24 Mayıs 2022 Salı

Işıl Kasapoğlu’nun elinden Amadeus

 

Peter Sheferin 1979’da yazdığı oyun, Türkiye’de en son 2007’de İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmişti. Şimdiyse Çolpan İlhan&Sadri Alışık Tiyatrosu ve Piu Entertaiment iş birliği ile bizlerle buluşuyor. Yönetmenliğini Işıl Kasapoğlu’nun yaptığı ve başrollerini Selçuk Yöntem, Okan Bayülgen, Özlem Öçalmaz’ın üstlendiği eser; sahne önünde 35, sahne arkasında 20 kişiyle toplamda 55 kişilik dev bir kadroyla sahne alıyor.

Oyun öncesine gidersek; Amadeus dendiği zaman aklımıza, en azından benim aklıma “Amadeus” filmi gelir. Amadeus oyununa gidecek olanlara tavsiyem; bu filmi mutlaka izlemeleri. Çok seri bir şekilde akan oyunu hele de müzik dünyasının dehası olarak anılan bir şahsiyeti daha iyi anlaşılır kılacaktır.

Mozart’a olan hayranlığım, zamanında onu araştırmama, hayatını, mektuplarını okumama sebep olmuştu. Hatta bunu bilen değerli bir opera sanatçımız Bülent Atak, Mozart’ın eserlerinden oluşan bir set hediye etmişti bana. Oyundaki Mozart insanlara absürt gelebilir fakat aslında öyle değil. Yani Mozart aslında tam da sahnedeki gibi. Anlamadığım şeylerden biri, eserde neden Mozart’ın kız kardeşine yer verilmediğidir –Orijinal eserden bahsediyorum-. Oysaki Jane Glover’in Mozart’ın Kadınları adlı kitabında Mozart’ın Nannerl lakaplı Maria Anna adındaki kız kardeşine çıktığı turnelerden yolladığı mektuplardan bölümler vardır. Çok komik, çok alaycı bir profil çiziyor Mozart. Hayatı pek ciddiye almayan, kendiyle barışık bir tip.

“Koskoca Mozart” denilince insanın aklına “kerli ferli” kabilinden oturaklı, saygın bir tip gelir öyle değil mi? Tıpkı saray bestecisi Salieri’nin de aklına geldiği gibi… Oysa ki Mozart büyümen bir çocuk olarak kaldı, yeteneği Tanrı’nın ona bir armağanıydı.

Hemen oyuna geçersek;

Salieri’yi büyük bir başarıyla Selçuk Yöntem canlandırıyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi; Salieri büyük bir adam bekliyordu ama cüsse olarak değil, daha soylu, daha asil…

O sıralar Viyana’da söylentiler başlar… Herkes Mozart’ın gelişini konuşur. Oyunda bu girizgâh çok güzel canlandırılmıştı. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; biletim ön sıralardandı. Amma velâkin, zemin eğimi o kadar azdı ki kaç kez kontrol ettim hatta yanımda oturanlara sordum –yanılıyor olabilir miyim acaba diye- haklı olduğumu söylediler. Sahne çok güzel, salon devasa, ses mükemmel ama ön sıralarda da otursanız birilerinin kafasının arasından oyunu anca izlersiniz. Ve maalesef bilet alırken koltuğunuzu direkt siz seçemiyorsunuz, ön, yan, balkon her neyse, birinci sınıf da alsanız piyangodan ne çıkarsa bahtınıza. En ön de riskli çünkü sahne çok yüksek. Umarım Zorlu PSM ciddiye alır bunları.

Herkes koltuklarında yerini aldı ve ışıklar hafif karardı… İnsan sesleri gelmeye başladı, baktık sağımızdan solumuzdan 1800’lerden fırlamış ellerinde mum, kafalarında beyaz gösterişli peruklar bir sürü insan… Mozart’ı konuşuyorlar… Bunu gerçekten çok sevdim. Çok heyecan verici. Özellikle kostümler takdire şayan. Fakat Mozart (Okan Bayülgen) oyun boyunca siyah peruklaydı, beyaz bir perukla da görmek isterdim. Süslü ve giyime önem veren Mozart birkaç perukla sahneye çıksaydı daha iyi olurdu sanki…

Tüm bu konuşmalar Salieri’yi hem heyecanlandırmış hem de ürkütmeye başlamıştı… Biri geliyordu… Daha gelmeden sokaklar onun adıyla yankılanmaya başlamıştı bile. Ve sarayın biricik bestecisinin içindeki huzur yerini endişeye bırakmıştı. Tarihte kimi der ki; Salieri Mozart’ı çok sever ve saygı duyar… Kimi de derki onu çok kıskanmıştı öyle ki zehirleyecek kadar! İlk senfonisini 8 yaşında yazmış bir dehayı kim olsa kıskanır. Salieri belki de bulunduğu makamı kaybetmekten korkuyordu. Gerçek hayatta evli ve çocukları olan Salieri, filmde bekâr ve kendini Tanrı’ya adamış bir besteci olarak gösterilirken, oyunda orijinal halini görüyoruz. Ve işte Mozart! Mozart için küçük bir tören tertiplenir, devlet erkânı hazırda beklerken Mozart sevgilisi ve aynı zamanda müstakbel eşi Konstanze ile köşe kapmaca oynar. Demiştik ya; Mozart kural tanımayan, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan yaramaz bir deha diye. Salieri onları izler ve hallerinden utanç duyar. Ve Mozart’tan her zaman tiksintiyle bahseder. Bu kıskançlıktan öte; “Tanrı neden böyle rezil bir herife böylesi bir yetenek bahşetti!” İşte ası soru budur ve bu soru üzerinde döner tüm konu.

Sahneden Selçuk Yöntem’in omzunda ciddi bir yük var. Çünkü Salieri aynı zamanda anlatıcılığı da üstlenmiş. Sahne başlarında neler olup bittiğini ondan dinliyoruz. Yoksa işin içinden çıkamayız ya da oyun 5-6 saat sürerdi. Sürse miydi? Valla ben sıkılmadan izlerdim. Mükemmel bir koro var, mükemmel bir orkestra var. Mozart’ın eserleri eşliğinde ustaları izlemek büyük şans. Ve bu arada yukarıdan izleyicilerin üzerine beste kâğıtlarının yağması ayrı bir olay. Gerçekten çok iyi düşünülmüş, keyifliydi, ne mi yaptım? Kaptıklarımı sakladım elbette.

Mozart öldürüldü mü?

Ve hala muammalar denizinde gelip giden şeydir Mozart’ın ölüm sebebi. Bununla alakalı da çok belgeseller izlemişliğim var. Mozart uzmanları der ki; Hayır Salieri Mozart’ı öldürmedi. Ona çok saygı duyardı. Bence de öyle olmalıydı, sonuçta bir saray besteci basit duygularını (kin, hırs vs) törpüleyebilmiş olmalıydı. Tabi oyun her ne kadar gerçek bir öyküden de beslense yarısı kurgudur ve başlangıcı çok güzeldir; Salieri’nin “Mozaart, Mozaart!” diye seslenişi unutulmazdır. O seslenişteki pişmanlık, kıskançlık; yıllar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış daha bir sürü duygunun yankısını hissetmek olağan üstü bir şeydir.

Mozart’ın kendi de bir mason olduğu için ki o yıllarda seçkin insanların mason olması çok da yadırganacak bir şey değildir; Mozart’ın son operası Sihirli Flüt”te masonların birçok sırrını deşifre ettiği söylenir ve masonların da Mozart’ı ortadan kaldırdığı bilinir. Kimi hastalık der, kimi zehirlendi… Gördüğünüz gibi çok fazla seçenek var ve böyle bir insanın bu denli bir “bilinmezde” boğulup gitmiş olması “masonlar” seçeneğini işaret ediyor gibi…

Tekrar etmek isterim; oyundan önce lütfen filmini izleyin. Çok daha keyif alacaksınız. Daha iyi anlamanızı sağlayacaktır bu. Bu arada Amadeus oyununu 1979 ve 1960 sahnelerinden fotoğraflar da ekledim.

Şimdiden keyifli seyirler.

Orkestraya, koroya, tüm oyunculara yürekten teşekkürler…

(1979-Amadeus)

(1960)





9 Mayıs 2022 Pazartesi

Bir kahraman; Akaki Akakiyeviç ve Palto!

 


Palto adlı oyundan bahsetmeden önce gerçek hikâyesinden bahsedelim. Palto benim çok sevdiğim hikâyelerin en başındadır. Sadece benim değil öyle ki, Dostoyevski Gogol’un bu eserinde gönderme yaparak “hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” der. O derece kıymetli ve çok manidar bir eserdir. Gogol bu hikâyeyi duyduğu gerçek bir hikâyeden esinlenerek kaleme alır. Tüfeğini dereye düşürdükten sonra bunalıma giren bir adamın hikâyesinden esinlenmiştir. Arkadaşları yeni bir tüfek alınca iyileşmiştir adam.

Özetle bu hikâye gerçek bir dramdır. Yoksulluğu eksprestyonist derinlikle anlatır ve o dönemin Rusya’sında oldukça tepki de çeker.

Oyuna gelirsek; oyun tek kişilikti. Elbette bildiğimiz bir hikâye şekil değiştirerek sahneye konacaktır hele de tek kişilik oynanıyorsa. Veysel Alankaya’nın sahnelediği oyun dram türünde değildi. Komedi de değildi fakat çok emin olmamakla beraber sanırım komediydi. İlk kez böyle bir cümle çıkıyor ağzımdan. Gerekli ve gereksiz bulduğum birçok şey vardı bu oyunda.

Başkarakter Akaki’yi iyi analiz edersek eğer; iş arkadaşları tarafından devamlı aşağılanan, içine kapanık, yoksul, özgüvenini kaybetmiş bir adam. Böyle bir karakterin sahnenin kenarından değil de başka bir kapıdan, doğrudan seyircinin yanına çıkması ve seyirciyle esprili bir diyaloğa girmesi beni çok şaşırttı.

Oyunun alt başlığı “Kahkahayla gözyaşı arasındaki sosyal sınıf çelişkisi ve aşk”

Buradan anladığım “kahkaha” Akaki’nin arkadaşları tarafından düştüğü durum olsa gerekti… Fakat oyun (oyuncunun mütebessim oluşundan mıdır bilemedim) ilginç bir şekilde komedisel devam ediyordu oyun. Dekor ve kostümlerde de ciddi hatalar vardı. Stil danışmanlığı eğitimine sahip olduğum için en ufak detay gözüme çarpar. Bu bir dönem oyunu ve karakterimiz bir memur olduğu için masa üzerinde devamlı yazı yazıyor. Tükenmez kalem kullanmıyor, kuş tüyü kalem kullanıyor döneme uygun olarak. İsterdim ki masa ve sandalye de eskiciden alınmış olsundu. Belki başka sahnelerde öyledir de burada böyle oldu bilemiyorum eğer öyleyse de siyah bir örtüyle kaplanmalıydı. Öte yandan Akaki’nin eski paltosu bir çeşit yağmurluk kumaşındandı. Adam akıllı eskitilmiş bir redingot kullanılsa daha iyi olurdu. Konu palto olunca eskisi de yenisi de hakkını vermeli diye düşünüyorum. Yeni paltonun da yine bir redingot olması daha doğrusu kurk yakalı bir redingot olması iyi olur. Sahnede gördüğümüz üstlüğün tamamı kürk paltoydu. İç çamaşırı da uçları sökük siyah poplin olmalıydı. Ve Akaki’nin gözlüğü yuvarlak, siyah kemik çerçeve olursa silik ve güvensiz kişiliğinin altını daha da çizmiş ve dönem stiline sadık kalmış olursunuz. Pantolon ve pantolon askısı güzeldi.

Tüm bu “olmalıydılar”ı neden yazdığıma gelirsek; kostüm ve aksesuar oyunun imzası gibidir bir nevi. Konuyu, performansı, oyuncuyu tamamlayan yegâne parçalar. Yoksa sanat yönetmenleri neden var değil mi?

Oyunda en beğendiğim yerlerden biri kâğıtların havada martılar gibi uçuşması. Oyuncunun hakkını vermem gerekirse; pire gibi adam! Bir yerde, bir gökte… Özellikle terzi ve Akaki’nin diyalogları çok güzeldi. Karakterden karaktere geçişteki akışkanlık o kadar iyi ki, kafa dağıtan bir keskinlik olmaksızın karşı karaktere geçebiliyor oyuncu. Sahnede kendi yarattığı rüzgâra gösterdiği direnç, kâğıtları kaşla göz arası rüzgâra kaptırması ve kâğıtların savruluşu takdire şayan. Bu arada kağıt seçimi çok iyiydi bu da dikkatimden kaçmadı.

Fakat oyuncu çok hızlı oynuyor. Sebebini bilmiyorum, belki de öyle istiyor. Çok hızlı gittiği için mesela; Akaki’nin paltosu için verilen partinin başlangıcı çok iyi anlaşılmıyor. Hızlı ve mütebessim bir yüz ifadesi oyuna “komedi” havası veriyor. Başında da dediğim gibi belki de komedidir. Tam kestiremedim. Fakat hikâye bir dram olunca beklentimde bu yönde oluyor. Elbette sanatçının yorumuna karışılmaz ama ortada bir belirsizlik var gibi. İnteraktif oluşu hoşuma gitmedi. Konusuyla, yazarıyla ve döneminde tepki almış olmasıyla zaten baştan aşağı ağır detayları olan bir oyuna böylesi eylemler katmak; insanın üzerine aldığı fazladan aksesuarlar gibi görünüyor…

Kostümler elden geçer, daha yavaş ve belirgin oynanırsa çok daha iyi olacaktır.


 


7 Mayıs 2022 Cumartesi

Tarsus İki Sahneye Daha Kavuşuyor! Ve bir vodvil: “Çehov Vodvil”

 


Çehov Vodvil’i Tarsus’a gittiğimde izledim. Neredeyse dört ay olacak fakat oyunları sıraya koyduğum için ancak sıra geldi gazete sayfasına taşımak bu güzel oyunu ve yıldızlarını. Her şeyden önce bu tarih kokan kadim şehre kazandırdığı “Ayşe Lebriz Berkem Sahnesi” için Tarsus Belediye Başkanı Dr. Haluk Bozdoğan’a sonsuz teşekkür ediyorum. Ve Tarsus’un daha birçok sahneye kavuşacağını biliyorum. Böylesi sanatsever Başkanlarımız olduğu sürece daha çok sahneler görür ve oyunlar izleriz. Bir ülkenin aydınlanması, esere ve sanatçıya saygı duymak ve sahiplenmek ile mümkündür. Tarsus’ta bunun örneğini görmek beni çok heyecanlandırdı. Baba tarafından Aydın ve Tarsus karışımıyım. Güzel Tarsus’umu böylesi sanat haberleri ve aktiviteleriyle duymak, görmek beni ayrıca çok mutlu ediyor.

Çehov Vodvil’den bahsedecek olursam; bir kere oyuncular genç ve çok heyecanlıydı. Bu benim için çok önemli. Bazı oyuncular görevlerini yapıp gitmiyor, iz de bırakıyor. Bu arkadaşlar tam da iz bırakan kategorideler doğrusu. Komedi oyunlarına yorum yazmak zor zanaat… Güldük mü güldük, ya sonra? “Hem güldüren hem düşündüren” repliği de fazla klişe gelir bana, klişe ve soğuk. Tıpkı o haftalardaki Tarsus soğuğu gibi. Ama sahnede ışık saçan genç yıldızlar Toroslardan gelen o buz gibi havayı avuçlarında ısıtıp üflüyorlardı sağa sola… 


Sahnede bir Güneş gibi beliren Luka’nın varlığı içimizi ısıtmaya başlamıştı mesela.  Ben dahil herkes Luka’ya ayrı bir hayranlık besledi bundan eminim. Anton Çehov’un Martı’sıyla başlayıp Vanya Dayı isimli eseriyle son bulan oyunda, Ayı ve Bir Evlenme Teklifi adlı eserleri vodvil türünde izliyoruz. Burada Luka’ya (Ertan Rüstem) çok iş düşüyordu. Bir çeşit anlatıcı rolünü üstlendiği için elinde mendili ah oradan oraya, oradan oraya savruluyordu Luka! Popova (Derya Güneri) ve Smirnov (Özmen Günençli) harika oyuncular! Öte yandan Çubukov (Murat Çapar- aynı zamanda Genel Sanat Yönetmeni-) Hacer Öner, Ozan Karabulut çok başarılıydılar. Tebrik ediyorum tekrar… Ölen kocasının yasını tutan evin hanımıyla eve alacaklarını almaya gelen Smirnov’un hikayesi etrafında gelişiyor olaylar. Ve oyunun sonunda o çoğumuzun hayranlıkla okuduğu ve dinlediği tiradı Luka’nın ağzından duyuyoruz derinlere dalarak;

“Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz… Ve Tanrı acıyacak bize ve biz seninle, canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz… İnanıyorum buna bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum…  Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştanbaşa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna.”

Turnelere de çıkan bu güzel oyunu lütfen gidiniz, izleyiniz.


Tiyatro ve Drama Eğitimleri

Tarsus’ta sadece oyun sahnelemekle yetinmiyor emekçi dostlarımız. 5 farklı sınıf olmak üzere 5 yaşından başlayıp 27 yaşına kadar drama ve tiyatro dersleri veriyorlar tiyatro severlere.

Tarsus’a iki sahne daha geliyor

Tarsus Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Murat Çapar; “Belediye Başkanımızın tiyatroya olan desteği sonsuz. Bu açıdan çok mutluyuz. Başkanımızın göreve geldikten sonra ilk yaptığı görevlerden biri “Tiyatro Müdürlüğü”nü kurmak oldu. Başkanımız Dr. Haluk Bozdoğan Tiyatro Hizmetleri Müdürlüğü’nü kurarak sanata ve tiyatroya ne kadar önem verdiğini göstermiştir.” diyor ve devam ediyor; “Şu anda merkezde 2 sahnemizin tadilatı devam ediyor, açılışını bekliyoruz. Öte yandan “Neden” adlı çocuk oyunumuzun prömiyerini geçen hafta yaptık. Clown oyunculuğu üzerinden savaşın anlamsızlığı temasını anlatıyoruz. Mayenburg’un “Çirkin” adlı oyununun provalarına başladık, yeni sezonda prömiyerini gerçekleştireceğiz.

Daha ne olsun! Perdeniz hiç kapanmasın, ışığınız sönmesin. Tarsus’a çok selam ve kucak dolusu sevgiler.

 



Hayat der gülümserim!


Hayat der gülümserim

Ramazan’ın son günleriydi…

Önce güzel Vefa’yı ziyaret sonra kuru fasulye, hemen ardından “ay çok geldi” diye yenilmeye devam edilen Kemalpaşa tatlısı… Ve ardından Fatih Reşat Nuri Sahnesi!

Bu sahneyi çocukluğumdan beri bilirim… Ve bildiğim gibi de kaldı! Kötü bir sahne, onu geçtim de keşke izleyici koltuklarını yenileseler artık! Üçüncü sıradaydım ve önüme biri gelirse oyunu nasıl izleyeceğim diye kara kara düşünmeye başlamıştım. Neyse ki kimse gelmemişti ve hemen öne geçmiştim.

Oyun çok katmanlı olduğu için birleştirmesi güç ama anlaşılmayacak bir oyun değil. Hatta göze sokulan cinsten. Sema Keçik sahneyi dolduran harika bir oyuncu ve gerçekten iddialı roller verdi. Birçok kadın kılığına bürünüp tek başına performans sergilemek büyük bir alkışı hak ediyor, nitekim kocaman alkışlar aldı defalarca. Ama ben illaki heyecanı havada uçuşan oyuncu görmek istiyorum hep. Ne olacak benim bu takıntım. O yüzden genç ya da oyunculuğa yeni adım atmış ya da uzun yıllar ara verip geri gelmiş oyuncuları izlemek başka bir şey. Tarkovski ya da Nuri Bilge gibi bir bakış benimki sanırım. Duyguyu daha yalın vermek mi acaba? Belki de. Tarkovski oyuncusuna senaryoyu son anda okuturmuş mesela, o heyecanı hatta hata yapma korkusunu içinde barındıran bir insanın orijinal tedirginliğinin kameraya yansıması! Deli mi iyim neyim bende! Kadın mis gibi oynamış işte ne istiyorsun. Nuri Bilge’nin anne ya da babasının acemice sergilediği bakışlar mı? Hayır! Bunun adı “acemice” olamaz; “o an” olabilir. “an”ın en yalın ve duru hali!

Oyunda en sevdiğim yerler kısa müzik ve dans gösterileriydi…

Güzel bir oyundu, tebrikler. 


 

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...