27 Eylül 2021 Pazartesi

Nuri Bilge Ceylan ve Ahlat Ağacı

 


Nuri Bilge Ceylan ve Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim ve her izlediğimde beni kahkahaya boğan sahnelerini başa alıp tekrar izlediğim bir film Ahlat Ağacı… Gülerken ağlarsınız ama… 1990’larda başlayan sinema serüveninden bugünlere baktığımızda “ne değişti bu ülkede” diyor insan ve maalesef başını önüne eğiyor hiçbir şeyin değişmediğini görünce. Ceylan’ın izlemediğim tek bir röportajı kalmamıştır, hele kamera arkaları ayrı bir güzellik. Ondaki sabır, azim, öğretmenlik takdire şayan. Keşke onunla çalışma şansım olsaydı… Kim bilir… Tek bir eser dahi veremeyip kibrinden başka bir yerinden soluyanlar da biraz ondan örnek alsa keşke… Yıllar önce ilk filmini ses kaydı yapmayan yani bütçesince aldığı kamerayla çekti. Filmde annesi vardı, babası vardı… Devamında birçok filmde yine annesi ve babası başroldeydi. Anlamak ve hayatı sinema perdesinde okumak için neye ihtiyaç olup olmadığını bize koca koca harflerle anlatıyor asında Ceylan… Bunu hem görsel olarak yapıyor hem de işitsel.

 Onu bir dönem de ödül alırken söylediği iç yakan sözle hatırlıyoruz… Dünyaca ünlü aktör Sean Penn Ceylan’ı sahneye çağırırken, Ceylan’ın o an ki tavrı, Tarkovski’nin sahnede ödülünü aldığı an “mersi” diyerek geriye çekilmesini hatırlatır bana… Fakat bir fark vardı bu sahnede, Ceylan ödülünü ülkesine adamıştı şu sözlerle: “Ödülümü tutkuyla sevdiğim, güzel ve yalnız ülkeme adıyorum”…

O adını altın harflerle kazımış bir düşün insanı her şeyden önce. Bir söyleşisinde bahsettiği üzere; taşra kültürüne ve dahi bürokrasisine fazlasıyla hâkim, insan dilini çözmüş, salt entelektüel değil her kesimin hakkını en az bir sosyolog hassasiyetiyle veren bir sanatçı.


Gelelim Ahlat Ağacına; çok geç yazıyorum bu yazıyı… Bazen yazmaktan da korkar insan. Erteler bazı yazıları… Başlığını atarsın ama aradan yıllar geçer, geçer… Oysaki demlenmektedir kafada bir şeyler… Filmde beni benden alan şeylerden biri de nokta atışlarda kulağımda dolaşan o ölümsüz tını; Bach – Passaglia and fugue C minor.

Film üniversiteyi yeni bitirmiş gencin eve kesin dönüşüyle başlıyor. Bu arada bu filmde oyuncu açısından çokça risk almış Ceylan. Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar. Doğu ve Murat komedyen. Bir NBC filminde risk değil midir? Etik ve profesyonellik açsından değildir elbette fakat ilk bakıldığında “acaba” der mi insan? Kimi der… Bennu… Tam da yerine denk gelmiş ama gördüğüm göreceğim en mimiksiz oyuncu sanırım. Bennu’yu da Bennu yapan bu olsa gerek.

Filmin ana teması taşrayı taşlamak olsa gerek. Bence Ceylan bu filmde gelmişini geçmişini taşrasal bir tabanda sorguya çekiyor, hıncını alıyor. Net. Hatta bir replik beni benden aldı… Okkalı bir küfürden sonra: “diktatör olsam buraya(Çan) bir atom bombası atardım sevabına” diyor Sinan (Doğu Demirkol).

Onu çok iyi anlıyorum. Taşra kafası entelektüel bir kafayı asla anlamaz bunu kabul etmek lazım. Hatta öyleleri vardır ki şehirde asimile olduğunu iddia eder bir takım lisanlarla fakat bu zandır sadece. Orada dedikodu vardır, mal mülk teşhiri vardır… Var olan bu şeyleri üst üste koyunca ortaya o kadar küçük bir dünya çıkıyor ki aslında, işte büyük kafalar bu dünyada yaşayamayacağını anlıyor. Tıpkı Ceylan gibi. Ki Ceylan Çanakkale’li. Neredeyse tüm filmlerini Çanakkale’de çekti. Bu filmde Çanakkale de geçiyor Çanakkale/Çan. Filmde bir kasabalı bakış açısının insanı nasıl bir girdaba çektiğini rahatlıkla görürsünüz. Yalnız bu film de diğerleri gibi okunmayı hak eden bir film. Kaç kez izlerseniz izleyin her seferinde bir nüans gelip yüzünüze çarpacaktır.

Okulunu bitirip evine dönen Sinan anne, baba ve kız kardeşiyle yaşar. Ve bir de kitap yazmıştır Sinan. Kitabını bastırmanın peşindedir fakat bu konuda yüzü gülmez bu kasabada. Önce Belediye Başkanına gider. Buradaki diyaloglar halimize göz kamaştıran bir ışık tutuyor… Ondan istediği karşılığı göremeyince birkaç kişiye daha gidiyor. Asıl mesele taşranın düşünsel keşmekeşini ortaya sermek. Ceylan bunu büyük bir ustalıkla ilmek ilmek dokumuş.

Öte yandan bu dış kaosun yanında ailesel kaos da var. Mesela; Sinan’ın kitap için paraya ihtiyacı var ama dedesinin altınlarını köyün imamına “borç” olarak verdiğini öğreniyor. Ve o an yaşanan hadise şu; imam gezmeye gidiyor ve ezan okuma işini de bu yaşlı adama devrediyor. İmam ne yapıyor? Bir ağaca çıkmış elma yiyor…

Bu kadar detaylı yazmamın sebebi, o kadar hassas noktalar var ki bu filmde bana göre Kış uykusundan da güzel bir film. Birçoğu bu film için; Ceylan’ın diğer filmlerine yapılan eleştirilere nispetle böyle bir film çektiğini söylemişti. Böyle derken daha anlaşılır, daha içerden ve daha somut… Adı her neyse; anlamak için birkaç kez izlemenizi tavsiye ederim.

Ussal birçok diyaloğun hakkıyla geçtiği film gerçekten ders niteliği taşıyor bana göre. Sinan’ın babası ise öğretmen öte yandan iflah olmaz bir kumarbaz… Maddi kayıplar vermiş öte yandan manevi de… Her ne kadar hayatı ciddiye almıyor gibi görünse de onda da derin izlere rastlıyoruz. Yine filmde önemli bir detay var; karınca detayı… İzleyin ve takip edin.

Filmin çok konuşulan sahnesiyse iki imam ve Sinan’ın konuşmaları, oysa ona gelene kadar her sahnesi, her kelimesi altı çizilecek nitelikte. Taşra sığlığını tıpkı bir sis gibi üzerimize örtüyor Ceylan ve bu siste yolunu bulmaya çalışan bir gencin hikâyesi. Belki de savaşçı demeliyim.

Ve kar yağar son sahnede…

Baba oğul yan yana otururlar köy evinin önünde… Bakışlar umutla umutsuzluk arasında gidip gelirken soğuğu hissetmiyorlardı kim bilir? Biz neyi ne kadar hissediyoruz sizce? Hissediyor muyuz?

 


16 Eylül 2021 Perşembe

Antigone

 

Antigone Sofokles’in ünlü tragedyası ve Thebai üçlemesinin de bir bölümüdür. (Thebai Antik Yunan’da bir şehir devletidir.)

O zamandan bu zaman güncellenen bir oyundur Antigone. Jean Anouilh tarafından Fransız direnişini desteklemek için yeniden yazılmıştır. Ülkemizde de Kemal Demirel’in çevirisini yaptığı ve 97/98 yıllarında Trabzon Devlet Tiyatrosunda sergilenmiştir. 2004/2005 yılları arasında da Macit Koper’in yönettiği oyunu bugün ise Sebahattin Ali’nin çevirisi ile izledik. Ve tabi dönem dönem ülkenin birçok sahnesinde defalarca sergilenmiş bir oyun.



Bu Antik Yunan tragedyası bulunduğumuz topraklar sebebiyle “riskli” kategorisine giriyor. Benim için düşünsel anlamda risk yoktur fakat siyasi ve eleştirel bir oyun haline geliyor “güne” uyarlamalar. Dolayısıyla sahnedeki kreşendolar elbette ki o günün yönetimine eleştiri olarak gelip çarpıyor.

Asıl mesele bu mu peki? Elbette hayır. Tiyatro eğitimim olduğu için salt konuya ve karakterlere odaklı izlemiyorum hiçbir oyunu. Sahne ışığından, dekora, kullanılan müzikten, oyuncu performansına kadar önemlidir benim için oyun izlemek. Sadece oyuncu performansı için izlediğim oyunların haddi hesabı yok.


Oyunun konusuna gelirsek: Oyun zengin içeriğiyle bir direnişi konu alıyor.

Antigone oyunun başında böyle haykırıyor:

“Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi

Bu uğurda ölsem ne gam!

Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili gibi,

Suçsa kutsal bir suç benim ki.

Şu kısacık yaşamda dirilere yaranmaya değer mi?”

Kralın iki oğlu ülkeyi dönüşümlü olarak yönetmeye başlar. Kardeşlerden biri sırası geldiğinde yönetimi kardeşine devretmez ve bunun üzerine hak sahibi kardeş devletin düşmanlarıyla iş birliği yapar. Çıkan savaşta iki kardeş birbirini öldürür. Kral kardeşlerden vatana ihanet edenin gömülmesine karşıdır, kurda kuşa yem edilmesini buyurur. Öte yandan kız kardeşi Antigone, kardeşinin gömülmesi için krala karşı çıkar.

Fakat oyun günümüze uyarlandığı için bu detaylar bir Machbet’de olduğu kadar incelikli verilmemiş. Daha ziyade ve özetle bir tiranın (tiran: eski Yunan’da siyasi gücü tek başına elinde bulunduran kimse) gücünü görüyoruz. Dolayısıyla bir diktatörün hadiselerin gölgesinde nelere sebep olabileceğini, ailesini dahi nasıl yıkabileceğini görüyoruz.

Oyunda sözlerinin sahne arka zemininde gördüğümüz satirik ve lirik olarak nitelendirebileceğim şiirler okuduk ve aynı zamanda dinledik. Mesela diktatör yani kral diyebileceğimiz ki kıyafetinden antik çağa ait olmadığı daha ziyade günümüzü yansıtan bir karakter olduğu anlaşılan kişi bir yükseltiye çıkarak hakla sesleniyor. Birlikten beraberlikten bahsederken yüksek kreşendosuyla dikkatleri üzerine çekiyor. Oyunda hoşuma giden şeylerden biri; yükseltiye çıkıp şiirini ya da söylevini okuyacak oyuncunun okumaya başlamadan önce fonda çalmasını istediği müziğin bestecisini ve parçasını söylemesiydi. İlk çıkan mesela Tomaso Albinoni –Adagio- dedi ve bu müzik eşliğinde söyledi söyleyeceğini, oyunun sonuna doğru bir başkası ise Eric Satie istedi…

Özetle: Halktan ve hakikatten yana olduğunu iddia edip sonrasında diktatörlüğe soyunan ve bu uğurda ailesi de dahil sayısız insanın helakına sebep olan bir tiranın hikâyesini izliyoruz. 90 dakikalık bu tragedyayı ben şahsen orijinal şekliyle izlemeyi yeğlerdim. Orijinalinde kralın eşi de intihar ediyor. Popülist uyarlamaların bu tip eserleri törpülediğini düşünüyorum. Mesela Machbet’i gerçek üstü (sürrealist) yorumla izlemiştim ve çok güzeldi, aslına sadık ve katışıksız. Öte yandan daha kısa olabilirdi, 90 dakika bu oyun için bana fazla uzun geldi

Güzel miydi, elbette güzeldi. Oyuncuların performansı çok çok iyiydi. Antigon’un hem gerçekte hem de sahnede sergilediği performansı, değerleri için verdiği mücadeleyi, ölüm pahasına bir tirana karşı duruşunu es geçmiyorum.

Tebrikler

 


12 Eylül 2021 Pazar

Burgaz Ada'ya


14.25 vapuru… “Tam zamanı” dedim.

Hem saati uydu hem de mevsimi… Ada mevsimi. İlla mimozaları beklememek lazımdı.

Vapurun balkon kısmına oturdum, kulaklığı taktım, o da ne? Bozulmuş müzikçalarım… Çalışmıyor işte! Kaldım mı müziksiz. Oysaki Thedorakis dinleyecektim şu kutsal yolda gözlerimi kapatıp…

“Gevrek simitler, kendinize, martılara” diye bağıran kavruk adam simit dolu tablayı ustalıkla geçirdi yolcuların önünden. Müzik yok anladık da martılar da susmuş, hiç biri yok piyasada! Sağımda solumda karantina/covit anılarını ve tedbirlerini anlatıyor insanlar… “Desene” dedim içimden “huzura keyif yerine endişe rendeleyeceğiz Burgaz’da!”

Yanıma bir adam oturdu… Önce gölge sandım. Biraz dikkatlice bakınca kahverengi bir adam olduğunu fark ettim. Tuhaf bir tişört giymiş “gündüz feneri olmaya adaysınız sanırım” dedim. Gözünün birini kısarak bakıyordu… Kuşkucu olduğu o kadar beliydi ki konuşmadan önce birkaç kez yutkunuyordu.

Adadan bahsetti biraz. Kalpazankaya’ya giden yoldan bahsetti. Yol üzerinde çaycılar varmış. Sait Faik’e gittiniz mi dedim. Yine kuşkucu bir tavırla dudaklarını aşağı doğru büktü ellerini mama koltuğunda oturan çocuklar gibi hareket ettirerek. Nihayetinde beni Kalpazankaya’ya götürecekti. Sait Faik’ten bahsetmekten vazgeçtim zira o yolda boğulabilirdi.




Nihayet gelmiştim adaya… Yanımda kahverengi adam, yarı düşünceli… Kapri pantolonu ve parmak arası terlikleriyle yaramaz bir oğlan çocuğunu andırıyordu. Saklambaç oynamış ve saklandığı yerden yıllarca çıkamamış gibi bir hali vardı. Çıksaydı da gözleri kamaşırdı zaten, hoş çıkmasın saklandığı yerden… Bir kez daha dönüp baktığımda onu göremedim zaten. Kaldık mı yarı yolda. “Kahverengi adamla yola çıkılmazmış meğer” dedi karşımda simit kemiren bir martı.

Bir sarsıntıyla uyanmıştım! Gemi iskeleye yanaşıyordu! Güneşin altında neredeyse 1 saat uyumuşum, bir de rüya görmüştüm çok lazım gibi!

Adaya adım atarken Orhan Veli’nin Gün Olur şiiri geldi aklıma… Dudaklarımın arasında süzülürken dizeler “o ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra…” tırmanmaya başladım tanıdık yokuşu…




Pandemiden beri gidememiştim… Ben değişmiştim ama ada aynı adaydı. Her seferinde biraz daha büyüyordum, biraz daha eskiyor, biraz daha birikmiş oluyordu içimde bir şeyler. Ada değişmeyen zarafetiyle karşıladı beni.

Hristo Manastırı… Adaya gitmemiş olan sadece burayı görmek için gitmeli…

Ve maalesef artık fayton yok. Ne ara atları düşünecek kadar yüce kalpli olduk… İyi de yakında atların nesli de tükenir gibime geliyor. At binek hayvanı değil miydi? Sağda solda elektrikli araçlar dolanıyor. Golf sahasındayım sanki… Nerede o soylu nal sesleri, gösterişli faytonlar. Ata iyi davran, ona iyi bak, gerekli denetlemeleri yap hepsi buydu oysaki. Yakında at maması üretirler biz de evde at beslemeye başlarız.

Neyse ülkedeki tuhaflıkları saysam buradan Bodrum’a yol olur ben de o yolda beyaz bir kelebeğe dönüşürüm.




Güzel bir ada gününden hepinize selam olsun. Ha bu arada rüyama gelince manastırın bahçesinde bir keşişe rastladım. Rüyamı anlattım… Bana kahve ikram etti, istavroz çıkarttı… Tövbeler olsun dememe kalmadı bana bir kucak dolusu mimoza verdi. “Mevsimi değil ki” dememe kalmadan “soru sorma, sen mimozaların kokusunu kendine sakla, saklamazsan böyle kâbuslar görürsün” dedi ve kukuletasını başına geçirip yok oldu.

O an Thedorakis’in sesi gelmeye başladı… Boynumda asılı kalmış olan kulaklıktan bana sesleniyordu;

Kış sonu olsaydı sana mimoza getirirdim...

Eline aldığında demeti, üzerine sinerdi kokusu...

Adadaki ayak seslerim gelirdi kulağına...

Eskiden kalma bir kaç şey biraz da...

Atlar da göç etmiş buralardan...

Biraz mimoza, biraz tepeden, parmaklıklar arasından görünen başka bir ada...

Mavilikler hala ve şükür ki martıların kanatları arasında...

BtL 

Not: "Her kuş kendi sürüsüyle uçar"

4 Eylül 2021 Cumartesi

Zorba

 



Bazı filmler iki kez izlenir. Anlamamışsındır… Bazı filmler ikinci kez izlenmeyi hak eder belki de tam da seni anlatmıştır… Bazı filmlerse hem anlaşılması zordur hem de fazlasıyla anlamışsındır… Zorba böyle bir film işte… Başladığım andan itibaren kopamadığım bir film oldu… İki saatten fazla süren bir film. Siz deyin müzikleri, ben diyeyim Anthony Quinn’in ustalığı, başkası da hikayesi desin. Hepsinin toplamında ortaya çıkan; gerçek bir efsane. Özellikle de akılda bir sahne kalıyor ki çerçeveletip duvara asmalık. İki dostun kumlar üzerindeki dansı. O dans belki de bir mektuptu yarınlarına. Sevincin, kederin ve umudun renklendirdiği siyah beyaz bir kare. 1995’de Anthony Quinn ve filmin bestecisi Mikis Theodorakis’in doğaçlama bir sahne performansı var ki mutlaka izleyin derim. İzlerken gözleriniz dolabilir çünkü benim izlediğim sadece iki üç insan değil; kocaman dünyadan gelmiş kocaman bir parçadır şu hayatta...

Thedorakis de vefat etti birkaç gün önce… Ustalara buradan selam olsun.

Filme devam edersek; 1964 yapımı olan film, Thedorakis’in güzel müziği ile başlıyor ve ardından gök gürültüsü ve yağmur karşılıyor bizi. Limandayız, yolcular yağmur altında kalıyor… Şemsiyeler açılmış olsa da eşyalar orta yerde. Valizler, sepetler, kutular… Bir sepet var ki içi kitap dolu. Sepetin sahibi kitapların ıslandığını görünce üzerine oturuyor ve şemsiyesiyle de kitaplarını korumaya çalışıyor. İşte bu adam, Zorba’nın (Anthony Quinn’in)en yakın arkadaşı olacaktır.

Tamamen karakterler üzerine odaklanmış bir çalışma… Bazı filmler kitap okur gibi izlenir. Satır satır olmasa da sahne sahne… Her sahnede ayrı bir mana bulursunuz; “neden böyle oldu” deme lüksünüz olmaz. Zaten bir roman uyarlaması olan bu filmin kitabını da tavsiye ederim… Alexis Zorba karakterinde Anthony Quin’i görüyoruz ve o da gemiye binenlerden… Kitaplarını yağmurdan korumaya çalışan İngiliz asıllı yazar Basil ile o gemide karşılaşır. Zorba o kadar zorbadır ki, içindeki coşku her an kendini gösterir ve nasıl göstereceği de zorbanın keyfine kalmıştır.

Herkes vapurdaki yerini almıştır. Yazar da öyle… Köylüsü, işçisi, yoksulu, fakiri hepsi aynı gemidedir. Yazar bir kitap açıp okumaya başlar. Bir an gözü cama takılır ve dışarıdan içeriye bir çift koca göz bakar. Zorba’nın gözleri! Yazar göz göze gelmiştir bir kere ama gözlerini kaçırır Zorba’dan. Belki kendince sınıfsal fark belki de yalnız kalma isteğinden…  Ama Zorba dur durak bilmeyen bir adamdır…

İnadına yapar gibi yazarın dibinde bitiverir. Şapkasını çıkarır ve yazarın ilgisini çekmeyi başarır. Yazar isteksizce Zorba’ya bakar. “Gideceğin yerde uzun kalacaksın” der Zorba, adam “nereden bildin” diyince Zorba’nın yüzüne filmde bol bol göreceğiniz gülümsemesi yayılır. Yazar Girit’e gidecektir. “Beni de al yanına” der Zorba. Yalvarmaz, boynunu da bükmez… Güçlü bir özgüven ve çocuksu bir inat görürüz bu sahnede. Yazar duygularını saklayan ketum bir adamdır ama o da Zorba’ya karşı koyamayacaktır

Filmde o dönemin şartlarını farklı bir perspektiften görüyoruz. Sosyolojik baskıyı, yoksulluğu, önyargıları, yalnızlığı, kalabalığı ve 1964’lerin Girit’ini…

Adam “neden” dediğinde Zorba’nın verdiği cevaba ne karşılık verilebilirdi ki: “insan nedensiz bir şey yapamaz mı yani?”

İzleyecek olanlara tavsiyem: filmde insanların bakışlarına çok dikkat edin. Gözlerin de konuştuğu bir filmdir bu.

Yazarın ikram ettiği sigarayla dostluğun temelleri atılmış olur. O bir yazardır fakat Zorba da hayat tecrübesi ve farklı bakış açılarıyla karşısındakine ilginç kapılar açan bir adamdır. Çapkındır, sadıktır, sever, nefret eder, mutludur öte yandan üzülür de… Ama tüm bu duygular büyük bir coşkunlukla akar üzerinden…

Bir sahnede sevdiği kadını elinden kaçırmaması için yazara şöyle der: “Tanrı bu ellerimizi neden verdi? Bir şeyleri tutalım diye, git tut onu”

Zorba’dan basit gibi görünen ama içinde derin manalar barındıran çokça cümle duyacaksınız. Ve Zorba’nın aşkı ve aşkları ve Yunan müziğinin verdiği yüksek enerji ve arada edilen danslar…

İki saatten fazla süren bu filmde büyük dramlara da şahit olacaksınız; mesela bir kadının suçsuz yere öldürülüşüne tanık olacaksınız. Ön yargıların, vahşetin Doğu Batı fark etmeksizin her yerde olduğunu göreceksiniz şaşkınlıkla. Umutla ve aşkla yaşayan bir kadının hüznüne ortak olurken siz de aşıracaksınız… Bir talan sahnesi var ve izlerken diyeceksiniz ki; bu kadar mı? Hani ne olacaktı ama ne oldu…  Bir sahnede kavuşma var derken kaderin ördüğü ağlara takılırsınız ama Theodorakis bir nota atar ortaya, bir nota ve birkaç nota daha… Bu sevimsiz hayat birkaç adımla çekilir hale gelir işte o zaman…

İzleyin, hissederek izleyin. 


Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...