30 Ekim 2017 Pazartesi

Pierre Loti'ye Sabahın Ayazında Gidilmeli

Öğlene doğru değil…
Öğlen hiç değil…
Ya öğleden sonra?
Peki akşam?
Hiçbiri…
Pierre Loti’de çay, sabahın ayazında içilmeli.
Üzeri kırmızı beyaz kareli örtülerle örtülmüş masaların olduğu bahçeye inen merdivenler hafif ıslak olmalı.
Sandalyeler, masalara kapanıp uyuklayan yorgun bekçiler gibi olmalı.
Haliç ne görünüyor ne de görünmüyor… Sis çökmüş olmalı üzerine.
Sis bulutları, üzeri yazılmış çizilmiş sonra da silinmiş dev bir kâğıt gibi görünmeli, biraz da görünmemeli; kader gibi, alın yazısı gibi.
Oturacak yer ararken dokunmalısın tek tek sandalyelerin omuzlarına. Islanmalı parmak uçların bir akşam öncesinden kalmış gözyaşlarıyla.
Sisli puslu olmalı işte oraya gideceğin mevsim. Saatlerden sabahın körü, günlerden hiç fark etmez olmalı. Yaz ortası da olsa demir gibi soğuk olmalı her yer, rutubet kokmalı, biraz da Haliç…
Ne aymazların gürültüsü, ne çay kaşıklarının şıngırtısı ne de sandalyelerin gıcırtısı olmalı kulaklarına dolan. Olduğu olacağı, mezarların içinden çıkıp gelen iki kuzgunun sesi olmalı.
Masaya gelen çayın dumanı karşında duran köprüyü gümüş bir kemer gibi sararken sen, aklına üflemelisin bir sigaranın külüne üfler gibi. Her şey uçup gitmeli o saatte.
Çaya uzanan yorgun ellerine ağaçların yapraklarından çiğ taneleri düşmeli. Bir dilek tutmalısın içine İstanbul’u sığdırdığın o minik damlacıkları izlerken.
Kurşun kadar ağır dediğin her ne varsa bir sigara külü gibi uçup gitmeli. Ama illâki sabahın köründe, mutlaka sabahın köründe gitmeli.

Betül Âşık

25 Ekim 2017 Çarşamba

EGO

Ego ne korkunç bir şey. İnsanın üzerine alacağı ya da içinde büyüteceği en son ve çirkin şey. Tıpkı gecenin karanlığında aniden karşınıza çıkabilecek bir yaratık gibi. Hiç ummadığınız birinden ve ummadığınız bir zamanda aldığınız tepki de en az korkunç bir yaratık kadar ürkütür ve sizi oralardan uzaklaştırır.

Kaçarsınız. İnsandan kaçarsınız, hayattan kaçarsınız hatta yaşayıp yaşamadığınızı sorgularsınız.

Nerede olduğunuzu, nasıl olduğunuzu. Eğer insansanız kendinizi yoklarsınız.

Yoksa ben de korkunç bir canavar mıyım?

Şişin şişin şişin ve patlayın ama ortalığı kirletmeyin kibrinizle.

24 Ekim 2017 Salı

BEYOĞLU

Beyoğlu deyince aklıma ucu bucağı olmayan bir zenginlik geliyor. Kültür zenginliği, insan zenginliği, eşya zenginliği, yiyecek, giyecek "ne ararsam var" dediğimiz şeyler vardır ya işte onların toplamı olabilecek kadar büyük bir bir zenginlik. Hatta dil zenginliği, ırk zenginliği... Delicesine bir zenginlik bu.


Taksim'den İstiklâl Caddesine doğru baktığınız zaman gördüğünüz o insan seli inanılmaz bir görüntü. "Ne işi var bunca insanın burada?" Benim ne işim varsa onların da o işi var! Beyoğlu benim rutin adreslerimden biridir. Taksim, Cihangir ardından Galata... Yukarıdaki fotoğraf bana ait. Berbat bir çekim olduğunun farkındayım fakat internetten resim aşırmaktansa kötü de olsa kendi çektiğim fotoğrafları kullanmayı tercih ettim. Bunları Japonya'da yaşayan ve buraların özlemini çeken arkadaşıma messenger kamerası ile çekip yolladım ve buraya da eklemek istedim.

Taksim'e giderim de Kızılkayalar'da ıslak hamburger yemem mi :) Neredeyse 7 yaşımdan beri oranın hamburgerini yerim. Islak hamburger ve muzlu süt. Muzlu sütü duyanlar ağızlarını yamultuyor genellikle ama bu hamburgere anne eşliğinde ve 7 yaşında başlayınca sonuç bu! Ve hâlâ bu hamburgeri muzlu süt ile yerim. Bence deneyin :)





Bu arada Beyoğlu Sahaf Festivali'ni es geçmemem gerek. Kitaplar o kadar ucuzdu ki... Rastladığım 1949 baskı klasiklerse deyim yerindeyse şeker gibiydi... Tasvir ve detaylı karakter analizi meraklıları için işte size Balzac'ın bir kaç eseri. Sadece 5 TL



Ve ben; halen nekahat dönemindeyim diyebilirim. Gripten kurtuldum dediğiniz anda ani bir U dönüşü ile geliveriyor kapınıza. Kendinize dikkat edin! Görüşmek üzere :) 

18 Ekim 2017 Çarşamba

SÂDIK MI KAFKA MI?



Edebiyatseverler Kafka'yı bilirler hatta kimi bilmekten öte tanır ve eserlerini de ona göre yorumlar.




Bir de Doğu'nun Kafka'sı olarak ün yapmış ki, bana göre bu "ün"ü sonuna kadar hak eden bir yazar; Sadık Hidayet. Resim sanatıyla da ilgilenmiş olan Hidayet şöyle diyordu kendinden bahsederken:
"Hayat hikayemde önemli bir şey yok. Başımdan ilginç olaylar geçmedi, Ne yüksek bir mevki sahibiyim ne de sağlam bir diplomam var. Nerede çalışırsam çalışayım; silik, unutulmuş bir memurdum."

Buna benzer acı itiraflar Kafka'da da mevcuttur. özellikle Babaya Mektup adlı kitabını okumak gerçekten yürek ister. Orada gördüğünüz acziyeti sanırım hiç bir yerde göremeyiz. Çünkü o mektuplar her satırına kadar gerçek ve her satırı buram buram Kafka kokuyor. Onun ruhundan karamsar notlar ve anında geri dönüşler mevcut. Açıkçası ben o kitabı bitirememiştim. Bitirmeden bıraktığım bir kitap oldu Babaya Mektup.

İki yazarın arasındaki en büyük fark; birinin hastalık nedeniyle ölmesi diğerinin ise intihar ederek ölmüş olması.
"Fazla okumak lâzım değil, insanı delirtir ve hayatın gerisinde bırakır." demişti Sadık Hidayet. İlk intihar girişimini 25'inde gerçekleştirmiş fakat başarılı olmamıştır genç yazar. Diğer insanlara karşı yabancı olduğunu söylerken acaba bu dünyaya ait olmadığını mı itiraf ediyordu? Devamlı ölüm düşüncesiyle yaşayan yazar intihara dair bir çok şey söylemiştir.


Enteresan bir şekilde ölmeden önce eserlerinin bir çoğunu yakmıştır tıpkı Kafka gibi. Ölüm Sadık için gelecekti. İstediği gibi nefes alabilmek için ölümü tercih etmişti.

Sadık Kafka'dan daha sert bir bakış açısına sahip bana göre. Kafka'nın daha nahif daha kırılgan olduğunu düşünüyorum. Her şeyi içine atan belki zaman zaman ağlayan bir adam.

Sadık mı Kafka mı gibi bir soru vardı en başta. Böyle kıyaslamalar asla yapmam. Belki aramızda kıyas yapan farklı tahlillerde bulup ilginç sonuçlar çıkaran birileri vardır diye öyle bir başlık yazdım.

Kafka benim için için son noktayken Sadık'la tanıştım. Kör Baykuş'u benim benden aldı. Ama her ne olursa olsun Kafka Kafka, Sadık da Sadık. Ve ben her ikisine de sadığım... Ya siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hepinize mutlu bir Perşembe diliyorum... :)




8 Ekim 2017 Pazar

Jackson Pollock

Resimle ilgilendiğim dönemlerde... Aslında bu benim için korkunç bir ifade; "dönemlerde."
Çünkü resimle ilgilendiğim dönemlerde demek; artık resimle ilgilenmiyorum demektir. Fakat eskiden kullandığım tüm fırçalarım, paletim ve boyalarım hâlâ ve inatla gözümün önünde. Ve şunu da çok iyi biliyorum ki; bir gün şu an tuttuğum kalemi kırıp fırça tutmaya devam edeceğim.

Yazmak...
Yazmak alın teri demek, delirmek demek. Ve tüm bu "demeklerin" karşılığı maalesef yok. Peki, olmalı mı? Olmamalı. İtiraf ediyorum; kendim için yazıyorum. Toplumcu olduğum pek söylenemez, en azından geleceğim bu yönde değil. Sanat sanat içindir felsefesini savunuyorum. Postmodernist değilim, bir akımdan bahsetmem gerekirse eğer; modernist ve ekspresyonist demek isterim. Bir edebiyat Profesörü yapıtlarımı okuduktan sonra bana; "sen toplumcu modernist" oluyorsun demişti. Korkutmuştu bu beni. Kendimi hiç kimse ya da hiç bir şeyle sınırlamak istemiyorum. Bu istememek de belki bir çeşit sınır.

Jackson Pollock'a gelince. Zor bir adam Pollock, her hâliyle zor. Ben de bir zamanlar onun damlatma tekniği ile bir çok tablo yapmıştım. Gecelerce ona ait videoları izlemiştim hayranlıkla. Ağzında bitmeyen sigarası, boyalarla dansını izlerdim.



Bu akşam bir kez daha Ed Harris'in Pollock'unu izledim. Ve kalemimi kırmaya bir kez daha niyetlendim. Bana uzun zaman önce seçenek sunulmuştu; kalem mi (yazmak mı) yoksa boyaların mı? Ben kalemi tercih ettim. Üstelik akademiye hazırlanıyordum...  İçimde kalan ukde çok büyük ve derin. Bunu anlayan olur mu? Tabii ki hayır.
Şu fotoğrafa bakın; Pollock ile saatim bile aynı. Zaman bana yetmiyor ya da ben zamana fazlayım. Bu yüzden....
İşte bu yüzden...





6 Ekim 2017 Cuma

BİR İBİŞ VARDI ÇOCUKLUĞUMDAN KALAN

Çocukken Gülhane Parkında piknik yapardık. Çok giderdik. Hayvanat bahçesi denen yer dışında her köşesini severdim. Yeryüzünde Hayvanat Bahçesi diye bir şey olmasına karşıyım. Hiçbir canlı kafesle doğmadı zira.

Sonbaharda Ahmet Hamdi Tanpınar Kütüphanesi'ne çıkan o geniş yolu ve yol üzerine dökülmüş Çınar yapraklarını seviyorum. Küçük ayaklarımla koşturduğum yollarda sarı ve kahverengine dönmüş, içine kapanmış yapraklarla oyun oynardım. Ağaçların yapraklarını neden düşürdüğünü düşünürdüm. Onların birer mektup olduğunu zannederdim. Kocaman ağaçlar mektup yazıp dünyaya bırakıyorlardı birileri okusun diye. Ağaçların arkasına saklanıp bekledim; biri gelip de mektupları toplayacak ve okuyacaktı. Fakat hiçbir zaman hiç kimse gelmedi.




Akşam oldu. Çocuk tiyatrosu zamanı… Sahneye ibiş çıktı. En sevdiğim. Duramadım ve sahnenin arkasına gittim. Bir baktım ki İbiş, İbiş değil. İlk hayâl kırklığım. O gözümde büyüttüğüm ve her seferinde özlemle gittiğim İbiş, sopaya tutturulmuş bir kuklaydı. Oysaki ben o kırmızı yanaklı küçük adamı gerçek sanıyordum. Koşa koşa ağaçlardan birine sarıldım. Ağlıyordum. Hayâllerim ve İbiş’e olan tüm inancımı yitirmiştim. Ve ağacın bana mektup göndermesini diliyordum. Bana yazmalıydı. Küçüktüm, okuyamazdım belki ama saklardım ve büyüyünce okurdum.
Islak gözlerim yukarıya bakıyordu hâlâ. Ve işte; aşağıya doğru kocaman bir yaprak geliyordu. Küçük avuçlarımı birleştirip elime konmasını sağladım. Beklediğim mektup gelmişti. Gülerek mutlu bir şekilde geri döndüm. Yalancı İbiş hâlâ bir şeyler anlatıyordu küçük sahnesinde. Bense demir, beyaz sandalyeyi kendime çektim zorlukla. Oturdum ve avucumu açtığımda yaprağın ufalanmış olduğunu gördüm.

Şimdi yine Gülhane’deyim. Elimdeki ufalanmış yaprağı alıp masaya gazoz bırakan garsonu düşünüyorum. Ve hâlâ merak ediyorum ne yazmıştı bana o ağaç. Karşısındayım, yine suskun ve sessiz duruyor. En benim kadar. 

5 Ekim 2017 Perşembe

KAPANSAM BİR ODAYA

Arşivleri karıştırdım. İyi mi yaptım bilmiyorum...
Eski fotoğraflar, yıllar önce yazdığım onlarca şiir...
Biriktirdiğim şarkılar...
Umutla süslediklerimin daha az olduğunu fark ettim. Gerçi hepsini okuyamadım ama başlıklarından belliydi. Kafka'yı bu yüzden seviyorum sanırım. Onu tanıma şansım olsaydı ne konuşurduk acaba? Tepemizde siyah bir bulutun bize arkadaşlık edeceğinden emin olabilirim.
İki kafkaesk umut ile umutsuzluk arasında gider gelirdik muhtemelen.

Piyanonun tuşlarında gidip gelen eller gibiydi sanırım ellerim o dönemlerde. Müzik ve şiir hayatımın büyük bir parçasıymış.

Charles Aznavor - La Boheme'sini dinliyorum.

Düşlüyorum; bilmediğim bir şehirdeyim. Hiç tanımadığım bir evin bir odasındayım. Loş bir ışık var. Bu ışık eski bir yazı masasını aydınlatıyor sadece. Pencere açık. Dışarısı karanlık. Perdeyi aralıyorum elimle. O kadar yorgunum ki, perdeyi aralarken diğer elimle masanın kenarına tutunuyorum. Dışarıya bakıyorum, hiç bir şey göremiyorum karanlıktan başka. Uzaklarda bir yerde deniz var sanırım. Kokusu burnuma geliyor. Dolunay var muhtemelen. Göremiyorum fakat deniz olduğunu tahmin ettiğim boşluktan gri-beyaz karışımı bir ışık huzmesi yükseliyor göğe doğru. Derin bir nefes almak istiyorum. O kadar yorgunum ki gücüm yetmiyor. Ya da ben öyle zannediyorum. O an ne kendimi tanıyabiliyorum ne de ne istediğimi biliyorum.

Bir kaç kuşun kanat sesleri geliyor kulağıma.

Dışarıya çıkmak istiyorum. Çevreyi tanımak için değil. Merak etmiyorum nerede olduğumu. Odanın kapısını açıyorum. Her yer karanlık. El yordamıyla küçük adımlar atarak ilerliyorum. Bir merdivenin başında olduğumu anlıyorum. Buz gibi olmuş ellerim bir korkuluğa tutunuyor. Aşağıya iniyorum sessizce. İndikçe bir saate yaklaştığımı anlıyorum.

Ben aşağıya inene kadar gün doğuyor. Ortalık kızıla bürünüyor.
Kızıl, kızıl... Bir çok şiirimde bu kelime geçiyor. Kızıl ve yakamoz. Denizin sesini duyuyorum.
Aşağıya indiğimde eski bir fotoğrafımı görüyorum duvarda.


Dolunay ve ben... Aynaya bakmış gibi hissediyorum. Deli gibi fotoğrafa bakıp yüzümü, gözümü düzeltmeye çalışıyorum. Fotoğrafa dokunuyorum. Ellerim ıslanıyor...
Charler Aznavur'un sesi yükseliyor, her şey susuyor.

2 Ekim 2017 Pazartesi

BURASI NEFES ALDIĞIM BİR ODA

Şu ara gerçekten nefes almaya ihtiyacım var.
Neden mi?
Bitirmem gereken bir romanım var.
Ekim ayında çıkacak olan "deneme" kitabıma isim bulmam gerek.
Sözlü Tarih çalışmasına hız vermem gerek ve neredeyse günde en az bir deşifre yapmalıyım

Sanırım rekora doğru koşuyorum. Ve tüm bunların yanı sıra devam etmem gereken kurslarım var. Bu zamansızlığın içinde onlara devam edebilecek miyim doğrusu merak konusu!

Ve bloğum!
Sevgili blok.
İyi ki varsın. Her ne kadar üç gündür yazamadıysam da...

Gerçekten doluyum! Fikirsel, zihinsel, işsel, derssel, kurssal, hayatsal, düşünsel.

Düşünsene!

Kitabıma isim bulmak için tüm beyin hücrelerim seferber olmuş. Ama tık yok!

Hiç mi?

Aslında o kadar çok ki. Birine tamam işte bu desem hemen bir diğer ses: hayır diyor.

Kitaplarıma sığınıyorum. Okumaya başlıyorum derken gözlerim raflarda duran kitapların isimlerini tarıyor. Dostoyevski'nin BUDALA'sına takılıyor gözüm. Diğer gözüm Tolstoy'un GENÇLİK'ine...

"Ne düşündünüz bu isimleri verirken" diye soruyorum her ikisine de...

Karşımda beliriveriyor her ikisi de. Tolstoy bir adım öne çıkıyor. Uzun ve kirli sakallarını sıvazlayarak bana gülümsüyor; düşün düşün b*ktur işin der gibi.

Kafamı silkeleyip bir kahve koyuyorum kendime.

Romanımın başına oturuyorum "yaz kızım" diyerek. Homurdanıyorum; her defasında aynı kaos. Çocuk olsa  daha kolay isim koyardım herhalde diye.

Evet...
Sevgili günlük. Bu kadar iç dökmek yeter sanırım.
Daha iyiyim. Daha iyi ve iyi gergin!

Siz de iyi olun...







Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...