sadece ve fazla anlam yüklemezsin. Yüklemek istemezsin.
Yaşlanmış parmağındaki alyansı fark edersin. Alyans, bir varlığın ve sadakatin habercisidir. Var olduğun gerçeğinin bir sembolü… “Var” ve “varsın”… Nereye kadar olduğunu bilmediğin bir varoluşun perde arkası seni ürpertir her zaman…
Yıllar önce benzer bir yokluğu yaşadığımda bir karşı bedende, doktorun söylediği şu cümle sahnenin ve perdenin kimin elinde olduğunu kanıtlar gibiydi: “hafıza kaybı felci önlemesi içindir”… Annem bir akşamüstü “burası neresi” dediğinde ben yoktum o an ve o da o an yoktu… Var sanmıştık, var olmadığım gerçeği bir tokattı yüzümde o “an”…
“Geçici bir şey…”
Bu, seni dünyaya getiren gücün sana bir şans daha vermesidir. Hani akıllı cihazlar sinyal verir ya “yeterli hafıza yok” diye… Telefonunu ya çöpe atarsın ya da silersin gereksiz şeyleri… Ve o şeyler anlamını yitirir bir anda. Yeni olana yer bulma fikri daha caziptir, geleceğe ömür biçmek gibi!
Amour’a devam  edersek; karanlık bir ev… Sokak lambası ya da Dolunayın ışığı aydınlatıyor ortalığı… Paris grisi üzerine geliyor insanın… Soğuk renkleri her zaman sevmişimdir tıpkı beni ilk kez gördüğünde “ne kadar da kibirli” diyenlerin sonunda dertlerini akıttığı bir havuza dönüşmem gibi topluyor hüzne dair ne varsa duvarlar…
Duvarlar… Bir uçağın kara kutusu gibiler.
Nice sohbete ev sahipliği yapmış o sevimsiz koltuklar daha da sevimsizleşiyor alacakaranlık odada…
Sabahki kahvaltı sofrası içine kapanmış, demlikteki çay bile şaşkın… Yetim kalmış bir çocuk gibi şaşkın…  Yumurta kabukları süpürülmeyi bekliyorlar.
Çaresizliğe takılan birçok isimden biridir damar tıkanıklığı… Zamanı gelmiştir ve tıkanmıştır. Sebep aranmaz. Aranırmış gibi yapılır ve enikonu kollarda birkaç iğne deliği ve çiş testiyle neticeye boyun eğilir. Devamı ise çaresizliktir. Tıpkı keyifle başlayıp “bitmesin” dediğin bir kitabın kapağını kapatmaktır gerçek netice!
Ömrünün iki kapak arasına sıkışmış olması seni yorar.
Yaşamın sadece “umut” denen kelime içinde yeşermeye başlaması ve devam etme arzusunu görürsün her zaman attığın adımların izlerinde fakat hiçbir şey ilk günkü gibi değildir bilirsin…
Haşlanmış iki yumurtaya saklanmış gizli bir sevgidir seni besleyen… Duyumsarsın. Bunu yıllar sonra çok daha fazla hissedersin… Proteinin ve kolesterolün canı Cehenneme! Ki, kolestrol bir semptomdur, yiyin gitsin masum sarısını beyazının içinde bir şeyler netleşinceye kadar ve ne, ne kadar nettir bu hayatta sence?
Beklemek…
Yoksulca beklemek...
Bilmemenin, bilememenin yoksulluğu bir ızdırap gibi dolanır boynuna. 
Ölüme direniş başlar ama nereye kadar? Gitmeli, evet o gitmeli…
Denir ya hani; “çok çekmedi”… O da çekmemeliydi…
Ve çok fazla çekmedi...

9 Haziran 2019 Pazar

Film şehir

İstanbul, senaryoya ihtiyacı olmayan bir film gibi... Her şey mevcut. Yapılması gereken tek şey; susup izlemek.
BtLAsK


Leblebi tozu

Çok sıcak ama güzel bir sıcak...



İnsanı dışarı çekecek kadar...

Yürümek ve hep yürümek...


Manavların, baharatçıların olduğu sokaktan geçiyorum... Yaz meyveleri göz kamaştırıyor. Favorim olan papaz erikleri göz kırpıyor "ye bizi" diye... Beş liralık erik alıp kemire kemire yoluma devam ediyorum...



Eskicilerin sokağına geliyorum. Seyyar eskiciler son zamanlardaki favorim. Arabalarında yok yok. Bir pipo dikkatimi çekiyor. Kadehin içinde sahibini bekler gibi duruyor. Kadehle iç içe geçmişler yaşanan hayatların geçtiği gibi. Belki o kadehten şarap içen dudakla, pipoyu tüttüren dudak arasında bizim dahi hayal edemeyeceğimiz bir hikâye vardır...



Bir tarot kutusu görüyorum içi bos... Kartları yok içinde, kim bilir diyorum belki de o kadar çok hayata yön verdiler ve o kadar çok umut dağıttılar ki en sonunda yorgun düşüp kendileri dağıldılar başka başka dünyalara... Eriğimi bitirip, turumu tamamladıktan sonra vapura biniyorum...



İstikamet Eminönü...



Sahi siz hiç leblebi tozu yediniz mi? Neyse o sonraki konu...



Kağıt helvacısı "son on tane kaldı" diye helvalarını satmaya çalışırken, kıyıya yaklaşmıştık bile...



Eminönü turundan sonra kitap okumak için bir yer bulmak istiyor canim... Tekrar vapura biniyorum, Galata Köprüsünü görünce pişman oluyorum Karaköy’e yürüyerek geçmediğim için... Gülüyorum kendi kendime, közlenmiş mısırların kokusu çarptı beni diye...

Kulaklığımı takıyorum, tuşa basar basmaz “Shape Of My Heart” çalıyor. Jantimi düşünüyorum bir de leblebi tozunu...
Deniz mavi ve sessiz, düşüncelerim deniz kadar mavi, yavrularını koruyan bir martı kadar çığlık çığlığa...
Ve martılar karşılıyor Karaköy motorunu...


Çığlıklar bitmiyor, bu sefer balıkçılar başlıyor; "abla balık ekmek 13 Lira" ... Aç değilim aslında, o an obur oluyorum yarim ekmeğin arasında... Şalgam suyu ile taçlanıyor bu gırtlak macerası da...


Ve İstanbul Kitapçısında buluyorum kendimi...
Bir bardak cay ve bir de kitap alıyorum elime... Güzel bir esinti var... Orhan Veli okuyorum, sanki beni anlatmış diyorum;


"Simdi evime girsem bile
Biraz sonra çıkabilirim
Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve mademki sokaklar kimsenin değil."

5 Haziran 2019 Çarşamba

Tablo


Nişantaşı’nda bir sergi açılışına davetliyim…
Yoldayım… Hem yürüyorum hem gece gördüğüm rüyayı düşünüyorum. Kendi kendime söyleniyorum yine garip garip rüyalar görüyorsun diye.
Galeriden içeri giriyorum. Oldukça kalabalık. Şık bir garson elinde tepsi şarap ve meyve suyu servisi yapıyor… Ressamlar, konuklar tabloları yorumluyor. Ben de tek tek tabloları dolaşmaya başlıyorum.



Taşköprü isimli bir tablonun önünde duruyorum. Ne tuhaf diyorum kendi kendime çünkü ressamın imzasını göremiyorum. Galeri sahibi tanıdık bir dost beni görünce hemen yanıma geliyor. Selamlaşıyoruz. Tabloyu soruyorum elimle göstererek, kimin bu tablo diyorum. Pardon hangi tablo diyor… Taşköprü tablosu diyorum. Nerede diyor, işte bu diyorum elimle tabloyu işret ederek. Başımı geri çevirdiğimde etrafımda kimse olmadığını görüyorum. Elimdeki kadeh yere düşüyor… Beyaz zemin kırmızıya boyanırken, tablonun içinden insan sesleri geldiğini duyuyorum. Korkarak tabloya dokunuyorum. Hissettiğim şey sadece dokulu bir zemin.
Başımı geriye çevirecekken küçük bir el beni tablonun içine çekiyor.
Ayaklarıma dikenlerin battığını hissediyorum. Virane bir yer. Çalı, çırpı… Nerede olduğumu düşünemeden kendimi o köprünün üzerinde buluyorum.
Boş köprünün üzerinde bir sürü gölge görüyorum… İnsan sesleri duyuyorum…
Çocuklar…
Çocuk sesleri geliyor kulaklarıma.
“Neden buradayım” diyorum…
“Bir neden mi arıyorsun” diyor küçük bir çocuk.
Üzerinde günümüze ait olmadığı belli olan kıyafetler var şaşırıyorum.
Lanetlendiğimi düşünüyorum önce…
Çocuk kahkahayla gülmeye başlıyor karşımda, iyice sinirlerimi bozuyor onun o alaylı hali…
“Seninle alay etmiyorum ki” diyor.
“Beni arayan sensin” diyor…
İçimden geçenleri nereden biliyorsun dememe kalmadan karşımda kocaman bir adama dönüşüyor.
Başka bir mevsimde buluyorum kendimi.
Rüzgâr, fırtına… Adamın saçları uçuşuyor, yüzünü net olarak göremiyorum.
Elimi tutuyor, köprüyü birlikte geçiyoruz…
Bana öyküler anlatıyor…
Geri dönmek istemiyorum.


BtLÂşK

30 Mayıs 2019 Perşembe

Masal Dilencisi


Masallar anlatıyor bana. Şiirler okuyor. Olur olmaz zamanlarda güzel bir şiirle ya da masalla karşıma çıkıyor. Aslında sesiyle çıkıyor, soluğuyla ve tüm kalbiyle çıkıyor karşıma. Kalbime fısıldıyor şairin dizelerini ve kalpten giden kalbe tesir eder sözünü ispatlar gibi sesinin her tınısı... Küçük bir çocuk gibi sarılıyorum her cümleye fakat o bunu bilmiyor…



Bir varmış bir yokmuş derken, neyim var neyim yok onu düşünüyorum. Başka bir âlemdeyim hissediyorum. Ne yürüdüğüm yollar bildiğim yollar ne duyduğum sesler bildiğim sesler orada…



Anlattıkları ne Anka’nın otuz kuşu ne de kırmızı başlıklı kız. Aşktan bahsediyor ve “Kırmızı bir kuştur soluğum” derken, hiçbir şiirin kırmızı kalpli olmadığını anlıyorum… Balonlara, yastıklara ya da pelüş ayıların kucağına sığmayacak kadar büyük ve gerçek bir aşk, inanıyorum.







Boşlukta olduğumu hissediyorum...





Bir uçurtmaya dönüşüyorum… İçim gıdıklanıyor. Alışkın değilim ki uçmaya. Ya düşersem diye korkuyorum. Tutunacak bir şey de yok etrafta. Ağaçlara yaklaşıyorum... Biraz ileride deniz var en çok da ondan korkuyorum ya düşersem? Ben yüzme biliyorum peki ya şimdi? Uçurtmalar yüzer mi?







Şehir şehir her yer şehir... Alabildiğine insan ve ev yığınları görüyorum. İnsanlar, eşyalar her ne varsa donmuş gibiler. İnsanların birbirlerine bakmadıklarını görüyorum. Ama masallar böyle olmaz ki diyorum.





İnsanları izledikçe gücümü kaybettiğimi anlıyorum… Düşüyorum… Kuyruğumun bir parçası kopuyor. Daha da telaşlanıyorum ama yapacağım hiçbir şey yok.







Bana anlattıkların böyle değildi diye geçiriyorum içimden bay ses! Keşke yanımda olsaydın diyorum.





Gözlerimi kapatıyorum, içim daha da kötü gıdıklanıyor, kusacak gibi oluyorum. Ani bir sarsıntı yaşıyorum… Sıcacık ve yumuşak bir şey hissediyorum. Gözlerimi açtığımda kocaman bir bardağın içinde olduğumu görüyorum.







Bu bir çay bardağı! Biri kocaman elleriyle bardağı kavrıyor ve tam dudaklarına götürecekken dur yapma, içme diye bağırıyorum. Sanki duymuş gibi bardağı yerine bırakıyor ama parmakları hala bardağın kenarında. Sessizce parmaklarının ucuna doğru tırmanıyorum. Parmak boğumlarına dolanmış kırmızı bir tespih görüyorum… O kadar göz alıcı ki sanki içinde ateş var. Ürperiyorum fakat bundan başka da şansım olmadığını çok iyi biliyorum. Tespihe ulaşmaya çalışıyorum. Olanca gücümle sarılıyorum bir tanesine. Yuvarlak ve kaygan olduğunu hissediyorum. Kuyruğumdan akan çay damlacıkları parmak uçlarına damlıyor. Fark etmesinden korkuyorum. Ya beni bir böcek ya da sinek zannedip silkeleyip atarsa. Ya toz olacaktım bu dünyada ya da bana biçilen rolü oynamaya devam edecektim bu akıl almaz sahnede!









Olamaz diyorum! Tespihle oynamaya başlıyor. Parmakları ha dokundu ha dokunacak diye içim içimi yiyor! Tespih tanelerini çektikçe parmak uçlarına yaklaşıyorum. Bir tane, bir tane daha ve işte tam zamanı! Tespihin ortasına atlıyorum korkarak. Artık durmuştu içim rahattı. Küçük bir çocuk gibi sallanıyordum kırmızı tespihinde. Ne denizde ne de bir bardak çayın içinde boğulmamıştım.







Ve ne bir vardı, ne de bir yoktu, anlamakla anlamamak arasında gidip geliyordum… Keşke bir tespih tanesi de ben olsaydım diye geçirdim içimden ve o an içimden bir şeyin geçtiğini hissettim… İçimden geçen şey aniden koptu hepimiz yere dağıldık. Biri üzerime basacak diye o kadar korktum ki… Keşke, keşke demeseydim diye geçirdim içimden.















Taneleri toplarken bir şeyler söylüyor duyuyorum; aşk diyor, tespih tanesi gibi dağıtır insanı. Yüzlerce yıl öncesine gidersin, bilmediğin bir ülkenin bilmediğin bir kasabasının bilmediğin ve hiçbir zaman bilemeyeceğin bir sokağında buluverirsin kendini. Yabancılaşırsın kendine bile. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ne sen, ne de yaşadığın ülke. Hiçbir şey umurunda olmaz. Ölmek mi yoksa yaşamak mı deseler verecek cevabın bile olmaz. Şu tespih tanelerinden daha değersizsindir. Neyken ne olursun; beyken koca bir hiç. İşte toprak olmak o zaman işine gelir. Kolayına kaçarsın, gebermek istersin… Susarsın biraz da… Dost ararsın ama bulamazsın. Buldukların da filozof kesilir anında. Kendine bakarsın, tanıyamazsın. Kalbini kesip atmak istersin sanki seninmiş gibi… Ama en fazla saçlarındır kesip attığın. Kökü sende derler ya! Hep bir teselli hep bir umut. Saçımın kökü bile umut saçacak neredeyse! Acziyetin daniskası! Masal anlatırken masal olmak bu olsa gerek!



Avucunu sıktığını hissediyorum… Sıcacık, öfkeli ve şefkatli…







Kalp atışlarını dinliyorum saatlerce…



Başım göğsünde…



Güneş doğmak üzere.



24 Mayıs 2019 Cuma

Yakaza


Bitmek bilmeyen yokuşları vardı bir de tepede kırmızı bir okul.


Yorulmuştum…

Hızlı adımlarla çıkmamam gerektiğini anlamam için kalp atışlarımı hissetmem gerekmiş meğer.


Duruyorum yolun ortasında. Eski bir şehrin yaşlı martıları uçuyor gökyüzünde birer ikişer. Terk edilmiş taş bir binanın önündeki son basamağa oturuyorum. Bir sakız gibi eğilmiş olduğunu fark ediyorum ortalara doğru.

Yokuşun yorgunluğunu atlattım derken sıcağın yorgunluğu çöküyor üzerime. Uykum geliyor.



Elimi merdivene koyup destek alıyorum. Başım hafif yana düşüyor. Gözlerimin kapandığını hissediyorum. Tatlı bir yorgunluk var gözlerimde. Yanmasına ve kapanmasına engel olmak istemiyorum. Biraz dinleniyorum, gücümü toplayıp kalkıyorum...


Yokuşun sonundaki okula doğru yürüyorum. Kiliseye gelmeden hemen solunda eski hatta terk edilmiş bir bina görüyorum. Kapısı aralık. İtiyorum ve kapının güzelce bir bahçeye açıldığını görüyorum. Bahçeyi keşfe çıkmış gibi hissediyorum. Yok, yok burada...






Güller, ortancalar, çeşitli ağaçlar hatta bakla bile var... İlk defa pişmemiş bakla yiyorum. Tadı fena değil. Arka tarafa geçtiğimde karşıma bir gül ağacı çıkıyor. Gövdesi mavi yaprakları yeşil. Sanki beni yanına çağırıyor. Ona doğru yürüyorum ve yürüdükçe kollarını acar gibi hareketleniyor. Ürperiyorum, biraz duruyorum.




Durduğumu görünce hareketlerini yavaşlatıyor. Beni korkutmak istemediğini anlıyorum ve ben de korkmadığımı ispatlar gibi hızlı adımlarla yanına gidiyorum. Gövdesine dokunuyorum mavi, yapraklarına dokunuyorum yeşil. Gülleri pembe ve çok güzel kokuyor. Isparta'lı misin diyorum, sanki gülüyor. En güzel gülünü bana uzatıyor. Alamam diyorum ya canin acırsa... Israr ediyor sanki. Dalıyla beraber yere düşüyor pembe gül. Yerden alıyorum. Kokusu bütün şehre yayılıyor...




Bahçenin içindeki eski binadan zil sesi geliyor. Okul zili. Çocuklar çıkıyor dışarıya siyah onluklu. Hepsi kız, hepsi mutlu. Yanımdan geçiyorlar, göz göze geldiklerime gülümsüyorum karşılık vermiyorlar. Beni görmediklerini anlıyorum... Duyduğum ürperti yerini korkuya bırakmadan biri elimden tutuyor, avuçlarımız öpüşüyor sanki... Bakmıyorum yüzüne. Beni bahçeden dışarı çıkartıyor. Konuşmadan yürüyoruz... Ve şehir hâlâ gül kokuyor…


23 Mayıs 2019 Perşembe

Bodrum'a özlem ve sevgiyle


Bodrum'a özlem ve sevgiyle...

Semt pazarı var bugün...

Kalabalıktır yine ama güzel bir kalabalık... Yeşil zeytinler bas kösede olur her zaman. Domatesler en güzelinden... Semizotu biricik dostum benim. Meydana geliyorum. Alabildiğine güneş. Banklardan birine oturuyorum. Ağacın gölgesi serinletiyor beni. Yüzümde  geziyor yapraklarının gölgesi.

Hemen karsımda bir pastane. Önündeki ahşap masalarda birileri limonata içiyor. Bir iki kopek bankların gölgesine sığınmış. Küçük gara doğru yürüyorum... Her zaman narenciye aldığım abiyi göremiyorum. Sahi bugün pazar var diyorum içimden, oradadır muhtemelen...

Karşıya geçiyorum sonra, deniz kıyısına. Ne tarafa gitsem diye düşünürken  oturmak geliyor içimden. Deniz kenarında bir taş. Kocaman bir taş. İskelede yürüyorum sandaletlerimi çıkarıp. Bastıkça tahtanın verdiği yumuşak sıcaklığı hissediyorum hoşuma gidiyor... Bir sure denizi izliyorum. Hava esiyor tabi,

Yalıkavak burası eserliklidir havası... Rahatsız etmiyor beni gulu seven dikenine katlanır misali... Gözüme kestirdiğim taşa bakıyorum uzaktan bir de iskelenin demir basamaklarına. Basamaklarda oturmayı tercih ediyorum. Ayaklarım suya değiyor, serinliğini iliklerime kadar hissediyorum.

Ayaklarımı çırpıyorum... Çocuk gibiyim nasıl da seviniyorum su taneleri yüzüme gözüme değdikçe. Biri görüp deli diyecek diye de sağıma soluma bakıyorum, hoş kimseler yok ortalıkta. Su beni yavaş yavaş içine çekiyor. Serinlik içimi ürpertiyor. Su boğazımı geçiyor ve ben hiç hareket etmiyorum. Su beni içine çektikçe sanki çok daha huzurlu hissediyorum. Artik o serinliği hissetmiyorum.

Beklediğim bir şeymiş gibi, bana iyi gelecekmiş gibi kabulleniyorum... Dünyada değilim artik... Masmavi  bir yerdeydim... Ayaklarım yere basmıyor. Yukarıya baktığımda kocaman bir aydınlık görüyorum. Dönmek istemiyorum. Biliyorum ki o aydınlık aslında çok karanlık.



9 Mayıs 2019 Perşembe

KAFKA-DÖNÜŞÜM SAHNEDE!


Bu akşam payıma düşen ve dört gözle beklediğim oyun: KAFKA/DÖNÜŞÜM idi…



Beni tanıyan dostlar Kafka’yı ne kadar sevdiğimi bilir. Benim de en az onun kadar kafkaesk oluşumdan mı yoksa özel ve ortak bir paydamız oluşundan mı bilinmez…
 Sanatta hiçbir zaman salt gerçekliği savunmadım savunanlara da hayretle bakıyorum ve işin tuhafı bir süre sonra kendileriyle çeliştiklerini de hayretle izliyorum. ( bunu neden söyledim; Kafka gibi yazarlar hikâyelerinde bir yerde gerçeklikten koparlar ve fakat verdikleri mesajlar ağırdır)  1915’ten bu yana “Dönüşüm” adlı eser hâlâ okunuyor ve üstüne de sahneleniyorsa oturup düşünmek lâzım.
Konumuza gelirsek…
Oyun zor muydu? İzlediğim en zor oyunlardan biriydi. İzlemesi de zordu oynaması da. Özellikle Gregor Samsa’yı canlandıran Mehmet Selin Sağdıç’ı bir kez daha tebrik ediyorum. Eminim ki hayatının rolüydü! Bu her şeyden önce psikolojik bir gerilim. Sadece böceğe dönüşmüş bir insanı değil tam manasıyla ruhu konuşturmaktı mevzu, nitekim oyun bizi Kafka’nın deyimiyle “iğrenç” gerçeklerle beraber ölümle yüzleştirdi. İşte Kafkaesk düşünce burada devreye girer ve gerçeklikten kopma olarak nitelendirilen tavırda o “iğrençliği” dibine kadar hissedersiniz.
Kimileri tarih boyunca Kafka’nın öykülerinde siyaset aradı fakat Onun hiçbir eserinde siyasete yer yoktu zira kendisi de siyasetle bir şeylerin duzeleceğine inanmıyorum diyen bir sanatçı ve maalesef bir memurdu ki hemen hemen tüm eserlerinde memuriyet hayatından kinayeli de olsa birkaç paragraf, sitem görürsünüz (güdük beyinli insanları kinaye yoluyla ve yine gerçeklikten koparak eleştirir). Hayatındaki en büyük problemi ise babasıydı ki bu oyunda da onu oldukça büyük ve karanlık bir şekilde görüyoruz…  Kafka’nın eserlerinin yakılması vasiyetini yerine getirmeyen dostu Max Brov'u da şükranla anıyorum…
Bu öyküyü bir mektubunda “iğrençlik” olarak niteleyen Kafka, insanın insanla olan kavgasını tüm açıklığıyla dile getirmiştir.
Eserinde kendini kadim Mısır’ın Bok Böceğine dönüştüren Kafka nın öyküleri büyük sırlara doludur anlayana…
Kısacası bu oyun bir aynadır insanlığa.
Emek veren herkese, Alt Kat Sanat ekibine sonsuz teşekkürler.


BtLÂşK

5 Mayıs 2019 Pazar


Günlerden Antalya, anlardan medeniyet yani ilahi nimet diyelim.
Medeniyet bir ilâhi nimet olamaz mı? Halinizden ne kadar memnunsunuz acaba?


Side Antik kent ve tiyatrosundan sonra müzesi çok iyi geldi. Zaten sanat “iyi” gelmeli. Sanatın özelliği bu, işlevi bu. Sadece bakmak değildir mesele. Sana ne hissettirdiğidir asıl olan. Her şeyden somut şifa aramak ve bulmak değildir yaşam. Ruhun çırpınırken turp yemişsin, yeşil çay içmişsin ne gam!



Bak şu heykellere! Konuşmuyor mu sence. Bir şeyler fısıldadığını söylemezsen inanmam sana zira ben ne çok şey duydum yanlarından geçerken dahi. Göz göze geldik Antalya Müzesiyle özdeşleşmiş dans eden kadın heykeliyle. Dans ederken etrafımda İmparator Hadrianus’la yüz yüze geldim. Elimden tuttu sanki bir şeyler anlatıyor gibiydi.



Ve tabi bir şeyleri algılayabilmek için ülke ekonomisinin de nereye gittiğine bakmak lazım… Neyse bu benim konum değil konu etsem de şahsi fikirlerin ötesine geçmez.
Gelelim heykel işine. Bu müzeye mutlaka gidin. İhtişamı görün. Roma dönemi imparatorları ve imparatoriçeleriyle tanışın. Heykellerin hemen hepsi M.S. 2 yy. tarihli. “O dönemde bunlar” derken ders almak lazım. “Biz ne yapıyoruz” demek lazım. Adamlar yapmış, bir medeniyet bırakıp gitmiş.
Ramazan geliyor, heykel orucu bozar mı demeyin. Kendinizi zorlayın.


Bir nesli arabeske kurban verdik, bir nesil pop kurbanı oldu, şimdiki nesil politika ve internet kurbanı oluyor… Heykele ya da sanatın herhangi bir dalının günah olup olmadığını tartışanların günahlarıyla bir Eiffel Kulesi de biz dikerdik. Bu arada “Demir Bayan” olarak anılan Eiffel Kulesi zamanında reddedilmiş bir kuleydi ve çalışan yüzlerce işçinin parası da ödenmemişti. Bugün geldiği yere bakın.
Bu eserlerdeki ilâhi gücü, mesajı, izi, ilmi görmemek için kör olmak lazım.
Ama tabi benimki çok ütopik şeyler. Medeniyet, sanat, plastik sanat vesaire… Bir çeşit monolog… Çok etkilendim paylaştım. Özür dilerim : )
BtLÂşK

4 Mayıs 2019 Cumartesi

Mavi Kuş


Şehir Tiyatrolarında yeni sahnelenen oyunlardan biri olan Mavi Kuş adlı oyun için…


Hayat bir yolculuktur elbet…
Ve bazı yolculuklar bitmez… Bu bazı dediğimiz yolculukların yolcuları bir âlemdir zira.
Mavi kuş ne bir kuştur bu oyunda ne de kocaman mavi bir uçurtma. Mavi Kuş çok uzak bir kasabanın biricik mavi otobüsüdür.
İster kasaba otobüsü deyin ister köy.
Mavi Kuş bizi iki perdelik bir yolculuğa çıkarıyor. Bir kere şunu söylemem gerekiyor ki, sahnedeki otobüs harikaydı. O otobüse ben de binmek isterdim hele de şoförü Tarık Köksal ise…
İki perdelik oyunu akşamın geç saatlerinde esnemeden izlemek biraz zordur. Bir yerde tıkanırsınız, e insanız! Fakat ilk dakikadan son ana kadar pür dikkat izledim/izledik…
Konusuna gelirsek; dedim ya hayat bir yolculuk diye, bu oyun da hayattan nasibini almış. Otobüste yabancı turistten, köy ağasına, tutuklu mahkûmdan jandarmaya, delisinden dingiline kadar kimi ararsanız var. Dönem oyunu olması da ayrı bir renk…


Hele de oyunda bir ağır çekim sahnesi var ki sanırım o sahneyi izlerken herkes koltuğundan bir o yana bir bu yana savrulduğunu hissetmiştir. Kendimi içinde bulduğum nadir oyunlardandı.
Küçük bir alan, çok oyuncu, kısa ve zengin konular silsilesi.
Dünü, bugünü ve yarını anlatan, komediyi ve dramı aynı anda hissettiren bir oyun.
İşin sonuna gelirsek ki tabi ki sonunu anlatmayacağım… Son son değil zira… Bu güzel oyunun sonu başı demek.
Bu oyunun sonu yok. Sonunda başlangıç var ve öyle böyle değil.
Ha merak mı ettiniz? Paşa paşa gider izlersiniz bana da teşekkür edersiniz ve dahi başta Tarık Köksal olmak üzere tüm oyunculara. E ağaya da buradan selamlar olsun o da çok şekerdi ve çok gerçekti. Yok mu böyle tipler? Var böyle tipler. Her oyun bize bir ayna bizler oyunlara konu…
Hayat bir yolculuktur elbet…
Mustafa Kutlu’nun dimağına, oyuncuların ve emegi gecen herkesin  ellerine, gönüllerine sağlık.

Not: İşiniz bitince o mavi otobüsü bana verin : )

BtLÂşK

29 Nisan 2019 Pazartesi

Geç Kalanlar



Erteleriz bazen hatta çoğu zaman…
Sebebi yoktur ve ne başı ne de sonu...




Geç Kalanlar adlı oyun da bunu anlatıyor. Ölümü anlatıyor, varlığı yokluğu… Zamanında bilinmesi gereken kıymetleri anlatıyor. Özetle diyebilirim ki, tüketimden yorulduysanız özellikle de duygusal tüketimden mustaripseniz bu oyun duygularınıza tercüman olacaktır.

Zafer Kırşan ve Elçin Atamgüç’ün muhteşem oyunculuklarıyla yükselen çok iyi bir oyun. Bu sezon izlediğim en iyi oyunlardan oldu. Kaçırmayın gidin derim.

14 Nisan 2019 Pazar

Balat Monologlar Müzesi


Bu yıl kafama kazınan belki üç ya da dört oyun oldu. Bugün gittiğim ise mekânıyla bütünleşmiş oyunlar gösterisiydi.


Balat Monologlar Müzesi
Balat için yazılmış 10 ya da 15’şer dakikalık oyunlardan oluşan bir gösteri.
Sergilendiği mekâna gelirsek ki orayı sadece bir “mekân” olarak nitelemek büyük haksızlık olacak. Birkaç saat içinde ruhumu kemiren o yerin kocaman duvarların arkasında ürkek, üzgün ve yapayalnız duruyor olması beni ayrıca dehşete düşürdü.
Yuvakimyon Rum Kız Lisesi
Okulun kısa hikâyesi şöyle: 1879’da temeli atılan bu Rum okuluna Yoakim olan iki patriğin ismi konur ve Yoakimyon Rum Okulu olarak bugünlere gelir. 1910’da 590 öğrencisi olan okul 1988’de neredeyse öğrenci bulamaz. Oldukça kısa oldu evet zira amacım okulun tarihini anlatmaktan ziyade herkese hemen hemen aynı duyguları hissettiren dokusu, kokusu, yalnızlığı ve insanları kucaklayışı…


Her sınıfta tek kişilik bir oyun sergileniyor. Monolog şeklinde süren oyunlara zaman zaman izleyiciler de dâhil oluyor. Boyaları dökülmüş sınıfın birinde bir adam aşkı anlatırken yan sınıfta umuttan bahsediyor bir diğer oyuncu, öteki Eyüp’ün yokuşlarında yaşananları hicvederken, üst kattaki sınıfta Hamlet’in kulakları çınlıyor.


Oyunlar hakkında daha fazla bilgi vermek istemiyorum. Bununla alakalı tek diyeceğim şey bir dahaki sefere oynanacak olan akşam oyununa gitmek!
Sınıflardaki tahtalarda kalmış yazılar, duvarda asılı duran öğrencilerin, öğretmenlerin siyah beyaz fotoğrafları…  

Zil hala duvarda asılı… Şimdi oynan oyunların bitiminde çalsa da sanki hâlâ sınıftan koşarak çıkacak öğrencilerin şamatalarını bekler gibi duruyor. Biyoloji derslerinin olmazsa olmazı bağırsaklı, böbrekli mankeni ise başköşede… En güzeli de haritalardı ve haritaların asılı olduğu tahtanın en üstünde yazan “Kırmızı Başlıklı Kız” yazısı… Orada en son kim kime neyi anlattı belki de bir müsamere provası vardı.


Kim bilirlerin, belkilerin, acabaların, keşkelerin, nedenlerin gölgesi dolanıyordu okulun duvarlarında. Sıraların üzerilerine kazınmış isimlerin sahipleri şimdi nerede?
Ya ben neredeyim…



BtLÂşK

27 Şubat 2019 Çarşamba

KARINCALAR Bir Savaş Vardı

Bu hafta ki oyunumuz Karıncalar Bir Savaş Vardı...
John Steinbeck ve Boris Vian'ın eseri olan oyun ayakta alkışlandı...
Bu tek kişilik oyunu, Mucize adlı sinema filminde engelli genci oynayan Mert Turak izleyiciye aktarıyor...
1 saat 15 dakikalık oyunda hiç susmadan ve durmadan performans sergilemek çok zordur. Mert'i bir yerde görüyoruz, bir gökte... Bir bakıyoruz suya atlamış, bir bakıyoruz mayının tam da üstünde. Dekor çok güzeldi ışıklar da öyle...
İzlemesi de, oynaması da çok zor bir oyun. Hem sanatçıyı hem izleyiciyi yoruyor. Fakat Mert Turak alkışı sonuna kadar hak ediyor tıpkı Mucize filminde hak ettiği gibi.
Psikolojik oyunlara ve askeri detaylara ilgisi olanların mutlaka gitmesi gereken güzel bir oyun...



Gelelim işin seyirci kısmına.
Bir insan neden tiyatroya gider, beklentisi nedir, amacı nedir?
Dediğim gibi oyun kendisi zor olduğu kadar izlemek de zordu fakat saygıyı ve alkışı hak eden bir oyun. Gelin görün ki arkamda bir iki adam oyunun son yarım saatinde aynen şunları mırıldanıp durdu: "hadi bit artık, bitsin artık, ne zaman bitçek..." En sonunda dayanamayıp döndüm ve: "susun be!" dedim adamlara! Şerrimden korkmuş olacaklar ki oyun biter bitmez sıvıştılar. Ah biraz bekleselerdi oracıkta ikinci oyunu da ben sergileyecektim.

Arkadaş, izlemeyi bilmiyorsan tiyatroya gitmeyeceksin. Bu kadar basit. Saygısızlığın alemi yok! Böyle bir oyundan ne bekliyorlardı bilemedim, sandıktan zenne mi çıkacaktı onlara göre? Ama oyuna göre sandıktan mayın çıktı kusura bakmasınlar ve bir daha da tiyatroya gitmesinler.

BtLÂşK


(Not: foto akbaba haber ajansından alınmıştır)

11 Şubat 2019 Pazartesi

Kahvede Şenlik Var

Bu kahvede gerçekten şenlik var...

Kahvede Şenlik Var iki perdelik bir oyun...
Oyunda psikolojik analizler oldukça yoğunlukta... Matrak bir oyun. Keyifli fakat akşam gitmek bana iyi gelmedi... Uzundu. Bundan sonra iki perdelik oyunlara gündüz gitmeyi düşünüyorum.


Fakat perde ilk açıldığında çok güzel bir manzarayla karşılaşıyorsunuz. Ona bayıldım. Ne olduğunu söylemeyeceğim gidin görün de içiniz açılsın... Tango sahnesi güzeldi. Kadın oyuncunun ayaklarındaki dans ayakkabılarını görünce içimden geçmişti "sanırım dans var" diye... Çift çok uyumluydu, erkek oyuncu çok komikti zaten. Ucundan kıyısından seyircinin de dahil olduğu güzel bir oyundu ikinci perdenin başında biraz sıkılsam da...

Dekor ve kostümler güzeldi, oyuncular da öyle...

Komedi çerçevesinde psikolojik tahlilden hoşlananların seveceği bir oyun.




29 Ocak 2019 Salı

Uzlaşma

"Uzlaşma" bende iz bırakan tiyatro oyunlarından biri... Bu oyuna gideli epey zaman oldu aslında. Yazmak ancak bugüne nasip oldu.


Bir eseri "iz bıraktı" ya da "iz bırakmadı" diye nitelemek bana biraz acımasızca geliyor fakat bir şeyleri doğru anlatmak için kullanmak gerekebiliyor. Konusu biraz dramatik, düşündürücü ve ders verici. Ayrılmış bir anne ve babanın çocukları üzerindeki etkisi, onun üzerinden tartışmaları ve bir türlü uzlaşamadıklarını göreceğiniz güzel bir oyun. En güzel görsel de oyunda kullanılan minik sandalye...

Anneler, babalar izleyin derim... 


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...