23 Aralık 2020 Çarşamba

Yarım

 



Herhangi bir eser hakkında yorum yaparken çok dikkatli olmaya çalışırım ki genelde dikkat ettiyseniz eleştiri yapmam sadece yorum yaparım. Hele de yazınsal eserlerde daha hassas davranırım çünkü ben de yazıyorum ve bir eser kolay kolay ortaya çıkmıyor.

Bu akşam izlediğim Yarım adlı sinema filminden bahsetmek istedim. Konusu harika. Ülkemizde çok fazla yaşanmış ve halen de yaşanan bir olayı kaleme almışlar. Filmdeki Salih Karakterini Serhat Yiğit oynuyor. İyi bir oyuncudur aslında fakat asla bu rolün oyuncusu değil. “İyi oynamamış” demek kolaydır fakat filmde Salih zekâsal anlamda sorunlu bir adam. Dolayısıyla yüksek yetenek gerektiren bir rol ve herkes her rolün üstesinden gelemez. Hassas bir konu ve çok daha iyi ifade edilebilirdi. Fidan’ı canlandıran Ece Tatay ise rolünün hakkını veriyor.

Filmin konusu şöyle: Muğla’da yaşayan bir ailenin zekâ özürlü bir oğulları var 30’lu yaşlarını süren. Tip olarak sıkıntısı yok sadece zaman zaman davranışlarında taşkınlık, dengesizlik sergiliyor. Burada iş kesinlikle oyuncuya düşüyor. Her zaman söylerim; filmi ya da oyunu oyuncu izletir. Günümüzde dizide ölen başrol oyuncusu dahi dizinin izlenme oranları düşünce geri getiriliyor. Önümüzdeki günlerde bir dizide buna şahit olacağız ki haklılar; Talat Bulut gibi emsalsiz bir oyuncuyu hangi akla hizmet öldürdüler bilemedim. Yarım’da çok kuru bir oyunculuk görüyoruz bu anlamda. Oyunculuk çok zor bir iş; her oyuncu her rolün hakkından gelebilir diye bir kaide de yoktur. Mimik, bakış, duruş, yürüyüş. Bir yere düş, kus, gerekirse altına yap. Ama yap. Hocamız doğaçlama derslerinde şöyle derdi; “Sen olsan ne yapardın?” Tabi akılsal sorunu olan biriyle duygudaşlık yapmak çok da mümkün değildir ama imkânsız da değildir.

Her neyse, filmi daha derin kılmaktı söylediklerimin amacı. Aslında konu derin fakat diyaloglar ve teknik eksiğinde bol olduğu bu güzel konulu film bir dramı anlatıyor. Neredeyse 15 yaşında olan yetim bir kız doğudan bir yerden para karşılığı getiriliyor Muğla’nın bir köyüne. Bu zekâ özürlü adamla evlendiriliyor. Kız çok suskun haliyle. Ürkek ve çok yalnız. Aile bireyleri kıza iyi davranıyorlar ne de olsa “geri zekâlı” oğullarını toparlayacak, belki biraz da yüklerini hafifletecek. İlk başta anlaşamıyorlar fakat sonradan arkadaş olmayı başarıyorlar adamla kız.

Filmde sevdiğim tek sahne en son sahneydi hepsi bu. Şayet role doğru oyuncu gelseydi, belki biraz da fiziki bir özür eklenseydi yaslanabilecekleri, kızı biraz daha asi yapsalardı, filmin agresyonu daha yüksek ve sarsıcı olabilirdi.

Farklı perspektiflerden de ele alınabilecek bir film. Çocuk gelinden son sahneye gelene kadar birçok konu çıkabilir içinden. Ama maalesef fazla sessiz bir filmdi. Keşke revize edilip yeniden çekilse. Konusu gayet güzel, mekânlar harika ve son sahne gerçekten beni etkiledi. Kızın sandala uzanmış fotoğrafı harikaydı.

BtL

16 Aralık 2020 Çarşamba

Bir ben...

 


Allah'ım ya Rabbim! Pirinç toplamaya giden Japonlar gibiyim. 
Suratım servis tabağı gibi. Eh tabi Bodrum'dayım, suratım mutluluktan yayılabildiği kadar yayılmış! Simdi orada olmalıydı, Leman kafede... Bir kahve, belki bir kahve daha... Ben pek oturamam illa kalkar giderim. İçmelere doğru yürürdüm mesela. Zeki Müren müzesine gidip onun güzel şarkıları eşliğinde eşyalarına bakardım. 
En çok da mutfağını severim. Sade, sıcacık. Son kullandığı çatal bıçak; bu dünyaya ziyaret amaçlı geldiğimizi hatırlatır gibi. Bahçesinde belki bir kahve daha içerdim. Oradan taksi ya da minibüsle merkeze... Atatürk caddesine mi gitsem... oluuuur. Biraz dolandıktan sonra Yalikavak'ta alırdım soluğu mesela... Ah ne eser simdi orası, essiiiin üşümem ki.


6 Aralık 2020 Pazar

The Sea İnside

 



Hayatın pamuk ipliğine bağlı olduğunu anlatan mükemmel bir film.

Son günlerde izlediğim en güzel ve bol ödüllü filmlerden biriydi. Ramon Sampedro’nun hayatını daha doğrusu ötenazi hakkı üzerine verdiği mücadeleyi izliyoruz ve bu mücadele çerçevesinde gelişen olayları… 1998 yılında yaşanmış gerçek bir hikayeyi izlemek gerçekten çok zordu. 25 yaşında genç bir adam suya dalıyor ve felç oluyor. 28 yıl yatağa bağımlı kalıyor. Kafasından aşağısı tamamen felç.

Ramon’un bu zamana kadar yaşabilmesini, tahammül gösterebilmesini ben sanatçı ruhuna bağlıyorum. Filmde de gördüğümüz şey; Ramon şiirler yazıyor, klasik müzik dinliyor, müthiş bir hayal dünyası var. Özellikle filmde bir sahne vardı ki içim gitti diyebilirim; Nessun Dorma çalmaya başlıyor ki benim de en sevdiğim aryadır; arya çalarken; Ramon kurduğu hayalde camdan atlıyor, ormanların üzerinden geçiyor bir süre ve gerçekten çok etkileyici bir sahneydi ki ünlü bir yönetmen sanırım sadece bu sahne için tebriklerini iletiyor yönetmene. Öte yandan Ramon’un suya dalış sahnesi de efsaneydi.

Filmde genetik bir hastalığı olan bir de avukat var. Ramon’un mücadelesinde yanında olmak isteyen bir avukat. O da zaman zaman felç geçiriyor ve ya yatağa bağlı kalıyor ya da başka bir yetisini kaybediyor. İkisi birbirine çok destek oluyor. Avukatı Ramon’un yazdıklarını okuyor ve bunların kitaplaşmasının gerektiğini söylüyor. Öyle de oluyor fakat Ramon’un asıl istediği şey ölmek.

“Sana ulaşmam için iki adımlık imkansız bir yolculuğa ihtiyacım var” diyor Ramon ve onurlu bir şekilde ölmek istiyor. Rahipler, siyasiler, hukuk birbirine karışıyor bu olayda. Büyük bir çıkmaza giriyor sistem. Gerçekten de girilmeyecek gibi değil. Beyin ölümü gerçekleşen bir insanın fişi çekiliyor fakat bilinci yerinde ama bedeni sıfırlanmış biri için bu mümkün değil ve o kişi özgürlükten dem vurarak, onurlu bir şekilde ölme hakkı için mücadele veriyor! Burada haklı olan kim?

Ve tüm bu şahsi kaos içinde yaşanan yan konular da yok değil. Bu arada Ramon’un kitabı basılıyor. Adı; Cehennemden Mektuplar.

Beni üzen sahnelerden biri de en son Ramon’un yanında olan dostunun söyledikleri. Aynen şöyle diyor; “ölümden sonra hayat varsa eğer, bana bir işaret gönder.”

Hayat böyle bir şey işte…

Küçükken benim de sevdiğim birileri öldü ve insan gerçekten de bir işaret bekliyor. “Lütfen geri gelsin” diyorsun. Ya gelseydi gidenler belki de onlardan kaçardık kim bilir…

Ve bu film gerçek hayattan uyarlama olması bir yana özelikle başrol oyuncusu Javier Bardem ile zirveye tırmanmış. Makyajıyla, mimikleriyle, duruşuyla harika bir işe imza atmış.

Bu arada Ramon ölüyor evet, istediği oluyor ve bunu akıllıca bir şekilde yapıyor. Nasıl mı? İzlemeniz lazım.

Ve şükür ki yürüyoruz ve şükür ki görüyoruz… Şu tuşlara basabiliyoruz. Bu filmle kendi iç dünyanıza da ara ara yolculuklar yapıyorsunuz.

İyi seyirler

BtL

5 Aralık 2020 Cumartesi

Bir kadın: Maria Callas

 


Maria Callas’ı bilen de vardır, bilmeyen de… Yıllar öncesinin dünya çapında en önemli sopranosu. Fakat ben onun sanatı kadar kadın oluşuyla ve dramatik hayatıyla da ilgileniyorum. Büyük bir ünle başlayan ışıltılı hayatın Ege’nin sularında bitişini izlemek belki kimilerine mutluluk kimilerineyse hüzün verdi zamanında ve eminim ki çok da konuşuldu. Biraz da dedikodusu yapıldı. Callas toprağa karışmak istemedi, bir insan neden bu şekilde yok olmak ister? Aslında bunu düşünüp yaşamın kıyısında yürüyen bir insanın serüvenini okumak ve şayet çok gerekliyse bu takibin ardından bir çıkarım yapmak bence çok daha insani.

Unutulmamalı ki; hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Röportajlarını izledim… Sesini dinledim ve röportajlarını dinlemeden önce onu ekranda izlediğimde içinde saklamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Onu araştırdığımda öldükten sonra gömülmek yerine kremasyon (cesedin yakılması) isteyip, küllerinin de Ege Denizine dökülmesini vasiyet ettiğini öğrenmiştim. Eften püften bir istek değildi bu. Ancak hayatında derin izler kalmış birinin hislerinden doğabilecek zor bir karar. Böyle bir şeyi kim ister ki?

Her zaman İtalyan sanılan ama aslında Amerikalı olan sanatçı; New York’ta doğup büyümüştü. Her ne kadar Yunan asıllı bir Amerikalı olsa da günümüzden ona baktığımda üzerinde klasik bir Amerikalı değil (illa Batı diyeceksek şayet), mesela bir İngiliz asilzadesi olabilirdi Callas. Benim soylu, mahzun prensesim; tıpkı Lady Diana gibi, evet en az onun kadar utangaç ve mahzun bakıyor.

Çocukken okulda operetler ve şarkılar söyleyen bir kızdı ve bu yeteneği annesinin de gözünden kaçmamıştı. O yaşlarda Callas için bunlar günlük eğlencelerdi belki ama bir zaman sonra annesi tarafından karşısına çıkacak ve hayatını tamamen etkileyecek bir unsur haline gelecekti. O, çok ünlü bir şarkıcı olmalıydı! Babası da müzik eğitimi almasını istiyordu evet bu çok normal bir istek fakat annesi çok hırslı bir kadındı. Callas 8 Yaşında piyano eğitimi almış ve her şey ardı arkasına gelmeye başlamıştı ama tüm bunlar Callas’ın değil, annesinin hayaliydi. Callas ise o güzel gözleriyle hep geriye bakıyordu. Röportaj ve sahnelerini izlediğimde sanki gözleri hep gerideydi… Kim bilir belki de ardında bıraktığı yıllarına bakıyordu.

Annesinin baskısıyla bugünlere gelmiş olan Callas bundan oldukça şikâyetçi aslında, hatta bir röportajında “aslında bir kanun olmalı, ebeveynlerin çocukları adına karar almalarına karşı” diyordu. Çocukların iyi ve mutlu bir çocukluk geçirmeleri gerektiğini söyledikten sonra ardından gelen cümle onun bakışlarının tercümesi gibi olmuştu bana; “ben mutlu bir çocukluk geçiremedim.” Geçmişte yaşayan bir kadın olduğunu buradan da anlayabiliriz. Şu da olabilir aslında; vasat bir hayatı olsaydı eminim ki ünlü bir sanatçının da yerinde olmak isteyebilirdi çünkü insan elinde olmayan, yaşayamadığı bir şeylere her zaman özlem duyar. Mesela ben şu an İstanbul’dayım ama Bodrum’u özlüyorum, Bodrum’da yerleşik bir hayatım olsaydı bu sefer İstanbul’u özleyecektim her ne kadar özlenecek bir hali kalmadıysa da…

Fakat “an”dan bahsetmemiz gerekirse Callas böyle bir hayatın içinde büyümüş. Şu an onun hüznüne ortak olmamız gerek.

Bir zaman sonra ailecek Amerika’dan Yunanistan’a giderler ve Atina konservatuarına kabul edilir Callas. Yıllar birbirini kovalar ve Maria Callas tüm dünyanın ayakta alkışladığı bir soprano olur. Peki mutlu muydu? Hayır! Yine bir söyleşisinde; “sadece bir ailem, eşim ve çocuklarımın olmasını isterdim” demişti. Çok şaşırmıştım. Benzer bir cümleyi Coco Channel’den de duymuştum. O da dünya modasına yön veren dev bir markanın kurucusuydu ama yalnız ve mutsuzdu. Bir isim daha var ki, Leyla Gencer… 



O da Türk soprano. İtalyanların bağrına bastığı bir sanatçı. Kaderi tıpkı Maria Callas’ın kaderine benziyor diyebiliriz. Mutsuzluk, başarı ve yalnızlık bu kadınların ortak noktası. Leyla Gencer bir banka memuruyla evliydi. Çok fazla görüşemiyorlardı.

Bir fark var; Gencer işine âşıktı. “adanmış sanatçı” diye bahsediliyordu ardından ve Maria Callas’ın da sesine hayran olduğu biriydi Leyla Gencer. Bana sorarsanız sesi; Callas’tan çok daha güçlüdür. Ama kimin umurunda? En azından şu an benim umurumda.

Callas için işin başka bir boyutu da vardı mutsuzluğuna sebep; magazinciler! Hayatına yön vermeye çalışan haberciler onu sık sık üzüyordu. Bir limana sığınma isteği yıllar sonra karşısına ve bizlerin de karşısına; “sansasyonel hayatıyla da dikkat çeken sanatçı” olarak gelecekti. Başarılı ve ünlü bir kadının limana sığınma isteği ne olabilir? Güçlü bir eş. Onu bulmamıştı ve her zaman yarım kalmıştı bir şeyler. Ne kadın erkekten ne de erkek kadından üstündür. Eşit olma durumu ise tartışılır… Şu bir gerçek ki; herkesin bir limana ihtiyacı var. Bu hafta Maria Callas’tan ve biraz da Leyla Gencer’den bahsetmek istedim. Elbette bir sayfaya sığmayacak hayatlar ve güçlü karakterler. Biri Ege'de diğeriyse Marmara'nın sularında... 


BtL

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...