Van Gogh
“Sevmek ve çalışmak” yazıyor oyunun tanıtım broşüründe. Tiyatro
Gerçek’in sahneye koyduğu, Hakan Gerçek’in yönettiği ve oynadığı Van Gogh
oyununu W. Gordon Smith yazdı.
Öncelikle oyunun çok zor olduğunu ifade etmem gerek. Çünkü
canlandırılan isim çok ağır. İşte hep derim özellikle biyografik oyunlar,
anlatılar çok risklidir ve özen gerektirir. Çalakalem anlatamazsınız onları.
Hakan Gerçek bunun hakkını vermiş. O’nu bir kez daha tebrik ediyorum hem kendi
adıma hem de Türkiye’nin tek tiyatro gazetesi olan Tiyatro Gazetesi adına. Çoğu
zaman yazacak oyun bulamıyorum biliyor musunuz… Kötü olanları da yazmıyorum ama
artık yazacağım, başka çare yok. Hadi ezberi vardır, hadi emeği vardır deyip
susuyordum ama maalesef artık susmak yok.
Dün akşamki oyun rüya gibiydiyse diğerleri ne diyor insan
kendi kendine. Bu iş sanat işi. Gülmeyiverin, tiyatroya giderken beklentilerinizin
içinde eğlenmek olmayıversin. Kahkaha atmayıverin bir saat, iki saat. Bir hayatı
okumak düşünmekten geçer. İşte Hakan Gerçek bir hayatı anlatıyor sahnede. O
kadar büyüyor ki, devleşiyor adeta. Van Gogh oluveriyor karşımda ve diyor ki; “büyük
sanatçıların gönlünde Tanrı yatar”. Ulaşılmaz olduğu düşünülen bir varlığa
ulaşma çabası mıdır üretmek? Bir heykeltraş neye ya da kime ulaşmak ister?
Fırça fırça yollar kimin için çizilir yıllar boyu, neye ulaşmaktır amaç?
Ve devam eder:” Çizgi çizebildiğin kadar ressamsın” der ve
sık sık empresyonistlerden bahseder. İzlenimcilik. Empresyonistler ışık, renk kavramı
çerçevesinde hiçbir şeyin aynı kalmayacağını savunurlar. Onlar için “an”
önemlidir. Van Gogh da empresyonisttir Monet gibi.
Çizgi yani desen ressamlar için önemlidir. Koleksiyoner ya
da resim meraklıları için de önemlidir. İşi bilen biri soyut bir eserle
karşılaştığında sanatçının desenlerini de görmek ister nereden nereye geldiğini
anlamak adına. Ben de eskiden soyut sevdalısıydım resimle ilgilenirken, halen
de öyle en fazla kübik severim. Hatta bir keresinde kendimi boyamıştım, delilik
bedava! Hocalarım her zaman “desen çalış” derlerdi. “Deseni çöz sonra ne yaparsan
yap.” Denirdi. Doğruydu, çözmüştüm. Haftalarca küp çizmiştim, tek bir küp!
Hocam tamam olmuş dediğinde dünyalar benim olmuştu, küp çizmekten kurtulduğumu
düşünürken önüme bir anda üst üstte ayakkabı kutuları dizmiş ve aynen şunu
demişti: “şimdi bunlara çalış” …
Oyunda böyle monologlar da oldu. Özellikle resim sanatına derin
ilgili olanları mest edecek bir oyun bu. Sahnede Gogh’un çok ünlü eserlerini de
gördük. Oyuncu hepsinin hikayesini anlatıyor. Takıldığım şeylerden biri neden
demir sütunlar kullanıldığıydı. Ben olsaydım dağınık bir sahne kullanırdım. Şu
da olabilir; o sütunların arkasında Gogh’un iç dünyası mı vardı, sırları mı
vardı, ulaşılmazlıkları mı vardı? Anlamak gerek…
Van Gogh’un portrelerinden tek tek bahsetmesi keyifliydi. “Üzgün
Van Gogh, mutlu Van Gogh…” Gözlerine bakarak tahlil yapması, şapkasının
üzerinde mumlar yakması, bir büstü sahneye fırlatması… Tüm detaylar
düşünülmüştü. Ve hoşuma giden şeylerden biri Patates Yiyenler tablosundan
bahsedilmesi oldu. Çünkü çok sevdiğim bir eserdir hatta son romanımda bahsi
geçer… Gogh diyor ki o eserini açıklarken;” ortalığa dürüst bir yoksulluk yayılsın istedim”
… Cümle harika değil mi?
Ve tabi meşhur günebakanları. Van Gogh sarısını ressamlar ve
meraklısı bilir. Yıllar önce benim de başım dertteydi bu sarıyla. Onu bulduğum
an başlardım günebakanları tuvale yapıştırmaya. Van Gogh olacağım ya! Bayağı bir
yapmıştım ve o bulduğunuz rengi kaybetmemeniz gerek çünkü yarına da lazım,
kurumaması lazım. Hatta elimde kalan bir örneği paylaşabilirim.
Ve Van Gogh’un hayatı birçok sanatçı gibi renkler ve kelimelerle
sınırı değil. Hakan Gerçek bunu tüm içtenliğiyle sahneye taşıyor. Bu ve benzeri
oyunları izlemek ve anlamak hatta keyif almak için belli bir alt yapının olması
gerekiyor. Ki tiyatro bana göre eğlence yeri değildir. İlla düşünüp delirmek
zorunda da değilsiniz. Ama günün sonunda bilmek, anlamak ve hissetmek zorundasınızdır.
Tiyatro insana bunu verir ve vermelidir. Maalesef günümüzde herkes sanatçı
olduğunu ve elinden çıkan bazı şeylerin “sanat yapıtı” olduğunu iddia ediyor.
Bu gerçekten çok komik ve yorucu. Aynı gazetede yazmaktan mutluluk duyduğum ve “sanata
evet” sloganıyla her fırsatta insanlara sanat olgusunu aşılamaya gayret eden başarılı
oyuncu Tamer Levent de son zamanlarda bu soruna dikkat çekiyor.
Oyuna devam edersek, oyunun genel alt yapısı Van Gogh’un
kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan geliyor. O kitabı okumanızı öneririm. Theo’ya
Mektuplar.
Merak ettiniz değil mi, evet oyuncu oyunun sonlarına doğru
usturayla kulağını da kesiyor. Ve ardından monolog daha dramatik şekilde
ilerliyor. Zaman zaman sayıklamaya dönüşen konuşmalar gerçekten çok etkileyiciydi.
Van Gogh’un merak uyandıran bir diğer eseri Tutuklular Çemberi ise aslında O’nu
anlamamız için en iyi ip uçlarından biri. Bu tabloyu da gördük sahnede.
Ben tiyatroda sadelikten yanayım. Teknolojinin olmadığı,
yalın ve en saf haliyle insanı izlemek, duymak, anlamaya çalışmak.
Burada çok büyük bir ekran vardı. Ekran derken ressamın ve
konunun ruhuna uygun olarak farklı bir zemin üzerine yansıtıldı tablolar. Diyorum
ki, o dev zemin olmasaydı da tüm eserler tek tek tuval üzerinde şövaleye konsaydı.
Kostüm, eşyalar her şey döneme uygundu. Dönemsel uygunluk
benim için çok önemli. Ayakkabısı bile neredeyse birebir aynıydı.
Tabi sahne birçok riski de içinde barındırıyor. En öndeki izleyici
tabloyu görüp okuyabilir ama en arkadaki izleyici görebilir mi? Bunlar eminim
ölçülüp biçilmiştir ve böyle bir sonuca da varılmış olabilir. Bir de küçük bir
akustik sorunu vardı sanki. Onun dışında ne vardı; çok büyük bir emek vardı,
yetenek vardı, sayfalarca ezber vardı, dekor vardı… Gülmedik, ağlamadık sadece Van
Gogh’u yaşadık. İşte bütün mesele bu.
Teşekkürler Hakan Gerçek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder