30 Kasım 2021 Salı

Yolculuğum

 


Bu akşam koltuklarımıza oturup gözlerimizi sahneye diktiğimizde gerçek bir hayat hikayesiyle karşılaştık. Yönetmenliğini Çiçek Dilligil’in yaptığı oyunun kahramanı; oyuncu Ethel Mulinas.

Son derece sempatik tavırlar sergileyen sanatçı, sanki izleyiciyi evinde ağırlarmış gibi içten ve samimi oyunculuğuyla gönüllere taht kurdu. Önemi bir detay; oyun interaktif bir oyun. O kadar ki; ekler pasta dağıtacak kadar. Şaka değil, Ethel tek tek üşenmeden izleyicilere ekler dağıttı.

Gelelim eklerin, pastaların, böreklerin gölgesindeki drama! Komedi gibi görünen ama altında büyük bir dramın yattığı bir hikaye “Yolculuğum”… Sahnede anlatılan yolculuk aslında hepimizin yolculuğuydu.

Bir zamanlar oldukça kilolu olan Ethel bize gerek kostümleriyle, gerek şarkıları ve gerekse sahne dekoruyla yaşadıklarını anlattı. Ama emin olun anlattıkları belki de yaşadıklarının onda biri kadardı.

Kiloluyken istediği bedende elbise bulamamasından, insanların ona acıyan bakışlarına kadar sahnede  oradan oraya uçuşan bir bahar kelebeği gibi anlattı bize. Gelin görü ki o kelebeğin kanatlarındaki ağırlık çok fazlaydı. Mesele kilo değil aslında. Biz de alıp veriyoruz. Kafasında börekler uçuşurken brokoli kemireniniz olmadı mı hiç. Hele buharda pişmiş havuç, evlat olsa sevilmez!

Ethel diyor ki; “ya geçmişte ya da gelecek yaşıyoruz. Asıl sorun burada.”

Doğru söylüyor. Ya hayal alemindeyiz ya da kötü anıların içinde debeleniyoruz. Ya şu an?

Hep istiyoruz, dileniyoruz. Kim olduğumuzdan belki haberimiz bile yok. Sevmek ve sevilme arzusuyla dolu herkes. Ethel de öyle. Kimse kilolu olduğu için mutsuz değil aslında. 40 kiloluklar da mutsuz. Bu işte bir terslik var gibi.

Öte yandan oyunun içine girerseniz tüm azınlığı görebilirsiniz. Sadece kilolu değil, kilosuz, görme engelli, kekeme, özgüvensiz, esmer, sarışın şu ya da bu… Sizin düşünce skalanıza kalmış. Mutlu olmak ve hayattan keyif almak herkesin hakkı ve hiç kimse “azınlık” olduğu düşüncesiyle kendini gizlememeli ve şu anı düşünmeli. Ne geçmiş var ne de gelecek.

Bu arada sahne dekoru ve oyuncunun kostüm detayları için bir alkış da buradan gelsin.

Tebrikler Ethel Mulinas, yolculukların sana her zaman şans getirsin.



21 Kasım 2021 Pazar

Hiç Kimse


 


“Hiçlik” konusuna farklı bir bakış açısıyla yolculuk ettik bu akşam. Hiçlik dediğimiz şey bir konu mudur yoksa olgu mu bilemiyorum ama ilânihaye bir “hiç” olmayacağımız ve “hiçlik”ten varlığa yeniden dönüşeceğimiz kesin.

Bazı kendini bilmezlerin “hiç” oyunları (kola yapılan dövmeler ya da eski yazıyla yazılmış hiçler, kolyeler vs.) midemi bulandırırken hiçliği sahnede layıkıyla izlemek güzeldi. Hiç olmak, hiç olmayı dilemek her babayiğidin harcı olmadığı gibi çakmaları da hayat denen şu yolculukta pek sakil duruyor. Adam Tanrı’lığını ilan etmiş ama kolunda “hiç” dövmesi…  Başlarız böyle hiçe diyoruz ve oyunu konuşmaya devam ediyoruz;

Oyunda hayatı, Tanrı’yı, adaleti, düzeni sorgulayan bir adamın çığlıklarına tanık oluyoruz… Sistemin sebep olduğu sorgulayıcı tavrı her açıdan izliyoruz oyunda.

Zaman zaman komünist bir tavrında olduğu oyunda muvazene kelimesine rastlıyoruz. Erkut yani psikolojik tedavi gören Erkut’un ağzına pelesenk olmuş bir kelime muvazene yani denge… Sanırım yaşamdaki dengesizliğe bir vurguydu muvazene…

Erkut sahnede resim de yapıyor, yazı da yazıyor. Entelektüel bir kişilik. Dramatik bir hayat hikayesi var. 45 yaşına kim bilir kaç 45’ler sığdırmış diyebileceğimiz çilekeş bir adam. Şunu da söyleyeyim unutmadan; dekor harikaydı. O çizimler ve çizimlerin arasına serpilmiş kelimeler gözümden kaçmadı. Loft bir havası vardı sahnenin. Sevmediğim tek şey aralarda çalan bateriydi. Olmasa olur muydu? Bence olurdu…



Parçalı lirik bir anlatım var oyunda. Hasan Fehmi Gökdeniz’in (Erkut) oyunculuğu gerçekten çok güzeldi. Çok katmanlı bir anlatım hakimdi oyunda… Cinnet, sorgulama, kreşendolar, dekreşendolar… Bir an sahnedeki gerçek bir deli mi diye de düşünmedim değil…  Sık sık “insanlık ölmüş” diyor Erkut. Bunu söylerken o kadar çok kişiyi işaret ediyor ki aslında. Vah vah, tüh tüh diyen bizler de bile öldü aslında. Şapkaları çıkarıp önümüze koysak bu yapıtlara gerek kalmayacak belki de.

Peygamberlere tapanlardan girip, Atatürkçü geçinenlere kadar verip veriştiriyor Erkut. Peygamberin bir sakal tanesi karşısında salya sümük ağlayıp Onun ahlakından zerre nasibi olmayanlara da haddini bildiriyor.

Sonlara doğru bir psikiyatr eşlik ediyor Erkut’a… O da derdine çare olamıyor ve sonun da ikisi de hiçlik girdabında kayboluyor.

Hayatta gelinebilecek en güzel nokta “hiç kimse" olabilmek aslında. Makamın mevkinin ötesinde, huzurdan bir zeminde yaşayabilmek hiç kimse olarak…

Erkut Türkiye’nin özeti olabilir mi?

İzleyin kararı siz verin.

15 Kasım 2021 Pazartesi

İnziva


Öncelikle şunu söylemek gerekir; deneysel dediğimiz tiyatro oyunlarını izleyebilmek belli bir alt yapı gerektirir. Soyut ve şiirsel bir anlatı hâkimdir genel olarak bu tip oyunlarda.

İnziva’da bu oyunlardan biriydi. Oyunculuk açısından çok güzel bir performans sergilendi. Konusuna gelirsek; görünen şey, iki askerin bir mağarada mahsur kalmasıyla başlıyor her şey.

Salondaki dekoru ilk gördüğümde acaba iki boksör kapışacak mı demiştim. İçimizdeki karmaşa belki o şekilde de anlatılabilirdi ama asker olması konuyu dallanıp budaklandırıyor. Amaç da bu değil mi zaten.

İki düşman asker var oyunda. İkisinin de boynuna kement atılmış. İpin ucun çok derinlerde. Belli ki birbirlerine birileri tarafından düşman olmuşlar. Bu detayı ben bu şekilde yorumladım aslı yazara ait. Fakat bu detayı çok sevdim, çok akıllıca. Ve oyunun sonuna kadar “savaşın kazananı yoktur” demekten de kendimi alamadım.

Oyunda bir realite olarak salt asker ya da askerlik ele alınmıyor. Savaş, savaşın sebebi, geride kalanlar, yaşam mücadelesi ve yalnızlaşan insanın çaresizliği tüm çıplaklığıyla sergileniyor. Birinin suyu var diğerinin ekmeği. İkisi de birbirine muhtaç. İnsan insanı ne ve nereye kadar iter ki? Ya düşmanlıklar, ya savaş?

Düşünsenize tanımadığınız birini vurmak zorundalığı, ve yüzünü daha önce hiç görmediğiniz bir insan tarafından öldürülme ihtimali.

Savaş üzerinden insan psikolojisine evirilen oyunda askerler yer değiştiriyor. Fakat bu sıradan bir değişim değil. Bir çeşit sorgulama. Askerin bacağındaki kocaman yara bile karşı askerin bacağına geçiyor. Bunun ne manaya geldiğini iyi kavramak gerek.

Ne farkımız var?

Endişelerimiz, yarınlarımız, şu anımız, saplantılarımız, ne için yaşadığımız, neye muhtaç olduğumuz…

Öte yandan ince bir dokundurma da var oyunun sonunda… Onu da gidip izleyin ve görün derim.

Tebrikler Berat Beyoğlu, tebrikler Yusuf Mahmut Çitil




 

8 Kasım 2021 Pazartesi

Çığlık

 



Dışavurumcu – duyguların ve iç dünyanın dışa aktarımı- ressam Edvard Munch’un “Çığlık” adlı meşhur tablosundan esinlenilerek yazılmış bir oyun. Tabloya baktığımızda çoğumuz aynı anlamı yükleriz ona… Adı üzerinde çığlık. Önce şunu düşünmek lazım; insan neden çığlık atar?

Bir düşünür; “sanat anlatma arzusudur” der. Çığlık içimizdeki kaostan doğar. Bir ressam çığlığı böyle resmetmiş, bir sahne sanatçısı bu tabloya bakarak da bir oyun çıkarmış.

Oyunun temel özelliği diyalogsuz oluşu. İşte burada sahne sanatının eylemsel boyutunu görüyoruz. Aslında oyun çok katmanlı. Çığlık’ın gölgesinde birçok duyguyu yaşıyor ve yaşatıyor.

Oyuncu, yere kapanmış ve ağzında koca bir elma ile karşılıyor bizi. Bu elmaya bile çok anlamlar yükleyebiliriz. Kırmızı başlıklı kızın elması mı yoksa Âdem ile Havva’nın mı? Belki de öylesine bir girizgâh… Ama çok iyi kurgulanmış.



Gösteri başladıktan kısa bir süre sonra oyuncu ayağına zincir takıyor ve zincirin diğer ucunu sandalyeye bağlıyor. Buna da yine birçok anlam yüklenebilir. Özgürlüğe atıf, tutsaklığa atıf, bilinçaltı, bilinçdışı… Her şey olabilir.

Oyun çok katmanlı demiştim; içinde cinnet de var, yoksunluk var, çaresizlik var, inanç da var… Hatta sonlara doğru bir namaz sahnesi var insanın samimiyetinin ele alındığı. Oyunu Metehan Budak yazmış, aynı zamanda hem yönetiyor hem de kendi oynuyor.

Konuşmadan sadece mimik ve beden diliyle bir saat boyunca sahnede kalmak çok da kolay bir şey değildir.

Kaos adlı tabloyu sahnede izlemek güzeldi. Doyurucu ve besleyici bir performanstı. Oyun esnasında; bağımlılıklarımızla yüzleştik, iç dünyamızı gördük, ne kadar samimiyiz, ne kadar değiliz onu gördük. Biraz iyiydik biraz da kötü… Bazen duyarlı bazen de tam tersi.

Çığlık bazen havalı/kibirli bir insan ama arkasını döndüğünde tam bir zavallı… Yok mu etrafımızda böyle birileri. Belki de sen belki de ben… Bazı eserler bizi içimizdeki “ben” ile yüzleştirir, işte bu eser de öyle.

Teşekkürler Metehan… Çok güzel bir eser çıkartmışsın.

btl

3 Kasım 2021 Çarşamba

Tabutta Rövaşata


Yıllardır adını duyduğum, duyduğum ama sebebini bilmediğim bir inatla izlemediğim filmdi Tabutta Rövaşata. Zamanı gelmiş ve izlemiştim en sonunda.

Donuk bakışları ve ahenksiz sesiyle çok şeyler anlatabilen –beğendiğim aktör- Ahmet Uğurlu’nun oynadığını bile bile izlememek… Sonuçta muradıma erdim ve izledim.

İddialı bir ada sahip olan filmde fakir ve yalnız bir adama ait gerçek bir hikâye okuyoruz. Evet bu film gerçek bir hikayedir aslında…

Adının sebebini çok düşündüm ama işin açıkçası bulamadım… “Rövaşata”ya biraz anlam yüklemeye çalışırken filmin yönetmeninden aldım cevabı:

“Tabut dar, kapalı bir mekânı çağrıştırır.

Bir futbol terimi olan röveşata ise tabutla karşılaştırılamayacak kadar geniş alanı gerektirir. Çünkü röveşata yaparken sırtınız yere gelecek biçimde havaya sıçramanız, topa bedeniniz havada iken vurmanız öngörülmüştür. İşte tam da bu yüzden tabutta rövaşata yapmak imkânsızdır.

Film, insana dair imkânlar ve imkânsızlıkların gergin birliğini vurgulamayı kendisine amaç edinmiştir. Çünkü insan, en elverişsiz koşullarda dahi hayatın dengesini kurabilme ama aynı zamanda kurduğu her dengeyi reddedebilme, kendisi için rasyonel ve uygun olanı kabul etmeme yetisi ile de donatılmıştır.”

İşte bu!

 “Çıkma ekmek” ifadesini ilk kez duyduğum ve tavus kuşuna bir kez daha hayran olduğum film çok yalın ve temiz… Birkaç –neden çekildiğini anlamadığım- gereksiz sahne dışında tertemiz bir film. O günün şartlarını da göz önünde bulundurmakta fayda var izlerken. 1996 yapımı filmi izlerken o dönemin İstanbul’unu da kıyısından köşesinden görüyoruz.



Fakir ve yalnız adamın adı Mahzun… Mahzunun hayatı kendi gibi durmadan içen 2-3 arkadaşı ve ona sahip çıkmaya çalışan bir dostu, büyüğünden ibaret( Tuncel Kurtiz)

Rumeli Hisarı’nın dibinde yaşıyor Mahzun. İlginç bulduğum sahnelerden biri; kendi gibi hayat süren bir dostu hayatını kaybeder ve cenazenin ardından iki-üç arkadaş, arkadaşlarının mezarına giderler. Biri rakı içiyordur diğeriyse şarap.  Arada arkadaşlarının mezarına da rakı ve şarap dökerler. Bu aslında aralarında kurdukları bağın temsilidir. Aykırı bulunsun ya da bulunmasın bu sadece bir köprüdür o an için. Niyetler her zaman önemlidir.

Arkadaşlarını toprağın altında bırakırlar ama hayat devam eder… Mahzun’a Reis yani Tuncel Kurtiz el uzatır her seferinde. Mahzun gece uyumak için araba çalıp ertesi gün aldığı yere bırakır. Bu aykırılıkları yüzünden polisten falaka, Reis’ten de durmadan sopa yer ama asla iflah olmaz.

Filmde bir de eroinman kız vardır. Mahzun bu kıza âşık olur ama olsa ne olur… Sonunda da olan olur zaten.

Beni filmde en çok güldüren tavus kuşu sahneleriydi. Güler misin ağlar mısın kabilinden. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e İran Cumhurbaşkanı tavus kuşları yollamıştır hediye olarak. Bu kuşların Rumeli Hisarında muhafaza ve ziyaret edilmesine karar verilmiştir.

Mekanın sahibiyse Mahzun’dur. Öyle ya yıllardır orada yatıp kalkıyor. Onu artık içeri almazlar. Eski mekân tavus kuşlarına kalmıştır fakat Mahzun rahat durmaz tavus kuşlarını çalmaya başlar. Hatta bir gece yine bir tavus kuşunu kucaklar ve çaldığı arabanın arkasına koyar. Sabah olmuştur, Galata Köprüsünde ilerlerken araba arıza yapar ve Mahzun tavus kuşunu kucakladığı gibi oradan tüyer. Ben bu kucağında tavus kuşu olan sahnelere gerçekten bayıldım. Mükemmel kurgulanmış ve çekilmiş. Mahzun’un yüzündeki o çaresizlik, garibanlık ilmek ilmek işlenmiş.

Ahmet Uğurlu’yla hayat bulan film gerçekten bir başyapıt. Keşke bugüne de uyarlanabilse. Sağlam bir kadroyla baştan çekilse. Bana bu hissi uyandıran ilk film oldu doğrusu. Yenilenmeyi hak eden ilginç bir film. Zayıf kalan yanlar var, seslendirme, ışık vesaire, başta dedim ya günün şartları diye. İyileştirilmiş şartlar altında bir kez daha “kayıt” denilir belki kim bilir…

Film temiz başladı ve tertemiz, suyu çıkmadan bitti. Fakat son tavus kuşu sahnesi efsaneydi. Hayat bu işte… Hayat mücadele…

Herkesin payına bir hikâye düşmüş, Mahzun’un hikâyesi ise sizi çok başka dünyalara götürecek…

 


Meddah


Genelde “dünkü oyun” ya da “geçen gittiğim oyun” diye başlarım… Bugün “dün akşam gittiğim meddah gösterisi” diye başlamak istiyorum.

Geçmişe dönersek meddah; vakti zamanında Muhammed Peygamber zamanını öven kişilere denirdi. Bu zamanla halk topluluklar önünde halk hikâyeleri anlatan kişi manasına evirildi.

Zor zanaat… Daha önce de birkaç kez izledim meddah gösterisi. Dün akşam da çok güzel bir gösteri izledik. Mehmet Esen sahnedeydi ve gerçekten bize çok güzel bir gösteri sundu.

Oyunculuğa başlama serüveniyle başladı ve devam etti. Bu hikâyelerde aslında o kadar çok hayatlara rastlıyorsunuz ki; mesela Münir Özkul… Anladığım kadarıyla Münir Özkul Mehmet Esen’in hayatında en büyük rolü almış kişi. Hikâyede Esen’in büyük ustadan ders almak için tam bir yıl beklediğini dinliyoruz. Ama dinlerken de o zamanları yaşatıyor sanatçı. Bu işte güldürmek kadar düşündürmek de önemli. Mecbur değildir aslında sanatçı, illa düşünmen mi lazım kardeşim, git evinde düşün! Fakat içi doluysa kişinin sen istesen de istemesen de başka bir dünyaya çeker seni.

Bir Münir ustaya gittik, bir türkü barda türkü dinledik, yetmedi hop Almanya’ya gittik, hayda Gayrettepe’de ne işimiz vardı; yetmezmiş gibi Mehmet’in Edison’la tanışma hadisesi; çarpıldık!

İnteraktif bir gösteri olduğu için izleyicinin de zaman zaman dâhil olması anlatıyı keyifli hale getiriyordu. Mehmet Esen’i filmlerde izledik fakat sahne performansı çok başka bir şey. Tiyatro eğitiminde hocalarımız “nedensellik” der dururdu. İşte dün akşam tüm nedenlerin altı doluydu. Boş insan izlemekle dolu insan izlemek arasında bayağı fark var… Kimi hoplayıp zıplar, bol bol küfür eder, millete sataşır, kimi de yaşanmışlıklarını entelektüel birikimiyle harmanlar ve zaman nasıl akıp geçmiş anlamazsınız bile… Tek kişilik bir oyun yazmıştım, biyografikti. Monolog yazmak zordur hele de biyografik olunca… Ya oynaması? Tek bir sandalye ve sen! Çelişmemen gerek, kendini tekrar etmemen gerek, sahne enerjisini stabil tutman gerek, gerek oğlu gerek.

Yıllardır sahnelediği bir gösteri “Meddah” … Bizlere de yıllar sonra kısmet oldu.

Riva’da yenen kazığı pardon balığı hiç anlatmayayım. Ben direkt türkü performansına geçeyim; sesi öyle güzelmiş ki, yıllar evvel bir türkü bar sahibi her gece 2’de gel bu türküyü söyle diye teklif sunmuş Mehmet Esen’e. Tek bir türkü… Sebebine gelince… Sebebini de oyuna gidip öğrenin… Tarzım bu, sonları anlatmam, başı benden sonu sizden…

“Kükremiş aslan görirem

Kan yiyen sırtlan görirem

Dalgalı umman görirem

Cin görirem

Can görirem

Mezerde hortlak görirem

Bin türlü tufan görirem

Güllü bir yaban görirem korkmirem

Korkmirem bala korkmirem”

Sayın Esen’e sevgiler, saygılar

 

 



 

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...