23 Haziran 2019 Pazar

Yolda


Nefes alamadigimi sapkamin golgesine sigininca farkediyorum ve gelen esintinin sadece yelpazemden kaynaklandigini... Bulutlu olacakti bugun, icimdeki bulutlar dagilacakti belki... Basimi onume egdigimde uzerimdeki kumasin dun kumas pazarindaki bir tezgahin uzerinde oldugu geliyor aklima ve ayaklarima degdigini hissediyorum omzumdan baslayarak...

Elimin uzerine dokulen turuncu fularim Budist Rahiplerin şallarini hatirlatiyor... Turuncu ve oldukca kutsal...


Rengi solmus bir gul gibi... Herhangi bir gul degil, kurutulmus bi Balat gulu kadar anlamli geliyor... Ruhuma dokunmasi icin kokmasi gerekmiyor, cok pembe olmasi da... Hasir sapkamin ellerimde biraktigi izlere bakiyorum ve bir dusunurun "cocuklar islak beton gibidir" sozu geliyor aklima; ne yaparsaniz izi kalir diyor sonunda. Cocuk gibi oldugum geliyor aklima. Bir dostum sen yaslanmasin demisti, bir diger dostumsa serzeniste bulunmus; cocuk gibisin demisti... Ne yapayim, pamuk sekerini cok seviyorum deyip onun agzina da bir parca tikmistim ve o da cocuk olmustu.
Hep bir seyler oluyor ve hep bir seyler oluyoruz... Canim pembe renkli pamuk sekeri istiyor. Biraz da soguk su. 

AMOUR

Piyano resitalinden dönüyorlardı…
Huzurluydular ve yılların alışkanlığının verdiği güven duygusu kurdukları cümlelere de yansıyordu.
O gece…






Kadın yatakta doğrulup belki de neden var olduğunu ya da var olup olmadığını düşündü… Belki de hiç yoktu ve belki de dünyaya uğramıştı… Öylesine.
Haşlanan iki tane yumurta yılların rutiniydi o güne kadar. Her sabahın sevimli şahitleri. Vefanın ve sadakatin süsü olabilirdi bu kahvaltı da diğerleri gibi.
Sıradan, günlük soruların cevapsız kalmasıyla bozulan bir sabah rutininin kaymasıydı insanı ölüme yaklaştıran… Hazır değildi belki de sahne yeni bir perdeye. Zaten insanın hazırlanmasını beklemez hiçbir oyun aslında…
“Perde!” Der duymadığımız bir ses…
 Perde! Ve sen, bilmediğin bir oyunun oyuncusu olmuşsundur!
Bir avuç su ile ferahlayan beden, hava sıcak da olsa hissetmeyebilir günü geldiğinde.
Su, sesi ve varlığını asla tam olarak anlamlandıramadığımız bir kaynaktır çünkü.
“Aziz ol” temennisine mazhar olabiliriz en fazla bir bardağı ile. Ve umut dolar içimiz önümüzdeki var olma olasılığı meçhul olan yıllar için.
Mutfağın suyu akıp duruyordur fakat o an önünden geçsen dahi kapatmazsın musluğu. Önceliğin o an “lanet olası” diyebileceğin bir ayak bağıdır sadece. Aksın, bir ömür gibi aksın… Ne olabilir ki!
Karısının anlamsız bakışlarının yanında ne su ne de suyun görkemli sesi… Artık önemsizdi.
Bazen hayatın seninle dalga geçtiğini düşünürsün… Bir şeylerin bittiğini zannedip kafandaki perdelere yeni şeyler eklersin. Bir bölüm, bir bölüm daha hatta bir ölüm dahi serpiştirirsin kısa koridorun bitimine kadar. Döndüğündeyse her şey yerli yerindedir. Gidip gelen sen olmuşsundur.
“Nereye gittim ben!”
Öfkelenirsin… Ve korkarsın da aslında, belli etmezsin… O en fazla “lanet olsun” diyebileceğin rutine âşık olmuşsundur zira. Sağlıklı bir rutindir seni hayata bağlayan, yaşam denen küçük oyunu var eden ufak lanet şey.
Seni şaşırtan her ne yahut kimse delilikle itham edersin. Çünkü seni yanıltmıştır ve bu hiç işine gelmez zira tek hazinen huzurdur. Bunu bozacak hiçbir şeye tahammülün olamaz.
İlgi sandığımız şey, bencillik olabilir mi?
Kader sana “oyun” oynuyordur ve oyuncuya kızarsın. Kızma çünkü sen de bu oyunun bir parçasısın.
Beden bir gün tepki vermez. Kendi bedenin ya da karşındaki insanın bedeni. Sona yaklaşmayı istemezsin. Bu, o koca gerçekle yüzleşmenin en dramatik sahnesidir. Hoşuna gitmez. Fakat işte o gerçek kocaman bir karanlıktır küçük aklında, yüzleşmek zor gelebilir. “Hiç” olduğun gerçeği sarsabilir.
Uyanırsın ve karşılaştığın küçük bir değişiklik seni şaşırtır, şaşırırsın sadece ve fazla anlam yüklemezsin. Yüklemek istemezsin.
Yaşlanmış parmağındaki alyansı fark edersin. Alyans, bir varlığın ve sadakatin habercisidir. Var olduğun gerçeğinin bir sembolü… “Var” ve “varsın”… Nereye kadar olduğunu bilmediğin bir varoluşun perde arkası seni ürpertir her zaman…
Yıllar önce benzer bir yokluğu yaşadığımda bir karşı bedende, doktorun söylediği şu cümle sahnenin ve perdenin kimin elinde olduğunu kanıtlar gibiydi: “hafıza kaybı felci önlemesi içindir”… Annem bir akşamüstü “burası neresi” dediğinde ben yoktum o an ve o da o an yoktu… Var sanmıştık, var olmadığım gerçeği bir tokattı yüzümde o “an”…
“Geçici bir şey…”
Bu, seni dünyaya getiren gücün sana bir şans daha vermesidir. Hani akıllı cihazlar sinyal verir ya “yeterli hafıza yok” diye… Telefonunu ya çöpe atarsın ya da silersin gereksiz şeyleri… Ve o şeyler anlamını yitirir bir anda. Yeni olana yer bulma fikri daha caziptir, geleceğe ömür biçmek gibi!
Amour’a devam  edersek; karanlık bir ev… Sokak lambası ya da Dolunayın ışığı aydınlatıyor ortalığı… Paris grisi üzerine geliyor insanın… Soğuk renkleri her zaman sevmişimdir tıpkı beni ilk kez gördüğünde “ne kadar da kibirli” diyenlerin sonunda dertlerini akıttığı bir havuza dönüşmem gibi topluyor hüzne dair ne varsa duvarlar…
Duvarlar… Bir uçağın kara kutusu gibiler.
Nice sohbete ev sahipliği yapmış o sevimsiz koltuklar daha da sevimsizleşiyor alacakaranlık odada…
Sabahki kahvaltı sofrası içine kapanmış, demlikteki çay bile şaşkın… Yetim kalmış bir çocuk gibi şaşkın…  Yumurta kabukları süpürülmeyi bekliyorlar.
Çaresizliğe takılan birçok isimden biridir damar tıkanıklığı… Zamanı gelmiştir ve tıkanmıştır. Sebep aranmaz. Aranırmış gibi yapılır ve enikonu kollarda birkaç iğne deliği ve çiş testiyle neticeye boyun eğilir. Devamı ise çaresizliktir. Tıpkı keyifle başlayıp “bitmesin” dediğin bir kitabın kapağını kapatmaktır gerçek netice!
Ömrünün iki kapak arasına sıkışmış olması seni yorar.
Yaşamın sadece “umut” denen kelime içinde yeşermeye başlaması ve devam etme arzusunu görürsün her zaman attığın adımların izlerinde fakat hiçbir şey ilk günkü gibi değildir bilirsin…
Haşlanmış iki yumurtaya saklanmış gizli bir sevgidir seni besleyen… Duyumsarsın. Bunu yıllar sonra çok daha fazla hissedersin… Proteinin ve kolesterolün canı Cehenneme! Ki, kolestrol bir semptomdur, yiyin gitsin masum sarısını beyazının içinde bir şeyler netleşinceye kadar ve ne, ne kadar nettir bu hayatta sence?
Beklemek…
Yoksulca beklemek...
Bilmemenin, bilememenin yoksulluğu bir ızdırap gibi dolanır boynuna. 
Ölüme direniş başlar ama nereye kadar? Gitmeli, evet o gitmeli…
Denir ya hani; “çok çekmedi”… O da çekmemeliydi…
Ve çok fazla çekmedi...

9 Haziran 2019 Pazar

Film şehir

İstanbul, senaryoya ihtiyacı olmayan bir film gibi... Her şey mevcut. Yapılması gereken tek şey; susup izlemek.
BtLAsK


Leblebi tozu

Çok sıcak ama güzel bir sıcak...



İnsanı dışarı çekecek kadar...

Yürümek ve hep yürümek...


Manavların, baharatçıların olduğu sokaktan geçiyorum... Yaz meyveleri göz kamaştırıyor. Favorim olan papaz erikleri göz kırpıyor "ye bizi" diye... Beş liralık erik alıp kemire kemire yoluma devam ediyorum...



Eskicilerin sokağına geliyorum. Seyyar eskiciler son zamanlardaki favorim. Arabalarında yok yok. Bir pipo dikkatimi çekiyor. Kadehin içinde sahibini bekler gibi duruyor. Kadehle iç içe geçmişler yaşanan hayatların geçtiği gibi. Belki o kadehten şarap içen dudakla, pipoyu tüttüren dudak arasında bizim dahi hayal edemeyeceğimiz bir hikâye vardır...



Bir tarot kutusu görüyorum içi bos... Kartları yok içinde, kim bilir diyorum belki de o kadar çok hayata yön verdiler ve o kadar çok umut dağıttılar ki en sonunda yorgun düşüp kendileri dağıldılar başka başka dünyalara... Eriğimi bitirip, turumu tamamladıktan sonra vapura biniyorum...



İstikamet Eminönü...



Sahi siz hiç leblebi tozu yediniz mi? Neyse o sonraki konu...



Kağıt helvacısı "son on tane kaldı" diye helvalarını satmaya çalışırken, kıyıya yaklaşmıştık bile...



Eminönü turundan sonra kitap okumak için bir yer bulmak istiyor canim... Tekrar vapura biniyorum, Galata Köprüsünü görünce pişman oluyorum Karaköy’e yürüyerek geçmediğim için... Gülüyorum kendi kendime, közlenmiş mısırların kokusu çarptı beni diye...

Kulaklığımı takıyorum, tuşa basar basmaz “Shape Of My Heart” çalıyor. Jantimi düşünüyorum bir de leblebi tozunu...
Deniz mavi ve sessiz, düşüncelerim deniz kadar mavi, yavrularını koruyan bir martı kadar çığlık çığlığa...
Ve martılar karşılıyor Karaköy motorunu...


Çığlıklar bitmiyor, bu sefer balıkçılar başlıyor; "abla balık ekmek 13 Lira" ... Aç değilim aslında, o an obur oluyorum yarim ekmeğin arasında... Şalgam suyu ile taçlanıyor bu gırtlak macerası da...


Ve İstanbul Kitapçısında buluyorum kendimi...
Bir bardak cay ve bir de kitap alıyorum elime... Güzel bir esinti var... Orhan Veli okuyorum, sanki beni anlatmış diyorum;


"Simdi evime girsem bile
Biraz sonra çıkabilirim
Mademki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve mademki sokaklar kimsenin değil."

5 Haziran 2019 Çarşamba

Tablo


Nişantaşı’nda bir sergi açılışına davetliyim…
Yoldayım… Hem yürüyorum hem gece gördüğüm rüyayı düşünüyorum. Kendi kendime söyleniyorum yine garip garip rüyalar görüyorsun diye.
Galeriden içeri giriyorum. Oldukça kalabalık. Şık bir garson elinde tepsi şarap ve meyve suyu servisi yapıyor… Ressamlar, konuklar tabloları yorumluyor. Ben de tek tek tabloları dolaşmaya başlıyorum.



Taşköprü isimli bir tablonun önünde duruyorum. Ne tuhaf diyorum kendi kendime çünkü ressamın imzasını göremiyorum. Galeri sahibi tanıdık bir dost beni görünce hemen yanıma geliyor. Selamlaşıyoruz. Tabloyu soruyorum elimle göstererek, kimin bu tablo diyorum. Pardon hangi tablo diyor… Taşköprü tablosu diyorum. Nerede diyor, işte bu diyorum elimle tabloyu işret ederek. Başımı geri çevirdiğimde etrafımda kimse olmadığını görüyorum. Elimdeki kadeh yere düşüyor… Beyaz zemin kırmızıya boyanırken, tablonun içinden insan sesleri geldiğini duyuyorum. Korkarak tabloya dokunuyorum. Hissettiğim şey sadece dokulu bir zemin.
Başımı geriye çevirecekken küçük bir el beni tablonun içine çekiyor.
Ayaklarıma dikenlerin battığını hissediyorum. Virane bir yer. Çalı, çırpı… Nerede olduğumu düşünemeden kendimi o köprünün üzerinde buluyorum.
Boş köprünün üzerinde bir sürü gölge görüyorum… İnsan sesleri duyuyorum…
Çocuklar…
Çocuk sesleri geliyor kulaklarıma.
“Neden buradayım” diyorum…
“Bir neden mi arıyorsun” diyor küçük bir çocuk.
Üzerinde günümüze ait olmadığı belli olan kıyafetler var şaşırıyorum.
Lanetlendiğimi düşünüyorum önce…
Çocuk kahkahayla gülmeye başlıyor karşımda, iyice sinirlerimi bozuyor onun o alaylı hali…
“Seninle alay etmiyorum ki” diyor.
“Beni arayan sensin” diyor…
İçimden geçenleri nereden biliyorsun dememe kalmadan karşımda kocaman bir adama dönüşüyor.
Başka bir mevsimde buluyorum kendimi.
Rüzgâr, fırtına… Adamın saçları uçuşuyor, yüzünü net olarak göremiyorum.
Elimi tutuyor, köprüyü birlikte geçiyoruz…
Bana öyküler anlatıyor…
Geri dönmek istemiyorum.


BtLÂşK

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...