12 Aralık 2024 Perşembe

Cimri Yorumum-2

Ne adamsın be Harpagon!

Oyunu izlerken ve yazıya da başlarken “ne adamsın” demeden duramadım Harpagon’a…

Moliere, Cimri adlı oyunu 1668’de yazdı. Ve o günden bugüne dünyadaki gerçek Harpagonların varlığının acı bilinciyle daha da gülündü bu karaktere ve “ne adamsın” dendi kim bilir kaç dilde ve binlerce milyonlarca kez…

Güldürü oyunlarını sevmem fakat hangi güldürüleri sevmem? Günümüz komedilerini mesela! Kült olmuş ve bu günlere ışık tutan Cimri gibi oyunlardan ancak ilham alabiliriz. İyi oyunların ve iyi filmlerin iyi hikâyeleri vardır. Bir oyunun sağlam bir hikâyesi yoksa o oyun izleyiciye geçmez. İzleyici oyunla bir bağ kuramazsa vaktini boşa harcadığıyla kalır.

O dönemde Paris’in burjuva kesimine atıf olsa da Cimri, bugün cimriliği daha geniş bir yelpazede ele alabiliyoruz. Her şeyin cimrisi olabilir insan; sevginin, merhametin… Oyuna konu olansa bir sandık dolusu altın. Ama ne altın! İşte bu altın etrafında yükseliyor oyun.

Yüzyıllardır varlığını koruyan bu değerli oyun neredeyse tam iki saat sürüyor… Özel tiyatrolarda birkaç kez izlemiştim. Önceden izlemiş ve okumuş olunca insan iştahla Harpagon’un o “yetişin hırsız var” diye başlayan tiradını bekliyor. Başkasını bilmem de ben bekledim… Harpagon’u Mustafa Kurt canlandırıyor. Kurt birkaç yıl öncesine kadar Devlet Tiyatroları Genel Müdürüydü. Kendisini buradan da sevgiyle selamlıyorum. Oyun öncesinde de kendisiyle kısa bir sohbetimiz olmuştu. Onu ilk kez sahnede izleyecektim. Gayet mütevazı ve kibar bir beyefendiydi.

Evet Harpagon’u O canlandıracaktı tahmin edemeyeceğim bir performansla hem de… Yakınlarım ve okuyanlarım bilir ki; üzerine basa basa bir oyun ya da oyuncu hakkında olumsuz bir yorum yapmazdım kolay kolay ama artık yapma zorunluluğu hissediyorum zira insanlar çoğu klasik hikâyeleri oyunlaştırıp işi ticari boyuta getiriyor. Ve ortaya çok samimiyetsiz saçma şeyler ortaya çıkabiliyor.

Şunu samimiyetle belirtmem gerekir; Mustafa Kurt’un kendine has bir oyunculuğu var. Sahneyi kullanışından, ses yapısına kadar birçok şeyde onu diğerlerinden ayıran bir iç sistem var ve bu oyuna değer katıyor. Bazı sahnelerdeki altın arayışı seyirci koltuklarına kadar iniyor… Çok ünlü olup daha ziyade ekranlardan tanıdığımız ama sahnede izlediğimde  “nasıl olur” diye hayrete düştüğüm isimler de oldu şimdiye kadar (olumsuz manada). İnsan böyle zamanlarda işine duyduğu aşkı da sorguluyor aslında. İşimi yapıp eve gideyim diyen mi ararsınız, sesi çok dejenere olduğu için canlandırdığı rolle herhangi bir bağ kuramamış oyuncu mu? Özetle birine iyi ya da kötü demek benim için zor zanaat. Mustafa Bey’i oyun sonunda tebrik etmiştim, buradan tekrar tebrik ediyorum. Gerçekten çok şaşırtıcı ve çok kendine has bir yetenek. (Cimri oyunuyla -2019- yılın en başarılı erkek oyuncusu ödülünün de sahibi aynı zamanda)  

Tiyatro eğitiminin sonuna geldiğimizde sınavda bu tiradı verecek bir arkadaşımız vardı, kendini yerden yere az atmamıştı. Gerçekten zor bir tirattı bu meşhur tirat.

Gelelim Eda Aydınlı’ya yani La Fleche’ye… Sahneye bir afacan fırlıyor komik aksanıyla! Siz içinizden “erkek mi kadın mı” diye düşünürken basıyorsunuz zaten kahkahayı. Oyunun kara kutusu, oyunda nasıl desem… Sanki bir düğüm… Önünüze çıkan sevimli bir düğüm. Her yerden çıkıyor, düğüm olduğu kadar düğümleri de çözüyor. Olmazsa olmazmış La Fleche. Harikulade bir performans, bitmeyen bir devinim içinde ortaya çıkan o bilmiş karakter. İyi ki oradaydın…



Cimri oyunu, cimri bir adamın etrafında dönen bir hikâye. Cimrinin iki çocuğu var. İkisi de babalarının cimriliğinden şikâyetçi. Öyle ki onu özetle şu satırlarla tanımlar bilenler:

Dünyadaki insanların en az insan olanı; yeryüzündeki canlıların en katı yüreklisi, pintilerin en pintisidir. Onun sevmesinden kuru, onun okşamasından kısır bir şey olamaz. Vermek öylesine zoruna gider ki, selam bile vermez kimseye, onu bile alır; yalnız alır.”

Harpagon’un oğlu âşık olur, aynı zaman içinde de Harpagon bir kadına talip olur. Kaderin işine bakın ki ikisi de aynı kadını istemektedir. Kadınsa Harpagon’un oğluna yani Cleante’ye âşıktır. Harpagon hem bir sandık altınını muhafaza etmenin peşindedir hem de aile içindeki karmaşanın üstesinden gelmeye çalışmaktadır. Ve bir gün altınları çalınır. İyi ama kim çalmıştır? Hem de Harpagon’dan! Olacak iş değil! Kendini oradan oraya atan Harpagon herkesi suçlar, ona göre tüm şehir suçlu ve herkes asılmalıdır!

Peki altınları kim almıştır? Tahmin edin?

Tiyatro eleştirileri yazdığım zaman sonundan asla bahsetmem. Son sahnede uyarmamı gerektirecek bir şey olursa da onu yazarım.

Kostümler çok güzeldi, özellikle ayakkabılara bayıldım… Dönemse dönem. Hakkını vermişler. Moda tarihine hâkim olduğum için kostüme çok dikkat ederim. Rönesans’tan, Barok’una, Rokoko’suna kadar yelpaze geniş ve doğru tercih her zaman alkış alır.

Cimri klasizm döneminin temsilcilerindendir. Öte yandan trajikomik diyebileceğimiz oyunun zemini ahşap ve eğimliydi. Bu benim için önemli bir detaydı. Daha öncede ahşap eğimli zemini olan oyunlar izledim. Ve gördüm ki, hareketli ve tansiyonu yüksek oyunlar bu tip sahnelerde çok daha rahat ve akışkan gidiyor. Görmek istenen karmaşayı izleyene daha rahat aktarıyor. Tıpkı kahve ya da çay ikram ettiğiniz bir tepsi gibi. Oyunu alın ve keyifle yudumlayın. Zeminde bir detay daha vardı Bir kapak vardı ve oradan La Fleche çıkıyordu. Oyuna hareket katan bu aksiyon ne tuhaf görünüyordu ne de bir klasikte “nasıl olur” dedirtiyordu. Her zaman şunu söylerim; oyuncuda ve oyunda ruh varsa isterseniz bir ipin üzerinde oynansın, o yine alkış alır, yine alır ve yine alır…


Harpagon karakterini canlandıran Murat Kurt’tan bahsetmem gerekirse, O Anadolu’lu biri. Nevşehir’li. Dolayısıyla genetik bir aksanı var. Beden tipinden bakışına ve ses tonuna kadar tam bir Anadolulu. Harpgon’u bir Fransız mı yoksa bir Türk mü daha iyi oynar? Hayır bunu asla bilemeyiz. İçerideki ruhun enerjisini hiç kimse bilemez.

Kostüm bir oyunun olmazsa olmazıdır. Kimliğidir. Adını görmediğim bir afişte sadece kostümüne bakıp o oyunun ne olduğunu anlayabilirim. Özellikle bunu dönem oyunlarından beklerim. Geçenlerde izlediğim bir Hamlet oyununda Hamlet sahneye saten kırmızı slip bir don ile çıktı. Başkaları için bu bir yenilik olabilir ama benim için değil. Yenilik isteyenlerin kendi zekâ ve akıllarıyla özgün eserler ortaya koymasını isterim. Klasikler bizlere ilham olmak için yüzyıllardır bir çınar gibi ayaktalar. Onları sarsmanın hiçbir manası olamaz.

Kostümler de şahaneydi. O dönemlerde kadınlar balina kemiğinden yapılan korseler kullanırdı, dar kare burunlu, gümüş işlemeli kadife ayakkabılar, kollardan bellerden sarkan kurdeleler ve daha birçok detay. Bu oyunda tüm bu detayları görebiliyorsunuz. Senaryo iyidir ama dekor ve kostümde aksaklıklar vardır. İşte bu yazar için gerçekten üzücü bir durumdur. Bu yıl yazıp yönettiğim bir oyun için Çukurova’nın bir köyünden kilim ve toprak testi getirdim. “Nasıl olsa yere serilecek ne gerek var” diyenlere cevabım: “ben göreceğim” olmuştu. Ve oyunu yönetirken oyuncudan beklediğim yegâne şeyse; gözlerinde görmek istediğim ışık olmuştu.

Empati yaparak ve ruhunuzu ortaya koyarak çıkardığınız eser karşılık görür tıpkı Cimri gibi. Cimri ülkemizde yıllardır turneye çıkıyor ve ayakta alkışlanıyor.

Ve bu oyundaki tüm oyuncular, hepsini bir kez daha alkışlıyoruz. Alkışlarla defalarca bölünen ve İstanbul’a gelse yine gideceğim mükemmel bir oyun izledim. Oyun dediğimiz şey sahnedeki kocaman bütündür, bu bütüne iğneden ipliğe, çoraptan, düğmeye, sesten diğer sese her şey dâhildir. Güzelse de bu yüzden güzeldir.

İçinizde yazmak isteyen vardır ve oynamak isteyen de. Romanlarımdan birini senare etmek için yıllardır bekliyorum. Beklememin sebebi yazamamak değil, yazarım fakat bekliyorum. Nedenini bilmediğim bir şekilde… Yayınevleriyle sözleşme yaptığınız zaman 10 yıl boyunca kendi eserinizi kullanamıyorsunuz. Ve 10 yılı da geçti. Hala bekliyorum. Çünkü o kırmızı perde açılırken ve kapandığı esnada derin ve rahat bir iç çekebilmek için. Çayı demlediğin an içemezsin, beklemen gerek.

Tiyatro eğitimini sahneye çıkmak için almadım. Ben oyunculuğu tercih etmem, sadece işin mutfağını görmek istemiştim. Bu bana çok şey kattı. En ağır ödevim; Jan Dark’ın savunmasıydı. O an dedim ki kendime “asla sahneye çıkma” : ) Kreatif olduğum için hep doğaçlama yapmak geliyordu içimden ve hocam en sonunda daha kısa bir tirat vererek benden kurtulmuştu : )

Ne yapmak istiyorsanız bekleyin. İster oyunculuk isterse yazmak. Her şey zamanı gelinde tıpkı bir bebek gibi doğuyor çünkü hayatta onu bekliyor kucağına almak için.


Oyunun yönetmeni. büyük yönetmen Işıl Kasapoğlu'na binlerce teşekkür.


 

6 Aralık 2024 Cuma

Gülistan

 



“Gülistan” tek kişilik bir oyun olarak tanımlansa da çok kişili bir oyun aslında. İzleyenler koltuklarda yerlerini alırken bizi Gülistan karşıladı sahnede. O bir çiçekçi. Kendinden habersiz ve kendinden habersiz olan başkalarının da varlığından sonradan haberdar olan bir çiçekçi. Çiçekçi deyince aklıma Nişantaşı’nda hani o ışıklar var ya, işte oradaki çiçekçiler geldi. Buketi uzatırken gözlerinin içine bakan yüzlerce binlerce Gülistan…

Gülistan bize Gülstanları yani gül bahçelerini anlattı… Bir gül bahçesinde kaç gül vardır sizce? Kim bilir? Kaç unutulmuş, kaç hiçe sayılmış, kaç görmezden gelinmiş hayat vardır? Hesabını yapamayacağımız kadar kara bulutlar dolanırken tepemizden ki her sitem göklerde dolaşırmış ya hani…

İşte sırtı kamburlaşmış Gülistan’ın da ahları arş-ı âlâya ulaştı sahnede. Bir profesör var arada uğruyor. Bak hele, profesör ama selamını da esirgemiyor Gülistan’dan. Bir tevazu kokusu yayılıyor sahneden ağrı bu yana. Seviniyoruz içten içe Gülistan ve Gülistanlar adına.

Çiçeklerini bağlıyor Gülistan. Tek tek demet yapıyor beyaz güllerini hayallerini sarar gibi. Bir de çene var ki sormayın. Ama o tatlı çene ve mimikler sayesinde “gitsem mi gitmesem mi” dediğim oyuna iyi ki gitmişim dedirtiyor. Bir güler yüz, bir mimik zenginliği. Sahici mi bu diyor insan. O köşeden mi çekip aldılar da kızı sahnede konuşturuyorlar. Kostüm de çok iyiydi. O yelek konuyu sessizce özetliyor hele de arada yelekten güç alırcasına ya da aklından geçen bir şeyleri örtercesine iki ucunu birleştirmesindeki derinliği hissediyoruz ya, işte bu ince detaylar oyunu bir an dahi düşürmüyor.

Oyunlarda kukla ve benzeri materyalleri seviyorum. Gülistan’da gölge oyunu izledik. Harikaydı. Hâlâ kızıyorum kendime niye alkışlamadım diye o sahneyi! İyi ama nasıl bölebilirdik ki o anne kızın didişmesini. O zaman şimdi alkış hem de kocaman!

Kız kardeşinin bir sitemi ile hayatı allak bullak oluyor Gülistan’ın. Çıkamıyor işin içinden. Çıkamadığı şey ise; görünür olmamak. “Yoktun” diyor kardeşi. Varlığını ispatlayamamanın kederiyle ne yapacağını bilemiyor. “Neyin yokluğu neyin varlığı” derseniz eğer, bunu kendiniz izleyip göreceksiniz. Kendini arar Gülistan. Eski bir öğretmeni öğretmen beller kendine ve ondan kitaplar alır. Okur, okur ve okur. Artık onun kendine ait fikirleri vardır, cümleleri de.

Gülistan iş hayatında, Gülistan evde, Gülistan sokaklarda, Gülistan kitapların arasında ama Gülistan var olamamış olmanın sancısında. Sancıların en büyüğüne tanıklık ediyoruz. Ve yeniden doğar Gülistan. Doğumu da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserinin son cümlesiyle biter; “Ama burada yeni bir öykü başlıyor.”

Kostümüyle, dekoruyla, ışıklarıyla, oyuncunun oyununa inanmış bir şekilde eserini sergileyişiyle, arka planda emek vermişleriyle, o gülleri tek tek sarıp dekore edişiyle birinin ya da birilerinin hâsıl-ı kelam; her şeyiyle çok güzel bir oyun izledik. Müteşekkiriz. Bir rica; lütfen sahnedeki gazete kâğıdını yavaş hareketlerle yırtın ki, izleyici korkusunu yenmeye çalışırken Gülistan’dan kopmasın.

Nice eserlere.


12 Kasım 2024 Salı

Gazi Sofrası İçin Perdeler Açıldı

 


Yazıp yönettiğim Gazi Sofrası adlı oyunun ilk gösterimi 10 Kasım’da İBB Şile Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Oyunun sanat yönetmenliğini Mustafa Alabora yaptı. Bu benim için büyük bir anı ve aynı zamanda okul oldu. Abarttığımı düşünmeyin. Öyle biri gelir ki, yıllar sürebilecek eğitimi birkaç saatte veriverir. Tam da böyle zamanlar geçirdik Onunla. Doğru zamanda doğru hamlelerle kılçıklarından temizlenmiş bir oyun aktı sahnede…

Bu oyun gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazıldı. Birçok kaynakla görüşüp onaylarını aldıktan sonra yazdığım hikâyeyi oyuna çevirdim. Atatürk bundan yıllar önce yani 1932’de Şile’yi ziyaret eder. 1932’nin Şile’si, bir zaman kıtlık da görmüş yokluk da ama genciyle yaşlısıyla ayakta kalmayı, ellerinde kalanı bugüne taşımayı da bilmiş kadim bir kasaba. Bugüne gelen şeylerden biriyse; Gazi Sofrası adlı motif olmuş.

Hikâyesine sadık kalınarak yazılan oyunda bu motifin doğuşu işleniyor. Şile ağzının baskın olduğu eserin başköşesinde yerli halkın şakşakı dediği el dokuma tezgâhı da var. O dönem kadınının “çilesi” diyebileceğimiz bu ince iş ne saçlar ağarttı, nice gözyaşlarına şahitlik etti. Kadınlar tezgâhlarda günlerce Şile Bezi dokurdu tüccara satmak için. Bazen çeyizine, bazense hediyelik… Çile çile yumaklar metrelerce beze dönüşürken kadınlar yaşlanır, bebeklerse annelerinin boylarına yetişirdi.



Başrolde Hatice (Elif Soyarslan) var… Oyunu ayakta tutan Elif’i buradan da alkışlamak istiyorum. Yükü ağırdı… Eşi ve oğluyla sık sık çatışma yaşayan Hatice’nin bir de durmadan kapısını çalan komşusu Fatma (Sezen Demirkol) var. Sezen’e de kocaman bir alkış. Elinde tabak durmadan Hatice’yi yoklar Fatma, içeri girdiğinde ilk işi eşyaların tozunu parmaklayıp, gücü yettiğince laf sokmak. Hatice de altta kalmaz tabii. Elif’in kocası balıkçı, Fatma’nın kocası ise kömürcüdür. Oyunda anlatıcı da vardır ve gerekli yererde tarihsel detaylar verir. Hatice’nin bir de oğlu vardır. Akıllı ve “babası kılıklı” bu sevimli oğlan (Mehmet Kürşat Gül) bir gün eve koşarak, nefes nefese gelir “paşa geldi, gazi paşa geldi!”. Mehmet’e de buradan kocaman teşekkürler, derslerinden arta kalan zamanda bizleri yalnız bırakmadı.

Ve işte evin ve mahallelinin telaşa düştüğü o an! Dakikalar sonra telaş, yerini yaratıma bırakır. Kalabalık bir an dağılır ve Hatice kendiyle baş başa kalır, düşünmeye başlar. Öyle ya koskoca paşaya çıplak tepsiyle kahve mi tutulurdu?

Hemen kasnağa Şile bezini gerer ve işlemeye koyulur. İşler… İşler. Yepyeni bir motif çıkartır. Adını da Gazi Sofrası koyar… Ve Mustafa Kemal Paşaya bu motifin işlendiği bezin örtülü olduğu tepsiyle kahve ikram edilir. O gün bu gündür Gazi Sofrası işlenir. Bir motif, bir hikâye… Ve oyunun ardından kulağıma gelen fısıltılardan biri; “ben de çok işlediydim bu motifi”.

Bu güzel oyunun hayata geçmesine vesile olan ve oyunda küçük bir rol de alan Şile Belediye Başkanı Özgür Kabadayı’ya ve nezdinde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimle. 


6 Kasım 2024 Çarşamba

Bu Bir Film Değil

 

"Bu Bir Film Değil" evet değil. Bu bir mücadele. Jafar Panahi’nin 2011 yılındaki İran rejimiyle mücadelesini izliyoruz aslında. Adamın tek silahı kalemi. Kalem kılıçtan keskin. Peki korkmalı mı bu adamlardan? Suç ortağı ise; Mojtaba Mirtahasebi.

Muhalif yönetmen Panahi nin başı dertten kurtulmuyor. Ev hapisleri, cezaevleri, 20 yıl senaryo yazma yasağı, 20 yıl film çekme yasağı… Avrupa sineması ayağa kalkıyor. Cannes de ona sesleniyorlar. Açlık grevi yapıyor en son. Panahi şartlı tahliye ediliyor geçen yıl(2023).

Bu görüntüler evinden (2011)… Film yasağı var ya… Adam sanatçı yerinde duramıyor. İki sevdiğim adamın iki çok sevdiğim sözü vardır. Tarkovsky der ki; “sanat kusurlu bir hayattan doğar.” Cevat Şakir der ki; “sanat anlatma arzusudur.” Panahi de anlatmak istiyordu. Sanatçının ağzı dursa eli durmaz.

Burada evinde geçirdiği bir günü izliyoruz. Kamerada belgeselci arkadaşı yönetmen Mojtaba Mirtahasebi var. Görüntülerin bir yerinde Panahi yasaklarını parmak hesabıyla sayıyor ve “senaryo anlatmak suç değil değil mi” diyor tebessüm ederek. Ağlanacak hallerine beraber gülüyoruz. Senaryosunu anlatmaya karar veriyor. Adamın evin içindeki mücadelesi o kadar iç burkucu ki… “Bu adam ne yaptı ki size?” diyorum. Korkarlar çünkü etrafını aydınlatıyor. Karanlık kafaları gütmek daha kolay. Onlar da haklı yasaklamakta. Ama yine de sormadan edemiyorum “bu adamlar ne yaptı size hatta dünyaya?”

Bir halının üzerinde senaryosunu anlatıyor Panahi. Biraz da okuma tiyatrosuna benzettim. Ve bu çekimler Cannes Festivaline de ulaştırıldı. Rivayet o ki kekin içine saklanan bir bellekle yurt dışına çıkarıldı. Hal böyle olunca belgeselci arkadaşı da payına düşeni aldı ve pasaportuna el kondu…

Daha nice eserlere…

Yeryüzündeki tüm aydınlara selam olsun.

 


3 Kasım 2024 Pazar

Üç Hayat


Yönetmenliğini Jafar Panahi’nin üstlendiği ve izlerken sahne sahne içinde gezindiğiniz, 2018 yılında Cannes’ten ödüllerle evine dönen harika bir Panahi filmi daha…

Film, konservatuarı kazanmış ama ailesinin baskısı yüzünden okula yollanmayan genç bir kızın hikâyesini anlatıyor. Filmin başrollerinde Jafar Panahi ve Behnaz Jafari’yi görüyoruz. Hikayenin etrafındaysa Tahran, kasaba, en nihayetinde de bir köyün etrafında dönen hadiseleri izliyoruz.

İran’ın kuzeyinde Saran adında bir Azeri köyünde yaşanıyor her şey. Bu her şeyin içinde; gelenekler, hayatlar ve bitmeyen toprak yollar var.

Okula yollanmayan Marziyeh, çareyi bir video çekip çok beğendiği İranlı aktris Behnaz’a göndermekte buluyor. Video Marziyeh’in hayatının sonlandığını gösteriyor ya da göstermiyor. Bunu izleyince kendiniz göreceksiniz. Behnaz çekimlerini yarıda bırakıp Panahi ile yollara düşüyor ve bu yolculukla yollar boyu dev bir doğallığı kucaklıyorsunuz. Köylüyse köylü, inekse inek, düğünse düğün, kavgaysa kavga.

Ama olduğu gibi… Ne eksik ne de fazla…

Ve son sahne. Film o kadar güzel bitiyor ki…


 

29 Ekim 2024 Salı

Yola Devam/Hit The Road

 

Filmi anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum… Farsça, öğrenip de unuttuğum bir dil. Neyse ki harflerini bari unutmadım. Her İran filmi izleyişimde pratik yapmaya başlarım. Fransızca ve Farsça şiir gibi geliyor bana. Türkçe de ikisinin karışımı zaten.

Benim başucu filmlerimin başında yer alan ve ilk gösterimini 2021’de Cannes’te yapan filmin yönetmeni Panah Panahi… Fikir suçundan İran da hapis cezası alan ünlü yönetmen Cafer Panahi’nin oğlu. 2010 yılında muhalif olduğu için 20 yıl yurt dışı yasağı ve film çekme yasağı gelmişti Panahi’ye. Çok sevdiğim aktris Juliette Binoche, Cannes Film Festivalinde Panahi’yi unutmamış O’nun için bir şeyler söylemişti;”Onun suçu sanatçı olmak, bağımsız olmak” demişti.

Neyse, tüm sanatçılara selam edip filme dönüyorum…

Panah’ın ilk uzun metraj filminde kulağıma ve gözüme takılan ilk şey, doğru yerlerde çalan müzik oldu. -Schubert’s piano sonata-

Nuri Bilge’nin Kış Uykusu geldi aklıma. O da izlemeye doyamadıklarımdan… Bilge, bir söyleşisinde müzik konusuna değinmişti. Samimi bir itiraftı aslında bu. Filmlerde artık müzik kullanmayacağından bahsetmiş, bunun samimi olmadığını söylemişti. Tam ifadesi bu olmayabilir, hatırımda kalanı yazıyorum. Müziğe yaslanmanın doğru olmadığını söylemişti. O sözünden sonra filmlerde kullanılan klasik müziği kafamda iptal edip izlediğimde gerçekten doğru söylediği fark ettim.

Bu filmde de bu müziği üç ya da dört yerde duyuyoruz. Sahneye büyük derinlik katıyor. Olmasa? Evet yine derin aslında. Ama itiraf edelim ki iyi seçilmiş müzik derinliğe ihtiyacı olan sahneye doğru zamanda yerleştirilirse ortaya muazzam bir şey çıkıyor. Ben tiyatroda da fazla tekniğe karşıyım. Bir derdin mi var? Onu en yalın haliyle sergile. Seni izlemek için gelenler senden duyacakları şeyler için geliyor, fondaki müzik ya da başka sürprizler için değil. Ben bu filmi ya da Nuri’nin filmlerini ya da diğer bağımsız filmleri Schubert duymak için izlemiyorum. Kuru Otlar filmini iki kez sinemada, bir kez Netflix’te izledim. Müziğe rastlamadım orada, monolog var sonlarda unutmadıysam. Bir yılı geçti hala yazamadım ona bir yorum!

Hadi bir filmden daha bahsedeyim. Geçenlerde Demirkubuz’un filmini izledim, TRT2’de ilk kez ekrana geldi. Ne oldu? Hiçbir şey. Beğendim mi? Emin değilim. Kötü mü, hayır. Demirkubuz filmlerini beğenir miyim? Ona da hayır. Bu filmi izledim ama maalesef derinlik yok. Tuhaf bir şekilde Kuru Otlar da çok iyi değildi ama sanırım Nuri Bilge’nin diğer filmlerinin yüzü suyu hürmetine sevdim. Neyse onu da yazmalıyım en kısa zamanda.

Yolda Devam’da bir göç hikâyesi var. Bir yol hikâyesi insanı bu kadar mı içine alır. Bir araba, baba, iki oğlu ve eşi… Bir de tatlı bir köpek. Arabada onlarla yolculuk ediyorsunuz. Bunu iliklerine kadar hissettiriyor yönetmen. İşte derinlik, işte tüketmemek. Bir şeyleri tüketmeden, abartmadan ve samimi bir şekilde ortaya koymanın neticesi. Gülerken bir anda gözlerinizden yaş akabilir. Filmdeki gizemli genç nereye gitti derseniz, bence o da bir yazardı ve ülkeden gitmesi gerekiyordu. Ve babası ona şöyle der; “Bir gün hamam böceği öldürürsen tuvalete atma. Unutma anne ve babası onu büyük umutlarla gurbete gönderdi”

Çok fazla yazmayacağım yine. Zaman bulun ve en kısa zamanda izleyin bu filmi. Umut, yorgunluk, sevinç ve sevinme çabası… 


11 Ekim 2024 Cuma

Kök

 

Uzun zamandır güzel bir oyun dileniyordum nihayet önüme düşüverdi. Oyunun adı Kök fakat adından ziyade Yusuf’un söylediği bir söz Kök’ün yerini aldı hafızamda; “dün geçti mi, peki yarın gelecek mi?”

Bitmesini istemediğim bir monolog oldu Kök. Yusuf’u Hasan Fehmi Gökdeniz canlandırıyor. Dekor efsane. Efsane derken kafanızda olağandışı bir şeyler canlanmasın. Solda üzeri kitap dolu bir çalışma masası, sağda şövale, üzerinde bir tuval, etrafında boyalar, sehpa en güzeli de elektrikli ocak. Aklıma resim yaptığım, atölyelerden çıkmadığım yıllar geldi ve tabi başta kulakları çınlasın Yücel Dönmez hocamın atölyesi… Boyalar, tuvaller. Uzayan sohbetler, kıllar, fikirler, hayaller, umutlar…

“Dün geçti mi, yarın gelecek mi?” lafı koca bir şemsiye gibi açılıyor tepemizde… Sözün devamını bekleyeceğim yerde ona takılıyor aklım. Yarının gelip gelmeyeceğinden emin değiliz ama hep planlar içindeyiz diyor içimde bir ses…

O esnada Yusuf alıyor eline boyayı fırçayı tuvale bir şeyler karalıyor ve konuşuyor da aynı zamanda. İki ayrı kafanın tek bedende hayat bulduğu oyunda insan olma çabası irdeleniyor. Ve insan olma yolunda çaba sarf ettiğini zannedenlere göndermeler yapılıyor… Zaten toplumların en büyük derdi oldum diyen olmamışların varlıklarına maruz kalmalarıdır.

Ne oldu? Sanat doğdu… Neden? İnsan anlatmak istedi. Hep bir derdi vardı insanın. Yusuf’un da derdi vardı. Derdi büyüktü. Uyarıyordu dostunu durmadan, “etme eyleme” temeline dayalı duraklar koyuyordu arkadaşının önüne. Ama nafileydi… “Fuzûlî okuyorsun ama fuzuli okuyorsun” diyordu alaylı ve ağlamaklı bir ifadeyle.

Siz şimdiye kadar kimi durdurabildiniz ya da kendiniz durmayı denediniz mi hiç?



14 Temmuz 2024 Pazar

Bu sefer bir oyun değil ama oyun potansiyeli olan "küçük" bir detay yazacağım

 



Bodrum'a dört şerit isteyenlere atfen...

Bundan yıllar önce bulunduğum kurum bünyesinde sözlü tarih çalışması yapmıştık...

Uzun roportajlar, deşifresi, bilinmeyen kelimeler, kitaba yetisemeyip vefat eden anı yüklü ihtiyarlar... Zaman zaman tebessum, zaman zaman gözyaşları...

Gördüğüm yegâne şey ise; geçmişe duyulan ozlemdi her zaman.

Bir kadin soyle diyordu; "o zamanlaa nerde otübüs neyin? Kağnı arabasiyla giderleedi Üsküdar'a uc gunde. Kömür satmaa... Guzel gunleedi..."

Bakıyorum da bu gunlere "guzel" diyen yok emin olun ileride de diyecek olmayacak.

Menderes zamaninda Vatan Caddesini inşaa ederken onlarca tarihi eser yok edildi. Mutlu muyuz? Hayir.

Bodrum'da yazdan yaza oluşan trafigi yaz boyu gundeme getirip, İstanbul'da yillardir her Allah'ın günü beş saat trafik çeken insanlara nispet yapar gibi "çile" basligi altinda dert yanmak şımarıklıktır.

Bir yorum yazmıştım bugün bu konu altina, biri "çözüm nedir o zaman?" Demis. Dedim ki; "tek cozum var; ellemesinler. Ellemeyin!" Bu kadar basit.

Neyse ne! On dakika geç git ya!

Bugun üç şerit yarın beş serit. Sonra tunel. Sonra bes katli apartman, sonra onar katli siteler.

"Ah eski Bodrum" diye paylaşırsınız 2024 yılı fotograflarınızı.

Biri de metro istemiş! Bodrum'a metro mu? Vay be ne vizyon ama! Adalara minibüs, Bodrum'a metro/metrobüs! Olur mu olur! 

Dileriz olmaz da, kağnı arabası oleydi de tek, rezil olmeyeydik demezler inşallah! 





25 Mayıs 2024 Cumartesi

İzafiyet

 


Einstein adını duyduğumuz zaman çoğumuzun aklına dilini çıkartmış beyaz saçlı komik suratlı bir adam ve fizik denklemlerinin yazılı olduğu siyah bir tahta belki.

Ama hiç birimizin aklına görünenin aksi çok farklı bir hayatları olma olasılığı gelmez bu adamların. Hoş neden gelsin ki değil mi? Bize ne elin fizikçisinden diyebilir insanoğlu… Ama öyle olmamalı. Çok sevdiğim insanları her zaman araştırmışıdır. Fazıl’ından, Mozart’ına onlarla alakalı okumadığım kitap makale kalmamıştır… Kafka mesela, didik didik araştırmışımdır bu da benim merakım. Eserlerinin nasıl şekillendiğini görebiliyorum bu sayede. Mozart dinleyerek kitap yazabilirken, Fazıl’ın sadece yazdığı kitapları ve söyleşilerini seviyorum.

İzafiyet’e gelirsek…


Kostümler harikaydı özellikle Einstein’in makyaj ve hırkasına bayıldım, kızı rolündeki Margaret’in kostümleri de alkışı hak ediyor. Nice dönem oyunları gördü bu gözler ve nice “bu kadar da olmaz” dedirten kostüm ve dekor gördük! Hocalarımız hiçbir şey bulamazsanız siyah ile nötrleyin derdi. Ve fakat kimileri de 1700’lerden bir hikayeyi bugünün kostümleriyle gözümüze sokabiliyor!

Dekor da çok iyi ve keyif vericiydi. Girizgâha bayıldım zaten… Kar yağıyor, tek bir ışık ve Einstein huzurlarınızda!

Ve bir gazeteci gelir Einstein’la röportaj yapmaya… Birçok şey ortaya dökülür sorulan soruların arasında ve sonunda Einstein’da bilim adamlığından sıyrılarak içindekileri döker. Ama samimidir, ben istemedim, onlar istedi der…

Neyi diyeceksiniz ama onu da izleyip siz göreceksiniz. Ankara Devlet Tiyatrosunun turne kapsamında sergilediği oyunun son gösterimi yarın yani 26 Mayıs Mecidiyeköy büyük sahnede.

 


24 Mayıs 2024 Cuma

Kalabalık Duası

 




Ne nizamlara s*çıyoruz be Abdullah efendi… Ve günün sonunda huzurla s*çmanın ne nimet olduğunu anlayıp kabul ediyoruz.
Volkan Çıkıntıoğlu’nun yazdığı, Güray Dinçol’un yönettiği ve Tolga İskit’in zaman zaman Üsküdar’ın kadim efendileri kadar sabır göstererek oynadığı oyunu bir de buradan alkışlıyorum.
Sabır dedim zira oyuncu ya da herhangi bir sahne sanatçısı çalan cep telefonlarına sabretmek zorunda değil. Hiç unutmam kaç sene önce bir oyunda Sema Keçik çalan bir telefona açıkça tepki göstermişti ve bir de Elçin Atamgüç’ün tepkisini unutmam. Bu arada İBB Şehir Tiyatrolarında Can Yeleği adlı oyun hala varsa ya da her neredeyse mutlaka izleyin ama Elçin Atamgüç performansı olağanüstüydü not düşelim.
Neyse ne! Kapatın artık şu telefonları oyuna girince! DT sahnelerinde oyundan önce anons veriliyor illa öyle mi olsun?
Hepimiz kendi koşullarımız içinde hayatı sorgularız. İş en son alın yazımıza gelir dayanır. Bu da sırların sırrı değil mi? Oyunda İstanbul’un nezdinde bu sırrı çözmeye çalışıyoruz hep beraber.
Birlikte müjdelenmiş kişiyi bekliyoruz. Ara sıra ekleriz biz aslında onu da gelmez bir türlü. Hatta o kadar abartırız ki o belki sensindir belki de ben.
Absürt tür diyebileceğimiz oyunda kullanılan objelerden en çok ve tabi ki kitabı ve devamında kağıt sandalı beğendim. Hele o hayatın sırrı kısmı… Onu sona saklıyorum.
Oyunda konu; keşmekeş ve nizam durumları arasında anlatılıyor. Keşmekeşin savunucusu Abdullah efendi, nizamın savunucusu ise Üsküdar’lı cüce Rıfkı Efendi. Kitabın yazarı da o. Diyor ki kitapta; nizamına s*çayım Abdullah efendi.
Bir saatlik İstanbul kaosu içinde beynimizde dolandı oyuncu, Balat’tan girdi bilmem neredeki en eski ağacın kökünden çıktı. Yine izleyici altın tepside izleyiciye sunan çok güzel bir oyun daha ve bu cümle her zaman kurulmuyor bilginize.
Ve hayatın sırrına gelince, diyor ki Rıfkı efendi memleketi terk etmeden önce; dünyadaki en büyük nimet, zorlanmadan, huzurla, rahatça büyük abdestini yapmaktır.


3 Ocak 2024 Çarşamba

Eski gazeteler

 


Kendime bu sene farklı bir doğum günü hediyesi almak istedim. 11 Ocak / 76 ve 80 baskılı gazeteleri aldım mezatçılardan… Doğduğum gün neler olmuştu acaba? Bu günden farklı ne vardı acaba?

Paket elime ulaştığında büyük bir heyecanla açtım ve Hürriyetin ilk sayfasında “Deterjan ve sabuna %20 zam yapıldı” diye bir manşet çıktı karşıma. Üzerinde “zamların ardı arkası kesilmiyor” diye küçük bir manşet… devamında; “Abdi İpekçi anılıyor”

Üçüncü sayfada “Türkiye’de her evli 10 kadından dördü mutsuz” başlığı… Bugünle kıyaslarsak iyiymiş dedim içimden.

Gece kondular için de bir yasa hazırlanıyormuş. Keşke öylece kalsalarmış dedim içimden keşke! Şimdiyse dikine konmuşları geri dönüştürme derdindeler. TV’de bugün; Şeker Kız, Abdi İpekçi’yi anma Programı, Dış kaynaklı müzik!

Eğlence köşesinde “bunlara mı gülünüyormuş” dedirten karikatürler. Güngörmüşler, Fatoşlar, Bizimkiler.

Bulmaca… Gazete ikinci el malum, çözülmüş bir bulmacayla karşılaşmak değişik duygular yaşattı… Kim bilir kim çözmüştü 43 sene önce… soldan sağa Kastamonu’nun bir ilçesi.

Vefat ilanları… İlandaki ciddi bakışlı adamlar “hoşça kal” der gibiler.

En ilgi çekici sayfa; gazino ilanları. Maksim’in gururla sunduğu afişte Bülent Ersoy. Devamında Yüksel Uzeller, Gönül Yazarlar… Zeki Alasyalar, Metin Akpınarlar.

Nasıl bir zamanmış diyor insan baktıkça.

Satılık ilanları; Merter’de, Levent’te, Moda da, Datça’da evler, daireler… Şimdi kim bilir kimler yaşıyor bu evlerde. Her şey el değiştiriyor. Sen sana ait değilken, taş toprak kimin olabilir?

Humeyni için balayı bitmiş artık. Öyle yazıyor iç sayfada. Hayırlısı deyip yan sayfaya bakıyoruz… %20 zamların detayı var. Anlaşılıyor ki ülkenin çerçevesi her daim zam ve siyaset!

İş ilanları! En ilginç ilan: “Pres ütücüleri kaçık tutabilecek sakatçı bayanlar aranıyor.” Öğrendiğim kadarıyla trikoda örgü esnasında kaçan ilmekleri tutup yakalayan kişi!

“Mankenlik ve telefona bakacak bayan aranıyor!” O zamanlar prezentabl kelimesi icat edilmemişti belki de.

Son sayfada Ayşen Gruda! “Domates güzelinden selam var” ve Burç - aylık yıldız falı dergisi. Üstelik 48 saatte tükenmiş! 40 yıl önce de umuda ihtiyacı varmış insanların. Hayal kurmaya, ayakta kalmaya!

“Ankara’da polisle çatışan 4’ü kız, 5 anarşist tevkif edildi.”

“Erbakan: Yeni vergi yok, fiyatlar kontrol altına alınacak.”

“Solcu sendikaya mensup 15 yönetici tutuklandı.”

BTL

 








Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...