26 Mart 2022 Cumartesi

Üsküdar’a bir yıldız düşmüş adı; Sahne Hane ve perde!

İleri tarihli birkaç oyun biletim vardı ama illaki bu akşama da bir oyun bulmalıydım… Öncelikle Anadolu yakasını tikleyip oyunlara bakmaya başladım ki karşıma Sahne Hane çıktı! Çıktı çıkmasına da Üsküdar diyor… Şehir Tiyatrolarının varlığından haberdarım ama bu Sahne Hane de neyin nesiydi? Haritayı büyüte büyüte baktım… E bu yol o yol, e bu sokak o sokak… Bildiğin bizim Üsküdar burası! Hemen kaptım bileti! İyi ki de kapmışım. Oyunun adı: Perde Arkası

Sahnenin varlığından haberim yoktu. Bir yandan sevindim bir yandan da daha önce nasıl haberim olmadı diye hayıflanıyorum. Neyse ki Aralık’ta açılmış. Geç keşfetmiş sayılmam. Fakat dikkatimi çeken şey aşağıdaki metin oldu. Alsam mı almasam mı, saati kaç, hangi gün derken oyuncularla alakalı bir detay verilmişti…

“Onlar, tiyatrodan farklı meslekleri olan tiyatro âşıkları. Kimi bankacı, kimi mühendis, kimi öğretmen, kimi öğrenci... Hepsinin ortak noktası tiyatroya gönül vermiş olmaları. İşlerini tamamladıktan sonra dinlenmek yerine tiyatro provası yapmayı tercih ediyorlar, Fazla Mesai'ye geliyorlar...”

Bu metni okur okumaz tereddüt etmedim ve kendimi Sahne Hane’nin kapısında buldum. Oyundan da öte bu tiyatro âşıklarıyla tanışmalı ve onları tebrik etmeliydim.

O çok sevimli ve davetkâr Sahne Hane tabelasının altından geçip basamaklardan indim usulca… Birkaç kişi çoktan gelmiş oyun saatini bekliyordu. Basamaklar sonlanınca sizi trajedi ve komedinin simgesi, gülen ve ağlayan suratlar karşılıyor. Hemen sağında gelecek oyunların afişleri… Biraz ötedeyse içecek bir şeyler bulabileceğiniz mini kafe… Bu arada kahveler ucuz, kahve içmeye de gidebilirsiniz bence.

Çok şirin bir mekân olmuş. Mekanın fikir mimarı aynı zamanda oyuncu ve yönetmen Can Törtop, burası için bir çeşit “mahalle tiyatrosu” diyor ve ekliyor;” Üsküdarlılar burayı çok sevdi ve benimsedi. Anneler çocuklarını alıp geliyor. Çocuklar da dâhil herkese hitap eden oyunlar sergileniyor.”

Gelecek olanlara duyurayım; mekânda sokak canlarına mama bağışı da kabul ediliyor. Onlar için bile oyun sahnelemişler. Buranın iyi aurasını gerçek entelektüel kafaların varlığına borçluyuz sanırım. Bir düşünür entelektüeli sadece entelektüel değil “baştan aşağı entelektüel” olarak nitelemişti yani tavra, yaşam biçimine bir atıftı bu, içinde biriktirdiklerinin hayata yansıması. Burada da onu gördüm. Can Bey olsun, oyuncular olsun hepsi mütevazı ve asla amatör değiller, tevazu da bundan kaynaklı olsa gerek! Hayvan ve insan dostu, işlerinden arta kalan zamanı sanata adayan güzel insanlar topluluğu.

Orayı o kadar sevdim ve varlığından dolayı mutlu oldum ki bu gidişle oyundan bahsedemeyeceğim sanırım. Fakat Üsküdar’ın büyük bir eksiği kapanmış. Evet, Üsküdar’a gökten bir yıldız düşmüş, dilerim bu yıldız sonsuza dek parlar.

Oyuna gelirsek…

Adı üzerinde Perde Arkası… Oyunun asıl amacı insanın hırsını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermek. Bunu da hakkıyla verdiler. Konusu;  sahne alan oyuncuların oyun bitiminde perde arkasında yaşadıkları. Oynadıkları oyun Othello. Bu tabi oyun içinde bir oyun. Othello da pek manidar olmuş. “Othello Hamlet’in bir yankısı gibidir” der Özdemir Nutku Othello için yazdığı bir girizgâhta… Bu akıllıca tercihin ardından güzel performanslarla tamamlanan oyunda amiyane bir ifadeyle; insanoğlu birbirini nasıl satar gerçeğine ulaşıyoruz. Bazen düşünürüm Shakespeare nasıl bir hayat yaşadı ki ışığı bugünlere kadar geldi. Bir benzeri de bana göre Machievelli’dir. Siyaseti ve insan ilişkilerini çözmüş adamlar. Oyun Othello’nun karısı Desdemona’nın etrafında dönüyor. Alkışı alıyorlar, perde kapanıyor… Huyumdur bilirsiniz ser veririm ama oyunun can alıcı kısmını asla söylemem. Othello bu oyunda sadece bir girizgâh, devamıysa şahsi hırsların Othello’nun gölgesinde devamı… Promiyer sonrası kutlama yapıyor oyuncular. Kadehler havada tokuşuyor, herkes birbirini tebrik ediyor… Fakat bu tebriklerin arkasında dönen entrikaları bir oyuncunun ortadan kaybolmasıyla anlıyoruz. Ortada bir ceset var! Hadi bu korkuyu geçtik, cesedi masaya yatırıp parmağındaki yüzüğe kadar soymak da nesi?

“Homo homini lupus”

Merak mı ettiniz o zaman gidip izleyiniz.

Oyunun sonunda oyuncularla kısa bir sohbetimiz oldu. Evet, gerçekten de tanıtımda altı çizildiği gibi hepsinin farklı alanlarda uzmanlıkları var, memuru da var, terapisti de var… Hatta bir kaçı müdürdü. “Müdürüm” deyince valla önümü ilikledim. Müdür müdürdür değil mi ya… Ama şu bir gerçek ki sanatçı, makamlar üstüdür.

Çok mütevazı ve hoş bir mekân, oyuncular çok başarılı, lokasyon iyi… Evet, Üsküdar’a bir yıldız düşmüş ve belli ki bu yıldız nice yıldızlar doğuracak, Üsküdar’ı aydınlatmaya devam edecek. Başarılarınız, alkışınız bol olsun, Üsküdar’a hoş gelmişsiniz.

 

 



 

22 Mart 2022 Salı

Sanatçının hayatı kolay olabilir mi; Moulin Rouge

1954 yapımı Moulin Rouge adlı filmi bir ressam dostumun tavsiyesiyle izledim. O dönemde romantik ama bugün psikolojik gerilim diyebileceğim bir film.

Filmin ardından sanatçının hayatı kolay olabilir mi diye düşündüm. Sevdiğim birçok sanatçı geçti aklımdan ve hiç birinin hayatının kolay olmadığını hatırladım. Öyle ki içlerinde umutsuzluğa düşüp intihar edenleri de vardı. İşte bu filmde de aslında bir intihara rastlıyoruz. İlla kafasına silah dayamak, denize atlamak ya da bir kutu hap içmekle olmuyor bu iş. Kendini yalnızlığa hapsetmek belki de en acıklı olanı.

Film 1800’lerin sonlarına doğru ünlenen Fransız ressam Henri de Toulouse Lautrec’in hayatını anlatıyor. 36 yıllık hayatında ölümsüz eserler veren ressamı da ressam yapan bir çilesi vardı. Bu çile olmasaydı resim yapmak belki de hobinin ötesine geçmeyecekti.

Köklü bir aileye mensuptu ta ki çocukken bir kaza geçirene kadar. Kaza neticesinde bacaklarının uzaması durur ve kısa bacaklı bir adam haline gelir. Bunu doktorlardan ilk duydukları anda anne ve babasının arasında gerginlikler yaşanır. Çünkü anne ve baba kuzendir. Bacaklarının eski haline gelememesindeki temel sebep; büyük oranda akraba evliliğidir. Bir sakat çocuğa daha tahammül edemeyeceğini itiraf eder baba ve evi terk eder. Lautrec’inse yakın çevresi tarafından duyduğu duyacağı tek şey; korkunç bir cüce olduğudur.

Doğup büyüdüğü toprakları terk etme zamanı gelmiştir. O da dönemin ünlü ressamlarından olan Van Gogh gibi Post empresyonizm akımına dahil olur öte yandan afişin de bir sanat eseri olabileceğini kanıtlar.

Lautrec hemen her akşam Moulin Rouge pavyonuna gider. Çok içer ve içerken de boş durmaz, dans edenlerin ve pavyondaki diğer tiplerin resmini yapar. Bu resimler onun geride bıraktığı yapıtlardır aynı zamanda ve filmde rol alan karakterler de birebir aynıdır neredeyse.

Gelelim bizim tabirle zurnanın zırt değdi yere… Aşk! Evet O da aşık olur… Hem de bir hayat kadınına. Hayat kadınına aşık olunmaz mı? Olunur elbet. Ama bu kadın Lautrec’e hayatı zindan edecektir.

Psikolojik kısım neredeyse 30. dakikadan sonra başlıyor 2 saatlik filmimizde… Sokakta karşılaştığı kadına korumak için sahip çıkıyor ressam. Evine kadar getiriyor. Ama kadın tam bir arıza! Lautrec yalnız yaşayan ve kalbi kırık bir adamken bu kadına rastladı… Ne olmalıydı? Sabahları şarkı söyleyen bir adama dönüşmeliydi. Dönüştü de ama bu uzun sürmüyor filmde. Kadın çok kompleksli. Çıktıkları bir yemekte adamın soylu bir aileden geldiğini öğreniyor ve adamı aşağılamaya başlıyor. Ressam bacaklarının kısalığına alışmış gibi görünse de işin aslı öyle değil. Bazı insanları gülerken görürüz, tebessüm yüzlerinden hiç eksik olmaz fakat madalyonun diğer yüzünü hiç düşünmeyiz. İşte ressam da onlardan biri.

Ressam samimi duygularla kadına yaklaşırken kadın en çirkef haliyle onu bir şekilde itiyor. Hastalıklı bir ilişki başlıyor aralarında. Bir gün kadın evden çıkıyor bir saat sonra döneceğini söyleyerek. Fakat gelmiyor. Ressam camdan her baktığında gördüğü tek şey; sokak lambasının aydınlattığı boş bir sokak!

Bu boşluklarda diyoruz ki, sanatçıyı sanatçı yapan bu acılar mı? Evet, yeteneği varsa insanın birçok şey huzur içinde vücut bulmuyor. Özlem, uzaklıklar, bazen gereksiz yakınlıklar bir sanatçının doğumunu sağlıyor. Bu anlamda örnek gösterdiğim yegâne isim Kafka’dır. Onun da derdi babasıylaydı ne ilginç ki ressamın da derdi aslında babasıyla. Mozart’ın da öyleydi!

Ressam sevilmediğini iyice anlamıştır, bir sabah dışarı çıkar. Ressam dostlarına rastlar ve masalarına oturur ve her zaman ki gibi konyak söyler. Arkadaşlarına karşı öfkeli konuşur öyle ki bir arkadaşının Louvre Müzesine gitme teklifine karşılık oranın bir mezarlık olduğunu söyleyecek kadar.

Çünkü o bir “cücedir” ve sevdiği kadın onu bırakıp gitmiştir. Üstelik kadının onu sevmediğini bildiği halde aklı hep ondadır!

“Bu adam Mona Lisa’nın evne mezarlık diyor!”

“Ünlü Mona Lisa dünyanın en güzel resmi. Şu anda Leonardo’nun önünde diz çöküp ona teşekkür edebilirim.”

“Dünyanın en güzel resmi olduğunu nereden biliyorsun? Ve Leonardo’nun yaptığını nereden biliyorsun?”

“Nereden mi biliyorum? Çünkü hissediyorum. Hem de tam yüreğimde hissediyorum.”

“Ben de yüreğimde ukala olduğunu hissediyorum ama öyle biri değilsin.”

“O gülümsemeyi nca Leonardo resmedebilirdi. Kadının gözleri bile gülümsüyor.”

“Göbeğiyle gülümsese bile, bu onu Da Vinci’nin resmettiğini göstermez.”

“Ama teknik, fırça izleri her şey onun imzasını taşıyor.”

“Saçmalama, Mona Lisa’nın Leonardo’nun olduğunu bilmenin tek yolu var.Üstünde ismi yazan küçük pirinç bir plaka. İyi günler beyler ben gidiyorum.”

“Onu bu kadar mutsuz eden kim acaba?”

Bu diyaloglardan hangisinin Lautrec’e ait olduğu ortada. Filmde en sevdiğim bölümden birkaç diyalogtu.

Bu arada ressam her gece gittiği pavyonun fişlerini yaparak afiş kavramını farklı bir boyuta taşırken pavyon sahibi de köşeyi döner.

Sonuç olarak;

Ailede başlayan mutsuzluk yerini yalnızlığa bıraktı… Resimler, boya kokuları ve içki şişleri arasında geçen hayat… Ardından bir kadın, onun ardından bir kadın daha… Ressam genç yaşta hayata veda etti son nefesinde mutluluğu yakalayarak.

Babası gelir ve ölüm döşeğindeki oğluna şöyle der;

“Tabloların Louvre Müzesine asılacakmış, duyuyor musun beni? Seni anlayamamışım bağışla beni.”

John Huston’un yönettiği filmde resamı Jose Ferrer canlandırıyor. Muhtemelen çekimler boyunca dizlerinin üzerinde yürüdü. Hepsine selam olsun.


 


11 Mart 2022 Cuma

İnziva’ya farklı bir bakış: Sislerin arasında hesaplaşma

 

Bazen sahneyi değil hayatımızı sis
 basar. Neyi neden yaptığını bilmeksizin kendini savaşın ortasında bulursun. Günler geçer düşünürsün, aylar geçer sorgularsın, yıllar sonraysa gülmeye başlarsın… Gülersin ama neden?
İnziva adlı oyunu ikinci izleyişim. Bu sefer sahnede iki asker değil iki insan gördüm. Toptan tüfekten, üniformadan uzaklaşarak izledim oyunu.

İnsanın kendini tanıması ve anlaması için bir insanın ona ayna olması gerekir. Ve bu yansımaların ardından tasavvuf öğretisindeki “gaybet” olgusu yaşanır yani kaybolmak… Kendini ararken, kendini karşındakinde bulmak. Burada böyle bir hedef yok elbette fakat hadiseyi tam olarak idrak edebilmek için her türlü enstrümanı kullanmak ve doğru algılayabilmek lazım.

Burada “aşk” var. Kendini “adamışlık”… Bunun için gerçekten âşık mı olmak gerek? Peki insan kendini kolay kolay adayabilir mi? Bu hâle gelene kadar uzun ve çetrefilli yollardan geçer insan tıpkı sahnede olduğu gibi. Bu adamlar zihinlerinde gizlediği her şeyi sarıp sarmalamışlar. En çok da kahramanlık bohçasına sarmışlar her ne varsa. Bu varlık da olabilir, yokluk da…

Çıkar yolları kalmamıştı ve asker olmuşlardı. Hani aşk? Bizler de birer asker değil miyiz? Yaşam denen hengâmenin içinde ayaklarımızda postal, sırtımızda çanta savaşmıyor muyuz karşımızdakiyle ya da kendimizle. “Ama karşında düşman yok ki?”

Yoksa “insanın en büyük düşmanı kendidir” deyip sıyrılmalı mı işin içinden. İşte tüm bu sorgulamaların ardından sahnede gördüğümüz şey; şimdiye kadar gelişmiş ama bir şekilde baskılanmış travmalar. Beyaz fayansın arasındaki kirden yerde dolaşan böceğe kadar hepsi bir şeyler anlatıyordu… Belki anneye belki de babaya sözler veriliyordu “bir daha yapmayacağım”

Keşke bir daha yapsaydı o her ne idiyse ve şu an ki durumunu aklamak için “yine olsa yine yaparım” deme gafletinde bulunmasaydı. Sahnedeki adamlar birbirlerini tanımazken birbirlerine ayna olarak insan olabilmenin yükünü yüklenmişlerdi nihayetinde. Bu anlatılanı her gün yaşıyoruz farkında olarak ya da olmayarak. Hayat aynı, hikayeler aynı, endişeler, korkular, umutlar… Farklı olan ne?

Herkes içine düştüğü yarıktan kurtulmayı bekliyor. Kimi gerçekten cephede, kimiyse kendi içinde. Sahnede iki büyük oyuncu vardı bu akşam benim için. İkisi de çok insandı, iyi bir tercümandı… Bu arada abartmıyorum; ikisi de insanı ürpertiyor oynarken. “Gerçekten delirdi mi bu adamlar” diyorsunuz ya da “nereye düştüm ben… savaşta mıyız? Ya da bu bir kabus olmalı!”

İçlerinden birer yaratık çıkacağını düşündüğünüz anda sis makinesi devreye giriyor neyse ki…

İşte tiyatro böyle bir sorumluluk. Ruhunu, bedenini ortaya koymak, kendinden vaz geçmek böyle bir şey olmalı.

Ve oyun özetle diyor ki; delireceksen de, bir şey yapacaksan da şu hayatta; neyi neden yaptığının bilincinde ol. Bazı şeyler sana üzülme hakkı da tanımaz diyor, kuyruğu dik tutmak nereye kadar? “İnsan” olduğunda iş işten geçmesin. Olmak ya da ölmek aynı şeylerdir aslında eğer hakkıyla olacaksa.


7 Mart 2022 Pazartesi

Bir aşk ve cesaret hikayesi: Cyrano

 


Aynı adlı sahne müzikalinden sinemaya uyarlanan Cyrano harika bir dönem filmi. Gösterinin köküyse 1897 tarihli Cyrano de Bergerac’a dayanıyor. Bugün aslında Büyük Sahne’ye oyun izlemeye gitmiştim. İki perdelik çok güzel bir oyundan çıkmış merdivenlere doğru yürürken filmin afişi dikkatimi çekti. Cyrano’yu okuyunca aklıma orijinal oyunu geldi. Hemen internetten kontrol edip bilet aldım. Film başlayalı beş dakika olmuştu ve kendimi hemen salona attım. Bu arada tek başıma vip salonda izledim filmi. Yok yok bana özel değildi ama öyle oldu sanki.

Eserin orijinalinde Cyrano güzel meziyetlerine rağmen burnunun çok büyük olmasından dolayı utanç içindedir. Burada ise boyunun kısalığından dolayı çekinen biri çıkıyor karşımıza. Daha önce de performansını izlediğim ve her görüşümde fazlasıyla Charlie Chaplin’e benzettiğim bir oyuncu var; Peter Dinklage. Amerikalı tiyatro oyuncusu Peter bu filmde de harikalar yaratmış.

Film görsel anlamda buram buram tarih kokuyor. Aksesuarlar, kıyafetler tipik bir görsel şölen. Filmde çok kişinin gözünden kaçabilecek bir detaydan bahsetmek istiyorum. O dönemde düelloya davet, eldivenin yüze çarpılmasıyla olurdu (Puşkin de maalesef böyle bir düelloda hayatını kaybetmiştir) İşte filmdeki tiyatro sahnesinde de bunu görüyoruz. Cyrano güçlü ve cesur bir askerdir. Bu düellodan da sağlam çıkar.

Çok güçlüdür ama Roxanne’ye açılamaz. Çok aşıktır. Dük de aşıktır ona başka bir çok kişi de ama Roxanne çok gururlu ve çok romantik bir kadındır. Durmadan yakınır “biri bana duygularını söylese, sonsuza kadar yanımda kalacağını söylese…” diye şarkılar söyler. Bir gün Roxanne de aşık olur. Ve bu aşık olduğu adam Cyrano’nun alayına katılacak bir asker adayıdır. Cyrano ve Roxanne çocukluk arkadaşıdırlar… Bir gün Roxanne aşık olduğunu Cyrano’ya anlatır ve o kişiyi alayında korumasını ister Cyrano’dan. Cyrano bağrına taş basar ve adamı incitmez. Asker artık alaydadır ve o da Roxanne’ye aşıktır.

Gel gelelim duyguların ifadesine…

Burada aslında gözümüze sokulmak istenen şey maddeden çok mananın ne kadar önemli olduğu. Roxanne duygulara çok önem veriyor. Ve askerden mektup istiyor fakat adam duygularını ifade etmekten aciz “her şeyi verirdim birinin hislerimi ona söylemesi için” diyor cesur savaşçı ve Cyrano bu konuda ona yardım ediyor.

Burada aklımıza  “kalem kılıçtan keskindir” sözü gelmeli. Cesaret, yakışıklı oluş ve birçok özellik de bir yere kadarmış. Bu filmde ise Cyrano’ya kadardı… Çok fazla anlatmayayım. Cyrano devamlı bu askerin ağzından aslında kendi duygularını yazıyor Roxanne’ye ve kadın adama büyük bir tutkuyla bağlanıyor aslında bağlandığı kişi Cyrano’nun kalbinden dökülenlerdir.

Sonun da ne mi oluyor…

İzleyince göreceksiniz.

(Bu arada filmdeki bir sahne aklıma İnziva adlı oyunu getirdi. Buradan yazanına, yönetenine, oyuncularına da selam olsun…)  Filmde bir mağara sahnesi vardı. Mağarada askerler ailelerine verilmek üzere mektuplar veriyordu ulağa… Asker her yerde asker acı her yerde aynı.

Özetle: Cisim öylece kalırken, ruh çok güzel kazanır. Uzun vadede mânâ her zaman galip gelecektir.


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...