30 Mayıs 2019 Perşembe
Masal Dilencisi
Masallar anlatıyor bana. Şiirler okuyor. Olur olmaz zamanlarda güzel bir şiirle ya da masalla karşıma çıkıyor. Aslında sesiyle çıkıyor, soluğuyla ve tüm kalbiyle çıkıyor karşıma. Kalbime fısıldıyor şairin dizelerini ve kalpten giden kalbe tesir eder sözünü ispatlar gibi sesinin her tınısı... Küçük bir çocuk gibi sarılıyorum her cümleye fakat o bunu bilmiyor…
Bir varmış bir yokmuş derken, neyim var neyim yok onu düşünüyorum. Başka bir âlemdeyim hissediyorum. Ne yürüdüğüm yollar bildiğim yollar ne duyduğum sesler bildiğim sesler orada…
Anlattıkları ne Anka’nın otuz kuşu ne de kırmızı başlıklı kız. Aşktan bahsediyor ve “Kırmızı bir kuştur soluğum” derken, hiçbir şiirin kırmızı kalpli olmadığını anlıyorum… Balonlara, yastıklara ya da pelüş ayıların kucağına sığmayacak kadar büyük ve gerçek bir aşk, inanıyorum.
Boşlukta olduğumu hissediyorum...
Bir uçurtmaya dönüşüyorum… İçim gıdıklanıyor. Alışkın değilim ki uçmaya. Ya düşersem diye korkuyorum. Tutunacak bir şey de yok etrafta. Ağaçlara yaklaşıyorum... Biraz ileride deniz var en çok da ondan korkuyorum ya düşersem? Ben yüzme biliyorum peki ya şimdi? Uçurtmalar yüzer mi?
Şehir şehir her yer şehir... Alabildiğine insan ve ev yığınları görüyorum. İnsanlar, eşyalar her ne varsa donmuş gibiler. İnsanların birbirlerine bakmadıklarını görüyorum. Ama masallar böyle olmaz ki diyorum.
İnsanları izledikçe gücümü kaybettiğimi anlıyorum… Düşüyorum… Kuyruğumun bir parçası kopuyor. Daha da telaşlanıyorum ama yapacağım hiçbir şey yok.
Bana anlattıkların böyle değildi diye geçiriyorum içimden bay ses! Keşke yanımda olsaydın diyorum.
Gözlerimi kapatıyorum, içim daha da kötü gıdıklanıyor, kusacak gibi oluyorum. Ani bir sarsıntı yaşıyorum… Sıcacık ve yumuşak bir şey hissediyorum. Gözlerimi açtığımda kocaman bir bardağın içinde olduğumu görüyorum.
Bu bir çay bardağı! Biri kocaman elleriyle bardağı kavrıyor ve tam dudaklarına götürecekken dur yapma, içme diye bağırıyorum. Sanki duymuş gibi bardağı yerine bırakıyor ama parmakları hala bardağın kenarında. Sessizce parmaklarının ucuna doğru tırmanıyorum. Parmak boğumlarına dolanmış kırmızı bir tespih görüyorum… O kadar göz alıcı ki sanki içinde ateş var. Ürperiyorum fakat bundan başka da şansım olmadığını çok iyi biliyorum. Tespihe ulaşmaya çalışıyorum. Olanca gücümle sarılıyorum bir tanesine. Yuvarlak ve kaygan olduğunu hissediyorum. Kuyruğumdan akan çay damlacıkları parmak uçlarına damlıyor. Fark etmesinden korkuyorum. Ya beni bir böcek ya da sinek zannedip silkeleyip atarsa. Ya toz olacaktım bu dünyada ya da bana biçilen rolü oynamaya devam edecektim bu akıl almaz sahnede!
Olamaz diyorum! Tespihle oynamaya başlıyor. Parmakları ha dokundu ha dokunacak diye içim içimi yiyor! Tespih tanelerini çektikçe parmak uçlarına yaklaşıyorum. Bir tane, bir tane daha ve işte tam zamanı! Tespihin ortasına atlıyorum korkarak. Artık durmuştu içim rahattı. Küçük bir çocuk gibi sallanıyordum kırmızı tespihinde. Ne denizde ne de bir bardak çayın içinde boğulmamıştım.
Ve ne bir vardı, ne de bir yoktu, anlamakla anlamamak arasında gidip geliyordum… Keşke bir tespih tanesi de ben olsaydım diye geçirdim içimden ve o an içimden bir şeyin geçtiğini hissettim… İçimden geçen şey aniden koptu hepimiz yere dağıldık. Biri üzerime basacak diye o kadar korktum ki… Keşke, keşke demeseydim diye geçirdim içimden.
Taneleri toplarken bir şeyler söylüyor duyuyorum; aşk diyor, tespih tanesi gibi dağıtır insanı. Yüzlerce yıl öncesine gidersin, bilmediğin bir ülkenin bilmediğin bir kasabasının bilmediğin ve hiçbir zaman bilemeyeceğin bir sokağında buluverirsin kendini. Yabancılaşırsın kendine bile. Hiçbir şey eskisi gibi değildir. Ne sen, ne de yaşadığın ülke. Hiçbir şey umurunda olmaz. Ölmek mi yoksa yaşamak mı deseler verecek cevabın bile olmaz. Şu tespih tanelerinden daha değersizsindir. Neyken ne olursun; beyken koca bir hiç. İşte toprak olmak o zaman işine gelir. Kolayına kaçarsın, gebermek istersin… Susarsın biraz da… Dost ararsın ama bulamazsın. Buldukların da filozof kesilir anında. Kendine bakarsın, tanıyamazsın. Kalbini kesip atmak istersin sanki seninmiş gibi… Ama en fazla saçlarındır kesip attığın. Kökü sende derler ya! Hep bir teselli hep bir umut. Saçımın kökü bile umut saçacak neredeyse! Acziyetin daniskası! Masal anlatırken masal olmak bu olsa gerek!
Avucunu sıktığını hissediyorum… Sıcacık, öfkeli ve şefkatli…
Kalp atışlarını dinliyorum saatlerce…
Başım göğsünde…
Güneş doğmak üzere.
24 Mayıs 2019 Cuma
Yakaza
Bitmek bilmeyen yokuşları vardı bir de tepede kırmızı bir okul.
Yorulmuştum…
Hızlı adımlarla çıkmamam gerektiğini anlamam için kalp atışlarımı hissetmem gerekmiş meğer.
Duruyorum yolun ortasında. Eski bir şehrin yaşlı martıları uçuyor gökyüzünde birer ikişer. Terk edilmiş taş bir binanın önündeki son basamağa oturuyorum. Bir sakız gibi eğilmiş olduğunu fark ediyorum ortalara doğru.
Yokuşun yorgunluğunu atlattım derken sıcağın yorgunluğu çöküyor üzerime. Uykum geliyor.
Elimi merdivene koyup destek alıyorum. Başım hafif yana düşüyor. Gözlerimin kapandığını hissediyorum. Tatlı bir yorgunluk var gözlerimde. Yanmasına ve kapanmasına engel olmak istemiyorum. Biraz dinleniyorum, gücümü toplayıp kalkıyorum...
Yokuşun sonundaki okula doğru yürüyorum. Kiliseye gelmeden hemen solunda eski hatta terk edilmiş bir bina görüyorum. Kapısı aralık. İtiyorum ve kapının güzelce bir bahçeye açıldığını görüyorum. Bahçeyi keşfe çıkmış gibi hissediyorum. Yok, yok burada...
Güller, ortancalar, çeşitli ağaçlar hatta bakla bile var... İlk defa pişmemiş bakla yiyorum. Tadı fena değil. Arka tarafa geçtiğimde karşıma bir gül ağacı çıkıyor. Gövdesi mavi yaprakları yeşil. Sanki beni yanına çağırıyor. Ona doğru yürüyorum ve yürüdükçe kollarını acar gibi hareketleniyor. Ürperiyorum, biraz duruyorum.
Durduğumu görünce hareketlerini yavaşlatıyor. Beni korkutmak istemediğini anlıyorum ve ben de korkmadığımı ispatlar gibi hızlı adımlarla yanına gidiyorum. Gövdesine dokunuyorum mavi, yapraklarına dokunuyorum yeşil. Gülleri pembe ve çok güzel kokuyor. Isparta'lı misin diyorum, sanki gülüyor. En güzel gülünü bana uzatıyor. Alamam diyorum ya canin acırsa... Israr ediyor sanki. Dalıyla beraber yere düşüyor pembe gül. Yerden alıyorum. Kokusu bütün şehre yayılıyor...
Bahçenin içindeki eski binadan zil sesi geliyor. Okul zili. Çocuklar çıkıyor dışarıya siyah onluklu. Hepsi kız, hepsi mutlu. Yanımdan geçiyorlar, göz göze geldiklerime gülümsüyorum karşılık vermiyorlar. Beni görmediklerini anlıyorum... Duyduğum ürperti yerini korkuya bırakmadan biri elimden tutuyor, avuçlarımız öpüşüyor sanki... Bakmıyorum yüzüne. Beni bahçeden dışarı çıkartıyor. Konuşmadan yürüyoruz... Ve şehir hâlâ gül kokuyor…
Yorulmuştum…
Hızlı adımlarla çıkmamam gerektiğini anlamam için kalp atışlarımı hissetmem gerekmiş meğer.
Duruyorum yolun ortasında. Eski bir şehrin yaşlı martıları uçuyor gökyüzünde birer ikişer. Terk edilmiş taş bir binanın önündeki son basamağa oturuyorum. Bir sakız gibi eğilmiş olduğunu fark ediyorum ortalara doğru.
Yokuşun yorgunluğunu atlattım derken sıcağın yorgunluğu çöküyor üzerime. Uykum geliyor.
Elimi merdivene koyup destek alıyorum. Başım hafif yana düşüyor. Gözlerimin kapandığını hissediyorum. Tatlı bir yorgunluk var gözlerimde. Yanmasına ve kapanmasına engel olmak istemiyorum. Biraz dinleniyorum, gücümü toplayıp kalkıyorum...
Yokuşun sonundaki okula doğru yürüyorum. Kiliseye gelmeden hemen solunda eski hatta terk edilmiş bir bina görüyorum. Kapısı aralık. İtiyorum ve kapının güzelce bir bahçeye açıldığını görüyorum. Bahçeyi keşfe çıkmış gibi hissediyorum. Yok, yok burada...
Güller, ortancalar, çeşitli ağaçlar hatta bakla bile var... İlk defa pişmemiş bakla yiyorum. Tadı fena değil. Arka tarafa geçtiğimde karşıma bir gül ağacı çıkıyor. Gövdesi mavi yaprakları yeşil. Sanki beni yanına çağırıyor. Ona doğru yürüyorum ve yürüdükçe kollarını acar gibi hareketleniyor. Ürperiyorum, biraz duruyorum.
Durduğumu görünce hareketlerini yavaşlatıyor. Beni korkutmak istemediğini anlıyorum ve ben de korkmadığımı ispatlar gibi hızlı adımlarla yanına gidiyorum. Gövdesine dokunuyorum mavi, yapraklarına dokunuyorum yeşil. Gülleri pembe ve çok güzel kokuyor. Isparta'lı misin diyorum, sanki gülüyor. En güzel gülünü bana uzatıyor. Alamam diyorum ya canin acırsa... Israr ediyor sanki. Dalıyla beraber yere düşüyor pembe gül. Yerden alıyorum. Kokusu bütün şehre yayılıyor...
Bahçenin içindeki eski binadan zil sesi geliyor. Okul zili. Çocuklar çıkıyor dışarıya siyah onluklu. Hepsi kız, hepsi mutlu. Yanımdan geçiyorlar, göz göze geldiklerime gülümsüyorum karşılık vermiyorlar. Beni görmediklerini anlıyorum... Duyduğum ürperti yerini korkuya bırakmadan biri elimden tutuyor, avuçlarımız öpüşüyor sanki... Bakmıyorum yüzüne. Beni bahçeden dışarı çıkartıyor. Konuşmadan yürüyoruz... Ve şehir hâlâ gül kokuyor…
23 Mayıs 2019 Perşembe
Bodrum'a özlem ve sevgiyle
Bodrum'a özlem ve sevgiyle...
Semt pazarı var bugün...
Kalabalıktır yine ama güzel bir kalabalık... Yeşil zeytinler bas kösede olur her zaman. Domatesler en güzelinden... Semizotu biricik dostum benim. Meydana geliyorum. Alabildiğine güneş. Banklardan birine oturuyorum. Ağacın gölgesi serinletiyor beni. Yüzümde geziyor yapraklarının gölgesi.
Hemen karsımda bir pastane. Önündeki ahşap masalarda birileri limonata içiyor. Bir iki kopek bankların gölgesine sığınmış. Küçük gara doğru yürüyorum... Her zaman narenciye aldığım abiyi göremiyorum. Sahi bugün pazar var diyorum içimden, oradadır muhtemelen...
Karşıya geçiyorum sonra, deniz kıyısına. Ne tarafa gitsem diye düşünürken oturmak geliyor içimden. Deniz kenarında bir taş. Kocaman bir taş. İskelede yürüyorum sandaletlerimi çıkarıp. Bastıkça tahtanın verdiği yumuşak sıcaklığı hissediyorum hoşuma gidiyor... Bir sure denizi izliyorum. Hava esiyor tabi,
Yalıkavak burası eserliklidir havası... Rahatsız etmiyor beni gulu seven dikenine katlanır misali... Gözüme kestirdiğim taşa bakıyorum uzaktan bir de iskelenin demir basamaklarına. Basamaklarda oturmayı tercih ediyorum. Ayaklarım suya değiyor, serinliğini iliklerime kadar hissediyorum.
Ayaklarımı çırpıyorum... Çocuk gibiyim nasıl da seviniyorum su taneleri yüzüme gözüme değdikçe. Biri görüp deli diyecek diye de sağıma soluma bakıyorum, hoş kimseler yok ortalıkta. Su beni yavaş yavaş içine çekiyor. Serinlik içimi ürpertiyor. Su boğazımı geçiyor ve ben hiç hareket etmiyorum. Su beni içine çektikçe sanki çok daha huzurlu hissediyorum. Artik o serinliği hissetmiyorum.
Beklediğim bir şeymiş gibi, bana iyi gelecekmiş gibi kabulleniyorum... Dünyada değilim artik... Masmavi bir yerdeydim... Ayaklarım yere basmıyor. Yukarıya baktığımda kocaman bir aydınlık görüyorum. Dönmek istemiyorum. Biliyorum ki o aydınlık aslında çok karanlık.
9 Mayıs 2019 Perşembe
KAFKA-DÖNÜŞÜM SAHNEDE!
Bu akşam payıma düşen ve dört gözle beklediğim oyun:
KAFKA/DÖNÜŞÜM idi…
Beni tanıyan dostlar Kafka’yı ne kadar sevdiğimi bilir.
Benim de en az onun kadar kafkaesk oluşumdan mı yoksa özel ve ortak bir
paydamız oluşundan mı bilinmez…
Sanatta hiçbir zaman salt
gerçekliği savunmadım savunanlara da hayretle bakıyorum ve işin tuhafı bir süre
sonra kendileriyle çeliştiklerini de hayretle izliyorum. ( bunu neden söyledim;
Kafka gibi yazarlar hikâyelerinde bir yerde gerçeklikten koparlar ve fakat
verdikleri mesajlar ağırdır) 1915’ten bu
yana “Dönüşüm” adlı eser hâlâ okunuyor ve üstüne de sahneleniyorsa oturup
düşünmek lâzım.
Konumuza gelirsek…
Oyun zor muydu? İzlediğim en zor oyunlardan biriydi. İzlemesi
de zordu oynaması da. Özellikle Gregor Samsa’yı canlandıran Mehmet Selin Sağdıç’ı
bir kez daha tebrik ediyorum. Eminim ki hayatının rolüydü! Bu her şeyden önce
psikolojik bir gerilim. Sadece böceğe dönüşmüş bir insanı değil tam manasıyla
ruhu konuşturmaktı mevzu, nitekim oyun bizi Kafka’nın deyimiyle “iğrenç”
gerçeklerle beraber ölümle yüzleştirdi. İşte Kafkaesk düşünce burada devreye
girer ve gerçeklikten kopma olarak nitelendirilen tavırda o “iğrençliği” dibine
kadar hissedersiniz.
Kimileri tarih boyunca Kafka’nın öykülerinde siyaset aradı
fakat Onun hiçbir eserinde siyasete yer yoktu zira kendisi de siyasetle bir
şeylerin duzeleceğine inanmıyorum diyen bir sanatçı ve maalesef bir memurdu ki
hemen hemen tüm eserlerinde memuriyet hayatından kinayeli de olsa birkaç paragraf,
sitem görürsünüz (güdük beyinli insanları kinaye yoluyla ve yine gerçeklikten
koparak eleştirir). Hayatındaki en büyük problemi ise babasıydı ki bu oyunda da
onu oldukça büyük ve karanlık bir şekilde görüyoruz… Kafka’nın eserlerinin yakılması vasiyetini
yerine getirmeyen dostu Max Brov'u da şükranla anıyorum…
Bu öyküyü bir mektubunda “iğrençlik” olarak niteleyen Kafka,
insanın insanla olan kavgasını tüm açıklığıyla dile getirmiştir.
Eserinde kendini kadim Mısır’ın Bok Böceğine dönüştüren
Kafka nın öyküleri büyük sırlara doludur anlayana…
Kısacası bu oyun bir aynadır insanlığa.
Emek veren herkese, Alt Kat Sanat ekibine sonsuz
teşekkürler.
BtLÂşK
5 Mayıs 2019 Pazar
Günlerden Antalya, anlardan medeniyet yani ilahi nimet
diyelim.
Medeniyet bir ilâhi nimet olamaz mı? Halinizden ne kadar
memnunsunuz acaba?
Side Antik kent ve tiyatrosundan sonra müzesi çok iyi geldi.
Zaten sanat “iyi” gelmeli. Sanatın özelliği bu, işlevi bu. Sadece bakmak değildir
mesele. Sana ne hissettirdiğidir asıl olan. Her şeyden somut şifa aramak ve
bulmak değildir yaşam. Ruhun çırpınırken turp yemişsin, yeşil çay içmişsin ne
gam!
Bak şu heykellere! Konuşmuyor mu sence. Bir şeyler
fısıldadığını söylemezsen inanmam sana zira ben ne çok şey duydum yanlarından
geçerken dahi. Göz göze geldik Antalya Müzesiyle özdeşleşmiş dans eden kadın
heykeliyle. Dans ederken etrafımda İmparator Hadrianus’la yüz yüze geldim. Elimden
tuttu sanki bir şeyler anlatıyor gibiydi.
Ve tabi bir şeyleri algılayabilmek için ülke ekonomisinin de
nereye gittiğine bakmak lazım… Neyse bu benim konum değil konu etsem de şahsi
fikirlerin ötesine geçmez.
Gelelim heykel işine. Bu müzeye mutlaka gidin. İhtişamı
görün. Roma dönemi imparatorları ve imparatoriçeleriyle tanışın. Heykellerin
hemen hepsi M.S. 2 yy. tarihli. “O dönemde bunlar” derken ders almak lazım. “Biz
ne yapıyoruz” demek lazım. Adamlar yapmış, bir medeniyet bırakıp gitmiş.
Ramazan geliyor, heykel orucu bozar mı demeyin. Kendinizi
zorlayın.
Bir nesli arabeske kurban verdik, bir nesil pop kurbanı
oldu, şimdiki nesil politika ve internet kurbanı oluyor… Heykele ya da sanatın
herhangi bir dalının günah olup olmadığını tartışanların günahlarıyla bir Eiffel
Kulesi de biz dikerdik. Bu arada “Demir Bayan” olarak anılan Eiffel Kulesi
zamanında reddedilmiş bir kuleydi ve çalışan yüzlerce işçinin parası da
ödenmemişti. Bugün geldiği yere bakın.
Bu eserlerdeki ilâhi gücü, mesajı, izi, ilmi görmemek için
kör olmak lazım.
Ama tabi benimki çok ütopik şeyler. Medeniyet, sanat,
plastik sanat vesaire… Bir çeşit monolog… Çok etkilendim paylaştım. Özür
dilerim : )
BtLÂşK
4 Mayıs 2019 Cumartesi
Mavi Kuş
Şehir Tiyatrolarında yeni sahnelenen oyunlardan biri olan
Mavi Kuş adlı oyun için…
…
Hayat bir yolculuktur elbet…
Ve bazı yolculuklar bitmez… Bu bazı dediğimiz yolculukların
yolcuları bir âlemdir zira.
Mavi kuş ne bir kuştur bu oyunda ne de kocaman mavi bir
uçurtma. Mavi Kuş çok uzak bir kasabanın biricik mavi otobüsüdür.
İster kasaba otobüsü deyin ister köy.
Mavi Kuş bizi iki perdelik bir yolculuğa çıkarıyor. Bir kere
şunu söylemem gerekiyor ki, sahnedeki otobüs harikaydı. O otobüse ben de binmek
isterdim hele de şoförü Tarık Köksal ise…
İki perdelik oyunu akşamın geç saatlerinde esnemeden izlemek
biraz zordur. Bir yerde tıkanırsınız, e insanız! Fakat ilk dakikadan son ana
kadar pür dikkat izledim/izledik…
Konusuna gelirsek; dedim ya hayat bir yolculuk diye, bu oyun
da hayattan nasibini almış. Otobüste yabancı turistten, köy ağasına, tutuklu mahkûmdan
jandarmaya, delisinden dingiline kadar kimi ararsanız var. Dönem oyunu olması
da ayrı bir renk…
Hele de oyunda bir ağır çekim sahnesi var ki sanırım o
sahneyi izlerken herkes koltuğundan bir o yana bir bu yana savrulduğunu
hissetmiştir. Kendimi içinde bulduğum nadir oyunlardandı.
Küçük bir alan, çok oyuncu, kısa ve zengin konular
silsilesi.
Dünü, bugünü ve yarını anlatan, komediyi ve dramı aynı anda
hissettiren bir oyun.
İşin sonuna gelirsek ki tabi ki sonunu anlatmayacağım… Son
son değil zira… Bu güzel oyunun sonu başı demek.
Bu oyunun sonu yok. Sonunda başlangıç var ve öyle böyle
değil.
Ha merak mı ettiniz? Paşa paşa gider izlersiniz bana da
teşekkür edersiniz ve dahi başta Tarık Köksal olmak üzere tüm oyunculara. E
ağaya da buradan selamlar olsun o da çok şekerdi ve çok gerçekti. Yok mu böyle
tipler? Var böyle tipler. Her oyun bize bir ayna bizler oyunlara konu…
Hayat bir yolculuktur elbet…
Mustafa Kutlu’nun dimağına, oyuncuların ve emegi gecen herkesin ellerine,
gönüllerine sağlık.
Not: İşiniz bitince o mavi otobüsü bana verin : )
BtLÂşK
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Merhaba Halikarnas Balıkçısı
Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...

-
Yazıp yönettiğim Gazi Sofrası adlı oyunun ilk gösterimi 10 Kasım’da İBB Şile Kültür Merkezinde gerçekleştirildi. Oyunun sanat yönetmenliği...
-
Kirin Kiki’nin ve Masatoshi Nagase’nin oyunculuklarına hayran kalacağınız bir Japon yapımı. Türkiye de sinir olduğum şeylerden biridir ba...