28 Nisan 2022 Perşembe

“Olmak ya da olmamak” ve işte Hamlet!



Oyuna neyle karşılaşacağınızı bilmeden gideceksiniz, bu sefer de aynı hisle gittim.

Çünkü sahnede tek kişi olacak. Oyuncu sadece hikâye de okuyabilir, bir kuklayla da karşımıza çıkabilirdi, başına bir kral tacı takıp bir buçuk saat izleyiciye de bakabilirdi hiç konuşmadan. İçinde 23 adet karakter ve artı karakterler olan bir oyundan bahsediyoruz. Hamlet Shakespeare’nin en uzun, en çok konuşulan ve hakkında en çok yorum yapılan bir oyunudur. Ölen oğlu için yazdığı da söylenir. Ama daha gerçekçi olan bir sebep daha var; yazdığı dönemde kendini çok iyi hissetmediği. Metinde açık ve net bir şekilde kalleşlikten dem vuruyor yazar. Öte yandan içindeki savaşlardan;

“Öyle bir savaş var ki içimde dostum,

Uyku girmiyordu gözüme

Yatağımda işkenceler içindeydim pranga mahkûmları gibi”


23 karakter nereye sığdı diyecek olursanız; sahnenin ortasında duran kocaman bir mücevher kutusuna! Bir “tek taş” almış olsaydım gözlerim bu kadar kamaşmazdı doğrusu! İlk başta anlamadık ne olduğunu. Devasa, kadife kaplı bir şey duruyor izleyicinin karşısında. Ortalık karardı ve kutu yavaşça açıldı, içinden kocaman yontulmuş bir elmas, bir pırlanta çıktı; Bülent Emin Yarar –performansı-.

Oyunun yönetmeni Işıl Kasapoğlu’nun da dediği gibi; “Elmasları yontmak, pırlantaya dönüştürmek oyuncunun işi, Bülent’in işi!”



Koca Hamlet’i tek kişi mi? Nasıl… Kasapoğlu “Çok açıklamak sihri öldürür” diyor. Haklı. Ben de yazdığım tüm yorumları yarım bırakırım. Okuyan izlesin ve tamamlasın. Fakat şu uyarıyı yapmak istiyorum; özellikle Shakespeare oyunlarını gitmeden önce mutlaka okuyun. Tüm karakterleri sindirin ve öyle izleyin. Oyununu bir çok kez okumama ve izlememe rağmen bugün izlemeye giderken yolda tekrar taradım. Hamlet’i kısaltmadan olduğu gibi sahnelemeye kalksalar saatler süreceği bir gerçek. Mesele de kısaltabilmek zaten, doğru bir şekilde kısaltmak.

Mücevher kutusu açıldığında, sırtına bir sürü karakteri yüklemiş bir sanatçı çıktı karşımıza. Fantastik oyunlar da izledim, çeşit çeşit performanslar, okuma tiyatroları vesaire… Fakat Hamlet dendiğinde salt deneme tiyatrosu gelemez aklımıza. Macbeth’in de gerçeküstü yorumunu izlemiştim yıllar önce ve gerçekten çok güzeldi.



Hamlet, Danimarka kralının oğludur. Almanya’da eğitimini sürdürürken babasının amcası tarafından öldürüldüğü haberini alır ve annesiyle evlendiğinin! Hükümdar olmak Hamlet’in hakkıyken bir de kral oluvermiştir amcası. Hamlet ülkesine döner. Onun derdi taç değildir, tek derdi babasının nasıl ve neden öldürüldüğü. Nöbet tutan iki askerin babasının hayaletini görmesiyle başlar hikâye. Ve biz sahnede tüm bu hadiseleri tek kişinin ellerinden, yüzünden, sözlerinden izledik.

Aynı adam Hamlet’ti, aynı adam kraldı, aynı adam kraliçeydi, aynı adam elinde iğne iplik dikiş diken Ophelia’ydı… ve gözleri yaşlı söylüyordu şarkısını Ophelia:

Nasıl ayırt ederim bir bakışta

Seveni sevmeyenden?

Külahından, tozlu çarıklarından,

Elindeki değnekten.

Öldü, güzel sultanım çoktan

En sevdiğim bölüm kukla kısmıydı… Oyuncu büyük bir ustalıkla sahnesinin ucuna gizlenmiş kukla düzeneğini ellerine geçiriyor ve babasını öldüren amcası ve annesine güzel bir oyun sergiliyor.

“Olmak ya da olmamak” derken hayatın anlamını sorguluyor Hamlet.

Yine dekora gelirsek; iki farlı mekanizma görüyoruz yukarıda. Biri işlenen cinayetin sembolü, diğeriyse denizin sembolü. Ve denizin üzerinde gezdirilen kâğıt gemi…  Bu performansı herkes izlemeli. 8 yıldır sahnelenen bu oyun için yazılacak sayfalarca şey var fakat nereden başlamalı diyor insan ve düşünüyor; bu oyunu Türkiye ilk kez 1912’de Muhsin Ertuğrul’un sahnesiyle izledi… Ne düşünmüştü büyük usta çalışırken ve izleyenler “olmak ya da olmamak” deyiminin gölgesinde neye ve nereye ulaşmışlardı zihnen…

 Ve bizler nereye ulaştık bu gece, kimlere ya da nelere kılıç salladık kalbimizde?

 

 


(Bülent Emin Yarar ile oyun öncesinde)
 

23 Nisan 2022 Cumartesi

Maçın Adamı adlı oyundan “selam olsun”

 

Clint Dyer & Roy Williams’ın yazdığı oyunda tek kişilik performansıyla Cem Zeynel Kılıç’ı izledik. Oyun bir grup terapisinde geçen ve fakat izleyenlerin sadece Michael’i izlediği bir oyun. Ortada herhangi bir grup vesaire olmadığı için sadece Michael’i görüyoruz bir de ilk birkaç saniye öncesinde sanırım terapisti canlandıran kişi onu sahneye davet ediyor. (Adam (isim) yani Kerim Ürün)

Oyunu Garibaldi Sahnesinde izledik. Binasını çok sevsem de sahnesini sevmediğim bir mekan. Ve mekanın girişine ne hikmetse bir tane afiş dahi konmaz! Halihazırda bina dışında ya da yan binada -tam olarak bilemeyeceğim- tadilat olduğu için bir şantiye koridorundan ulaşıyorsunuz Garibaldi’ye. Tarihi devasa binanın koca demir kapısına ulaştığınızda duvarı, önü, bahçesi müsait olmasına rağmen bir tek afiş olmaması (acaba burası mı) dedirtir insana. Buraya her gelişimde ayı şeyi düşünerek koca kapıyı aralar “acaba bu akşam burada oyun var mı” derim her defasında…  Olur ya belki biletleri karıştırıp yanlış sahneye gelmişimdir, yapmadığım şey değil!

Görkemli salonda bekledik, ihtişamlı merdivenlerden çıktık, küçümen koltuklara oturduk. Koltukların üzerinde terapi seansından bahseden bir reklam broşürü vardı. Oyuna gelenlerden biri oyunla alakalı galiba dedi ama oyunla örtüştüremedim. Yani bu “tek kişilik” oyunun bir toplu terapinin devamı olduğunu gerçek manada hissetmesi lazım izleyenlerin. Belki sahneye halka şeklinde dört beş sandalye konabilir.

Nihayet oyuna gelirsek; babasını birlikte maç izlerken kaybeden bir adamın babasıyla olan ilişkisini ya da “olmayan” ilişkisini izliyoruz. Maçın Adamı isminin oyuna fazla geldiğini düşünüyorum. Çünkü oyunu çevreleyen bir maç yok ortada. Maç söylemi de yok. Sadece Michael’in anlatımından anladığımız; babası maç düşkünüydü ve maç izlerken öldü. Bunun ardından devam ediyor oyun. Aslında daha sakin anlatılabilinecek şeyler fazla yorucu ve fazla agresif mi anlatıldı? Biyografik bir oyun olabilir ve gerçek Michael gerçekten hafif bir konuşma bozukluğuna sahip heyecanlı biri midir ki gerçekten böyle de olsa bu denli yüksek mi anlatmalı hadiseleri? Bilemiyorum. Agresyondan konunun özüne inmek zorlaşıyor. Konu çok güzel, yavaş ve dramatik renklerle daha iyi anlatılabilineceğini düşünüyorum.

Oyunda dikkat çeken detay; babasının herkesten gizlediği bir hayatının da olduğu. Hintli bir arkadaşı çıkıyor ortaya. Ve oğluyla konuşuyor cenazeden sonra. Babasının ara sıra kalıp kafasını dinlediği, kendiyle baş başa kaldığı ve Hintli dostuyla da dertleştiği kiralık bir odaya götürüyor. Bir de ses kaydı bırakmış baba oğluna. Oyun sanırım bir buçuk saat sürdü fakat agresif oynandığı için 15 dakika sürmüş gibi geliyor şu an. Psikolojik oyunların duygusu üst agresyonun içinde parçalanıp yok edilmemeli.

En başarılı bulduğum yerlerden biri; zenci kadının rastalarını tarif ederken oyuncunun ellerini kullanış biçimi. Kesinlikle akıllarda kalmıştır bu. Öte yandan gözümden, kulağımdan kaçmadı; oyunda Nuri Bilge Ceylan’a selam gönderiliyor “yalnız ülkem” le. Bu da hoşuma gitti çünkü NBC filmlerini üçer beşer kez izleyen biriyim, bizler de aldık kabul ettik diyelim.

Özetle oyun güzel ve fakat duygunun o fazla bulduğum çoşkun anlatımın içinde erimemesini isterdim şu anda da istiyorum. Bir buçuk saat dert anlatmak kolay iş değil, oyuncuyu tebrik ediyorum. Oyunun konusu izleyiciyle etkileşimli performansa çok müsait aslında (interaktif)… Bu şekilde de denenebilir.

Ve oyun Michael’in babasının küllerini sahneye savurmasıyla biter… Hayatımızda yanıp gidiyor. Hiçbir ilişki eksik olmasa ve küller gibi savrulup gitmese… Gidin izleyin derim. 


20 Nisan 2022 Çarşamba

Tiyatro Gazetesi

 


Tiyatro Gazetesi bu ay da dolu dolu... 

Mephisto ve Kırmızıkedi kitapevlerinde. 👍




15 Nisan 2022 Cuma

Üç Renk Mavi

 


1993 yapımı ekspresyonist bir film daha! En sevdiğim. Ve en sevdiğim kadın oyunculardan biri Juliette Binoche

Trafik kazasıyla başlayan film ruh çözümlemeleriyle dolu. Avrupa sineması bunu öyle ince detaylarda yakalıyor ki; küçük bir konuyu gürültüyle insanın gözüne sokmak yerine (filmden bir sahne) insanın göz bebeğinden karşıdaki insanın yansımasını görürsünüz.

Kazadan hemen önce bir sahne vardı beni çocukluğuma götüren. Beş yaşındaki küçük kızın arabanın arka koltuğundan dışarıyı izlemesi. Demek bu çocuklara has bir özellik ya da istek. Aynı şeyi ben de yapardım. Arka koltuktan, arkadan gelen diğer arabalara el sallardım. Arabayı kullananalar da bana el sallardı gülümseyerek.

Juliette yani Julie kazada hem eşini hem de kızını kaybeder. Eşi çok önemli bir besteci olan Julie de ağır yaralıdır. Acı haberi hastanede kendine geldiğinde alır. Bu haber karşısında gösterilmiş birçok tepkiyi burada tarif etmek çok kolay değil. Yorganın altına gizlenmiş üzgün bir yüze gömülü bir çift gözden akan yaşı tasvir de anlatamayacak bunu.

Uzun psikanalizler yapabilirsiniz film bitene kadar.

Kadının kendine gelir gelmez ilk yaptığı şey; intihar girişimi. Fakat bunu gerçekleştiremiyor. O kadar aciz ki yakalandığı hemşireye de yapamadığını ifade ediyor. Yani beceriksiz buluyor kendini bu konuda.

Hayatını değiştirmeye karar veriyor. İnsan acılarından, dertlerinden kurtulmak için hayatını ne kadar değiştirebilir. Mesela Coco Channel şöyle der: “Saçını kestiren/değiştiren bir kadın, hayatını değiştirmek üzeredir”

Tüm bu ve benzer tespitler tecrübeyle sabittir. Olmaz olmaz demeyin aynı şeyi ben de yaşamıştım. İnsan belki de içindeki öngörüyle bunu küçük değişimlerle ortaya koyuyor bilinçli ya da bilinçsiz.

Kadın iyileştikten hemen sonra eşi ve çocuğuyla yaşadığı eve gider ve tüm eşyaların ve hatta evi elden çıkarılmasını ister avukattan. Kendisi de Paris’te bir apartman dairesine yerleşir. Fakat kafasında ne eşinin besteleri susar ne de görüntüler gözlerinin önünden gider.

Yol kenarında flüt çalan bir adam bile sarsar kadını. Eşinin dosyalarını karıştırırken birlikte çektirdikleri fotoğrafları görür ve aralarından iki fotoğraf daha çıkar. Eşi ve başka bir kadın! Önce öylesine bir fotoğraf olarak algılasa da gerçeği daha sonra öğrenecektir. Kadın sevgilisidir ve eşinden hamiledir. Film bu konu etrafında dönmüyor tabi. Bu sadece küçük bir detay. Fakat insan ilişkilerindeki psikolojik gelgitler, yaşanan travmalar neticesindeki yalnızlık ya da kalabalık… Tüm bunları ortaya çıkarmak için bir çok enstrüman gerekebiliyor.

İki kadının yüzleşmesini görüyoruz filmde. Çok güzel bir yüzleşmeydi. Özetle film; bir şeylere ya da birilerine çok fazla bağlanmayın diyor…




2 Nisan 2022 Cumartesi

Kim tek başına değil ki? Oyunun adı; Tek Başıma

 


Yalnız olduğuna inanmak ve bunu kabul edebilmek daha cesurca galiba… Kalabalık olmak çok kolay değil mi sizce de?

Tek Başıma adlı oyun için Mecidiyeköy/Küçük Sahnedeydim. O sahneyi de ayrı seviyorum bu arada. Bahsedeceğim tek kişilik oyunu, sahnede yediği donut kadar tatlı bir oyuncu oynadı; Fulya Ülvan… Mimikleriyle, bitmeyen heyecanı ve enerjisiyle konuyla bütünleşti ve her olayda giydiği üstlükler de anlatımına renk kattı…

Adı üzerinde; Tek Başına… Karakterimiz Susan en son yirmili yaşlarında gittiği Avustralya yolculuğuna kırk yıl sonra tekrar çıkar ama bu sefer tek başına. Anlattığına göre daha önce birlikte gittiği yakın dostlarının her biri bir bahane üretmiş onunla gitmemek için. İçi dışı birdir Susan’ın ama sanki biraz fazladır bu içsel ve dışsal iyilik! Çok konuşur Susan ta ki yanındakini kaçıracak kadar!

Çok neşeli, eğlenceli görünse de içinde fırtınalar kopuyor Susan’ın… Mesela aşk! “Ne işim olur ki bu saatten sonra” diyor ama aşık olmak istiyor aslında; uzakta sandalda kürek çeken birine ilgi duyacak kadar. Bu oyun farklı şekilde oynansaydı mesela; Susan kendiyle barışık esprili ve açık sözlü biraz da patavatsız olmasaydı, şeffaf tekerlekli valiz yerine normal bir valiz taşısaydı omuzları yerde bir şekilde… Herkes salondan ağlayarak çıkardı eminim.

Fakat Susan bu haliyle çok güzel. İzleyiciler arasında bir sürü Susan vardı kim bilir hatta belki ben bile.

Dikkatimi çeken şeylerden biri de dekor… Bilirsiniz illa incelerim dekoru, kostümleri. Duvarın içine yerleştirilmiş birçok ev ve mutfak gereçleri vardı. Ama en beğendiğim Pazar arabasıydı. Çok beğendiğime göre; bir kadının hikâyesini anlatan tek kişilik bir oyunu tamamlayabilecek biricik bir aksesuar olmuş doğrusu. Pazar arabası bana çok şeyler anlattı; pazara gitmeyi kim sevmez? Yeni ve taze şeylerin habercisidir bi’nevi!

Susan da yeni bir şeylere “merhaba” demek için çıktı o yolculuğa ilk başta ayak diretse de… Korkuyla bindiği uçaktan umutla indi, oteline yerleşti ve bir şeyler içmek için aşağıya indi. Hazırlanan her kokteyl yanında olmayan arkadaşlarını anlatıyordu.

Yalnızlıktan çok dertli, yalnız denize gitmek, yalnız dans etmek… Konuşacak birini bulamamak! İmdada yetişen tek şey; karbonhidrat! Komedinin içine saklanmış bir dram izliyoruz aslında… İzlerken suratımıza yayılan gülümsemenin gölgesinde neler dolaşıyor o an; ah yalnızlık vah yalnızlık! Herkes kendi türküsünü söylüyor işte o an!

Yalnız Susan

Gergin Susan

Ah bir de menopoz mu yoksa?

Yandın Susan…

Ama ne diyor: “Ben gerçekten yaşıyorum. Olduğu gibi an’ı yaşıyorum. Sadece var olmuyorum, yaşıyorum ben… Yudumlama, kana kana iç… Yudumlamayacaksın direkt içeceksin…”

Ve ben oyunun ardından, metroyla Yenikapı’ya geçerken melodika çalan bir çocuk geçti tespih gibi dizilmiş insanların önünden bir elinde para kutusuyla… Tek tek çekti sanki hepsini bir elin başparmağı gibi… Anlamış olmalıydı; zira herkes en az onun kadar yalnızdı…




1 Nisan 2022 Cuma

Bir insan çığlığı; Can Yeleği

 


Öncelikle tek kişilik bu zor oyunu başarıyla performe eden oyuncuyu (Elçin Atamgüç) tebrik ediyorum. Bu oyunu izlemesi zor, anlaması zor, oynaması daha da zor.

Konusu kısaca; mülteci bir annenin yaşadıkları.

Oyun 70 dakika. Uzun mu diye düşünüyor insan konu bir kişinin etrafında dönerken. Aslında değil. Mülteciden yola çıkılıyor ama ortada tüm çıplaklığıyla sergilenen bir insan psikolojisi var. Eğimli tasarlanan sahne zaman zaman konunun içeriğine göre aydınlatılıyor. Bu arada ışık ve dekor sorumlularını da ayrıca tebrik etmek gerek. Her şey yerli yerindeydi. Dekor değişimi esnasında fener kullanma fikri de gayet akıllıca olmuş.

Sahnenin eğimindeki amaç; mülteci bir kadının çırpınışları için tasarlanmış belli ki. Üzerinde sağa sola savrulmuş bir iki parça eşya ve çocuk oyuncakları. Ah o masum suratlı oyuncak ayı yok mu? Çocukluğun sembolü gibi gelir bana hep. İlk romanımın kapağında da vardı.

Oyun karanlığın içinden doğan bir kadınla başlıyor. Sıradan bir günün özetini dinliyoruz kendinden… Balkon, güneş, güzel bir kahvaltı ve çocuklar… Fonda çocuk sesleri…

Kadın bize evindeki huzuru anlatıyor. Çocuğunu nasıl yıkadığından mesela... En basit, en masum ve en olağan şeyin günün birinde ne kadar lüks olacağından habersiz. Ve az sonra bomba patlıyor. Oyuncaklar, eşyalar her şey darmadağın oluyor.

Elçin Atamgüç’ü bir kez daha anmam gerekiyor çünkü oyunculuk özelliğinin içinde dansçılık da olduğu için sahneyi çok iyi kullanıyor. Metot bilmeyen biri elini kolunu da kırabilir, repliği unutabilir, ya da sendeleyip düşebilir. Kelebek gibi oradan oraya uçarak savaş kaosunu tüm sertliğiyle ortaya koymak çok da kolay bir iş değil.

Savaş ortamı; gitmek isteyen de var kalmak isteyen de… Kadın çocuklarıyla gidiyor ama nereye? Aslında hepimiz bir bilinmezin içinde değil miyiz? Ama bildiğimiz bir bilinmezdeyiz, tek kârımız bu! Seyahate gitmek kolaydır. Başka bir ülke görecek olmanın heyecanı ve sevinciyle hazırlanır valizler. Kuş gibi gider gelirsin… Ne dedim? “Gelirsin” yolculuğun sonunda yuvana dönmek vardır. Ya mültecinin yolculuğu? İşte bu oyunda bir mültecinin yolculuğuna şahitlik ediyoruz… Dil bilmeden, yol bilmeden, eşyalarını bile toplamadan küçük bir çantayla bilmediğin ve aklından dahi geçirmediğin bir yolculuğa çıkma zorunluluğu. Başka bir ülke, hayat yeni çırpınışlara gebe!

Can yeleği oyunun neresinde derseniz; sonuna doğru ortaya çıkıyor. Mülteci anne iş arıyor bilmediği ülkede. Kelime kelime derdini anlatmaya çalışıyor etrafına. İş arıyor, iş buluyor ama hakkını alamıyor. “Buradan da gitmeli”

Hep gitmeli mi? İyi ama nereye kadar? Doğup büyüdüğün topraklardan git, gittiğin ülkeden başka ülkeye git. Kadın çocuklarından birini başka bir aileye vermek zorunda kalır. Gidiş içinde ayrı bir gidiş öyküsü daha! Kadının gözlerinde, yakarışında, çırpınışında ve izleyicinin gözyaşlarında savaşın kazananının olmadığını bir kez daha görmüş olduk.  Dilerim ki; hiç kimse bilmediği bir yerlere gitmek zorunda kalmasın!

Teşekkürler Elçin Atamgüç, teşekkürler, Gönül Kıvılcım, teşekkürler Nihat Alpteki ve tüm ekibe…





Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...