30 Ekim 2021 Cumartesi

Muhteşem güzellik

 

Hayat akıp gidiyor...


2013 yapımı bu filmi de sanırım aynı tarihlerde almıştım. İzlemek için oldukça çaba sarf etmiştim ama izleyemeden çıkartıp kutusuna koymuştum. Kapağının hatırına uzunca bir zaman diğer filmlerin arasında zamanını bekledi ve bugün yine karşıma çıktı Muhteşem Güzellik.

Bu sefer izleyeceğim deyip açtığım ve konuya 34. dakikada gelip, ana konuya neredeyse 50. dakikada ulaşabileceğiniz karmaşık bir filme merhaba dedim.

Aldığı ödüllerden karmaşası ortada olan filmin konusu ise; zamanında bir roman yazmış olan adamın 65. Yaşında bir şeyleri sorgulama ve eskiye yolculuk yapma arzusunu görüyoruz. Film korkunç bir görüntü ve ses kirliliğiyle başlıyor. Filmin o dönemde Cannes Film Festivalinde yarıştığını okuduğumda sadece yarışmakla kaldığı sonucuna şaşırmadım. Başrol oyuncusu çok başarılıydı. Ötesi ise gerçek bir kaos. 2 saat 20 dakikalık bir filmin ilk yarım saatini neden bıktırıcı bir gürültüyle doldurduklarını gerçekten anlayamadım.

Filmi bitiremedim aslında. Çok nadirdir bir filmi bitirmeden bıraktığım… Fakat konusu üzerinde yazmak istedim.

Filmde bahsettiğim gibi başroldeki abi eski bir roman yazarıdır. 65 yaşındadır ve halen yıllar önce yazdığı tek romanının sağladığı kariyerle hayatını sürdürür. Hayali üst sınıfın içine dalmak ve onları alt etmekmiş aslında ama yaşının 65 olduğunu görmek onda farklı duygu ve düşüncelere sebep oluyor filmde.

Evet kitap sayesinde epey ünlenmiş, gazetede yazar olmuş, maddi açıdan da oldukça konforlu bir hayatı var ama hepsi bu… Yaşı da para gibi harcanıp gitmiş ve bir akşam “elit” dostlarıyla terasta “edebiyat” tartışırken eteğindeki tüm taşları döküyor.

Ne insanların ikiyüzlülüğü kalıyor ne de yapaylık vesaire. Aslında hepimizin bildiği klişeyi filmde gereksiz makyaj, gereksiz teşhir ve göz yoran gece kıyafetleriyle defalarca görüyoruz. Bu abartılı ve katlanarak izleyiciye sunulan detaylar o kadar yorucu ki; belki 60 dakikada soft bir şekilde anlatılması gereken hikâyeyi karnaval tadında veriyorlar. Haliyle asıl konu buhar olup uçuyor.

Karmaşanın arasında oyuncuların dikte eder gibi söyledikleri beylik laflardansa ders çıkarmamız beklenmiş sanırım…

Biz hikaye olarak ele alırsak; Evet bize verilmiş bir hayat var. Kaderle birlikte çizmemiz beklenen bir yol var. Aldığımız her karar geleceğe bir basamak. Ve ne kadar doğru kararlar alırsak basamaklar o kadar sağlam olur. Tabi bu sonuçlara maalesef kendi acı tecrübelerimiz neticesinde erişebiliyoruz. Birçok kitapta benzer şeyler okuyoruz ama sadece bir kaçımız hayata geçirebiliyoruz başkalarının tecrübelerinden arta kalan cümleleri.

Filmde de genelde 50 yaşını devirmiş insanların hayatlarını sorguya çekmeleri yer alıyor. Her ne kadar felsefeye yaslanmak yerine gürültü patırtıya yaslanılmışsa da böyle bir ana damarı var filmin. Her ne kadar filmin sonunu getiremedimse de sonunda adam; yeniden bir roman yazmaya karar veriyor. Filmde bir yerde de bir performans sanatçısının dudaklarından dökülenlerle yol bulmaya çalışıyoruz ama yine duvara tosluyoruz. Diyeceksin ki madem beğenmedin neden yorum yazıyorsun. Prodüksiyonun hatırına mı desem ne desem ben de bilemedim…

Ezcümle; tercihlerinizi yaparken her ne konuda olursa olsun iyi düşünün ve 65 yaşına geldiğinizde geçmişi düşünüp pişmanlıklar yaşamayın. Bu cümle benim için de geçerli elbet ve her şey yolunda gitsin dileğiyle…

BtL

28 Ekim 2021 Perşembe

Sunny - Ölümle yaşam arasında

 



Bazı filmler vardır; aksiyondan, gereksiz gürültüden arınmış, belki tek bir adamın oynadığı öte yandan birçok yerde gözlerinizi yaşartır, ummadığınız anlarda bir resim koyar önünüze dev prodüksiyonların icatlarına nispet yapar gibi…

 2021 Hint yapımı Sunny’de böyle bir film işte.

Pandemide karantinada kalmak zorunda olan bir adamın yaşadıklarını görüyoruz. Karantina süresi dolana kadar baştan sona adım adım gerek psikolojik gerekse somut devinimlerle geçen hikâyede yaslanılan hiçbir şey yok… Ne abartılı müzik ne de gereksiz bir sahne.

Hatta Sunny balkondan dışarı bakarken yağmur yağar ve turuncu şemsiyeli biri geçer yoldan. Manzara o kadar güzeldir ki; şemsiyenin yansımasını dahi görürüz yerde birikmiş yağmur suyunda. Çok da güzel bir müzik başlar ama yönetmen bu sahneye yaslanmak istememiş… Bunu hissettim çünkü bir anda gidiyor o sahne.

Sunny başarılı “olamamış” bir müzisyen. Dubai’de yaşıyor. Eşiyle ayrılma arifesinde ve eşi de hamile. Filmde sadece Sunny’i görüyoruz. Diğer karakterler sadece telefonla sınırlı. Sunny covit olmuştur karantina sürecini beş yıldızlı bir otelde geçirmek ister.

Hayatında bir şeyler de ters gitmektedir. Müziği de bırakmıştır ta ki telefonda onu terapi eden doktor “kızın için bir beste yap” diyene kadar. İlk gün biraz bilinmez geçer. Odadaki tüm içkileri içer, bu ona hem iyi hem de kötü gelir. İçkiler bitince resepsiyonu arar ve içki ister fakat otelin kuralları birkaç gün önce değişmiş ve odada mevcut olan içkilerden başka içki veremeyecekleri kararını almışlardır.

Sunny buna çok öfkelenir. Yerde otururken sehpa üzerinde bir karınca görür ve üzerine bardağı kapatır “sen de burada hapis kal” der.

Ertesi günse karıncadan bir tutam toz şekerle özür dileyerek onu serbest bırakır. Sunny’nin iç dünyasının dışa yansımalarını tüm gerçekliğiyle izlediğimiz filmde buna benzer birkaç resim daha görüyoruz. Beni çok etkileyenlerden biri de telefonda bir doktordan aldığı terapilerdi.

Sunny yalnız kaldığı koca otel odasında çok da yalnız değildi aslında. Balkondan denizi izlerken üst katta kalan bir kadınla tanışır. Tabi sadece balkon konuşmaları geçer aralarında.

Pandemi bahane belki; işin aslı insan yalnız kalınca kendini dinliyor mu, dinliyorsa ne duyuyor, çıkardığı sonuç nedir… İçimizden birçoğumuz bunu yaşadı. Ne anladığımızı tartışmak çok da gerekli değil belki. Ama bu filmde bunu rafine bir şekilde görüyoruz.

Doktor Sunny’e hiçbir şeyden vazgeçmemesini öğütlerken kızı için bir beste yapmasını istemişti ve Sunny o gece uyumayıp çalıştı. Üst komşusunun karantinada son günüydü ve besteyi balkondan dinlemiş sabah otelden ayrılmadan Sunny’i aramıştı. “Mükemmel bir beste” demesiyle Sunny hayatın ona bir şans daha verdiğine inanmaya başladı.

Bir mucize daha oldu ama onu da siz kendiniz izleyin bence.

Filmin tek başrolü Jayasurya’nın da hakkını vermek gerek. Gerçekçi bir adam olan Sunny, zamanı geldiğinde otelden ayrılacaktır ve son kez süitini gezerken vedalaşır gibi; bir bitkinin neler yapabileceğini, bir fuların aslında çok manalar taşıdığını, birkaç saat önce konuştuğun insanın aniden dünyayı terk edip gidebileceğini tüm çıplaklığıyla öğrenmiştir. Ve bu olgunluğu ve büyümüşlüğü tüm bedeninde hissederiz.

Kader dediğimiz olgu, yani ölümle yaşam arasındaki bu ince çizgi hepimiz için hem somut hem de soyut manalar taşıyor. Film; sadece insan olduğumuzu, öte yandan aslında “olmadığımızın” idrakiyle sayılı zamanımızı çürütmemiz gerektiğini içimize işliyor.

Yalnızlık denen şeyle dans et deseler; çoğu insan “hadi oradan” diyebilirdi bu günlere kadar ya şimdi?

BtL

20 Ekim 2021 Çarşamba

Bir Orta Oyunu

 


Hayatın Anlamı adlı oyun geleneksel Orta Oyununa bir örnektir... Geleneksel tiyatroda yazılı metne bağlı kalmaksızın sergilenir oyun. Orta Oyununun baş kahramanları Kavuklu ve Pişekâr karakterleridir. Bu oyunlarda söylenenlerin yanlış anlaşılması üzerine kurgulanır her şey ve ortaya doğaçlama bir güldürü çıkar. 

Eskiden ortada oynanırmış bu oyunlar ve seyirciler de etrafına toplanır izlermiş 

İzlediğimiz bu oyunda da Kavuklu'ya Tuzsuz Deli Bekir'in kız kardeşi istenir ama ne isteme... Zordur Deli Bekirden kız istemek ama bir çaresi bulunur, hem de öyle böyle değil.



Yaşasın Tiyatro 💙


18 Ekim 2021 Pazartesi

Melek ve Köpek Kalbi

 


Her oyun insanın serüvenini anlatıyor aslında. Hiçbir zaman salt tiyatro oyununa gidiyorum diye çıkmam evden. Bir hayata, bir yaşanmışlığa dâhil olmaktır bu yolculuk. Uzun ya da kısa fark etmez, herkesin yolculuğu kendine göredir… Ne yıl ne de yaşla sınırlandırıp keyfimizce ya da algıladığımız kadarıyla yorumlayamayız hayatları…

O yüzden “destur” deyip konuşmalı ve yazmalı.

İki oyundan bahsedeceğim; Melek ve Köpek Kalbi… Melek’ten başlarsak eğer bu da acıklı ve “kısa” bir hayat hikâyesinden uyarlanmış. Oyuncu Melek Kobra’nın günlüklerinden yola çıkılarak yazılmış biyografik bir oyun. 1930’larda yaşanmış ve kısa ömre sığdırılmış bir hayat hikâyesi anlatılıyor… Kısa ama çok yorgun bir hayatın hikâyesi. Aşk acısı, yalnızlık, yorgunluk. 24 yaşında verem hastalığına yenik düşerek hayata gözlerini yuman oyuncuyu sahnede Yeşim Koçak canlandırıyor… Bu 60 dakikalık tek kişilik performans bizi alıp Melek’in kalbine götürüyor. Yeşim Koçak oyunun sonunda ayakta alkışlanıyor, çünkü oyun bitene kadar bir dakika bile susmadan oyuna devam ediyor.

Sanatçı bir kadının verem olduktan sonra tek başına ölümü bekleyişini, bu süre içinde yaşadığı iç savaşı tüm çıplaklığıyla anlatıyor sanatçımız.

 


Köpek Kalbi

Mihail Bulgakov’un aynı adlı romanından uyarlanmış bir oyun Köpek Kalbi. Döneminin yasaklı kitaplarından olan kitabı oyuna çevirmek zor olmuş olsa gerek. Çünkü oyunda bir köpek insana çevriliyor. Benzer bir sahneyi Kafka’nın “Dönüşüm” adlı roman uyarlamasında da izlemiştim. Oyuncular bu tarz sahnelerde gerçekten kendilerini aşıyorlar. Gerçeküstü bir oyunun çerçevesinde anatomik bir perfpormans izletiyorlar seyirciye.

Oyunda dört oyuncu var ve bitmek bilmeyen bir devinimle sergiliyorlar eseri. Aslında bilimkurgu da diyebiliriz bu oyun için. Ortada koca bir çember var ve anlatılması çok zor olan hikâyeyi anlatma kolaylığı sağlıyor mekanizma. Ve çok da tehlikeli bir şey aslında. Bunun için bir kez daha tebrik etmek gerekiyor oyuncuları. Hele köpeği canlandıran oyuncu üst bir performans sergiliyor.

Doktor Filipoviç sokakta sahipsiz bir köpek bulur ve onu sahiplenir. Ölen bir gençten aldığı bir takım organları köpeğe nakleder ve adı Şarik olan köpek zaman geçtikçe insana dönüşmeye başlar ve bir gün insan olur adı da Şarikov olarak değişir.

Organların asıl sahibinin de karakterini alan insansı canlı ahlakı bozuk bir adama döner ve bu haliyle de iş bulabilip hayata atılır. Burada konunun nereye vardırılmak istendiği belli. Oyunda sık sık proletarya/proleter kelimesi geçiyor…  Bu önemli bir detay.

İyi seyirler



14 Ekim 2021 Perşembe

Moby Dick ve insan egosu

 




Herman Melville’nin aynı adlı romanından uyarlanmış bir oyun Moby Dick.

İlk kez 1851’de yayınlanan roman hala dünyanın en ünlü eserleri arasında. Yönetmenliğini Seza Güneş'in yaptığı oyunun kadrosu bayağı kalabalık. 8 kişinin rol aldığı oyun “ne çabuk bitti” dediğim oyunlardan oldu. Çoğu zaman oyunların gereksiz uzatıldığını yazmışımdır fakat bunda da 60 değil en azından 75 dakika olsaydı dedim.

Enerjisi ve devinimi çok yüksek bir oyundu. “Uzun olsun” demek de çok doğru bir şey değil aslında itiraf etmek gerekirse. Hocamız der ki; “tek bir hareketin dahi anlamı vardır sahnede. Elini yanlışlıkla bir yere çevirsen dahi izleyici senden bir aksiyon bekler. Ve oyuna hizmet etmeyen hareket/hareketler çok risklidir.” Öte yandan da nedensellikten çok bahseder. Her hareketinin bir anlamı olmak zorunda. Bir adımın dahi. Dolayısıyla eleştirirken ya da yorum yaparken kırk kez düşünmeli belki de. Fakat bu hızın devamında insan yine de bir uzantı bekliyor ister istemez.

Roman normalde bir anlatıcının ağzından başlayıp devam ediyor, bunu sahnede de uygulamışlar, çok da güzel olmuş. Sahnedeki anlatıcı Direnç Dedeoğlu. Çok başarılıydı ve de çok ama çok heyecanlıydı. Bin kere de çıksanız sahneye, kanınızın çekildiğini hissedersiniz. Profesyonel olarak hiç sahne almadım ama eğitim aşamasında bir tirat okurken aklımın çıktığını, elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdığımı biliyorum.

Oyuna dönersek; bir zamanlar balina avına çıkmış ve bu esnada dev ve beyaz bir balina tarafından bacağının bir kısmını kaybetmiş öfkeli bir kaptan görüyoruz. Gemiye çalışmak için gelen herkese bu balinanın yakalanacağı talimatını veriyor tüm nefretiyle bir de altın vadediyor.

Bu arada büyük bir balina yakalıyorlar ama bu aradıkları balina değil. Sonuçta hepsi balina avcısı ve bir balinayı nasıl işleyeceklerini biliyorlar. Anlatıcı, izleyicinin anlayacağı şekilde tasarlanmış bir balina kuklasıyla, balinanın özelliklerini anlatıyor. Kuyruğunun yatay oluşunu, gözlerinin iki yanda olması ve bu yüzden önünü görmediğini, başındaki yağın aşağı dalarken donduğunu (kolay dalış), yukarı çıkarken hafiflemesi için eriyebildiğini gibi birçok ilginç detay öğreniyoruz. Öte yandan yağını da çıkarıyorlar. Balina yağı mum olarak bile kullanılıyormuş. Enteresan değil mi? Unutmadan bu balinanın cinsi: İspermeçet. Kaptanın tarifiyle; alnı kırış kırış, sırtında bir kambur ve beyaz!



Fırtına çıkıyor!

Tüm avcılar ve gemi tayfası hep bir ağızdan birbirlerine güç vererek çıkan fırtınaya karşı koyuyorlar. Ama ne fırtına! Oyunun bu bölümü gerçekten harikaydı. En öndeydim ve kendimi fırtınanın içinde buldum bir anda. İşte tiyatro oyunculuğu böyle bir emek. Eşyalar oradan oraya gidiyor, ışıklar yanıp sönüyor, yelkenler inip kalkıyor ve tüm bunları sahnede izlediğimiz oyuncular yapıyor (ışıklar ve –ses- dışında).

Ve en sonunda Moby Dick görünür… Bundan sonrasını anlatmıyorum kendi kurallarım gereği.

Oyundaki ya da eserdeki amacın niteliği biraz da insan egosu… Kim bacağını kaptığı için koca bir balinanın peşine düşer ve onda tayfayı, avcıyı heder eder? İnsan denen mahlûk aslında beyaz dev bir balinadan çok daha tehlikelidir. Hırslarına kapılıp; ailesini, sevdiklerini hatta bir ülkeyi bile mahvedebilir. Dünyanın sonunu getirebilir. Arıların yok olması demek yaşamın son bulması demek, gerisini siz düşünün… Bir balina ve hırslı, kinci, egosu tavan yapmış biri ve yaşananlar…

Keyifli seyirler


BtL

9 Ekim 2021 Cumartesi

Rüstemoğlu Cemal’in tuhaf hikayesi

 


Ayakta alkışladığım oyunlardan oldu Rüstemoğlu Cemal’in hikayesi. Oyun tek kişilik, aslında bir çeşit meddah formu diyebilirim. Değerli  hocamız Levent Üzümcü’yü büyük bir keyifle izledik ve en kısa zamanda bir kez daha gideceğim izlemeye.

Oyun Ege havalarında başlayınca daha da hoşuma gitti. Levent hocanın ufak sirtaki oyunu ve orkestranın güzel müzikleri bizi Girit’e götürdü. Bu arada sahne dekoru o kadar güzel kurgulanmıştı ki. Tam karşınızda devasa büyüklükte barok bir çerçeve içinde Galata Kulesi, deniz, gökyüzü, bir de martı… Ağacın gövdesini ve devamını unutmadım elbet.

Resmin arkasına gizlenmiş orkestra efsaneydi. Oyun boyunca onların güzel tınılarıyla yol aldık. Oyun Girit’te başlıyor, Ayvalık’ta son buluyor.

Seyirciyle de ara sıra diyaloga girdi Üzümcü ve çok hoştu. Ne eksik ne de fazla… Oyucu usta olunca tabi nerede ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyor.

Bu tek kişilik oyunda birçok karaktere bürünüyor sanatçı. Çocuk oluyor, baba oluyor, işçi oluyor, aşık oluyor… Oluyor oluyor ve o kadar güzel oluyor ki...

İnsanı anlatıyor tek bir insan. Ve sık sık diyor ki; “insan ölünce ölmez, insan umudu biterse ölür ve en büyük yolculuk insana olandır.”

Sanatçıda birçok karakteri izledik. Kiminin tek bir repliği varken kiminin belki bir sayfaya yakın tiradı var… Hepsi birbirine yolculuk halindeydi farkında olmadan. Belki de hayatımızdaki en anlamlı ve bir o kadar da zor olan yolculuk insana olan yolculuk.

 


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...