21 Haziran 2021 Pazartesi

Kedimin ardından

 



Eşimden ayrıldığımda ruhen her şeyim normaldi… Yeni evime yerleşmiştim. En son yeşil duvarlarıma tablolarımı asmış ve kendi etrafında dönüp eteklerini izleyen bir kız çocuğu gibiydim… Her şey güzel olacaktı ama olmadı! Yeni hayatıma alışamıyordum… Bir şeyler ters gidiyordu ama ne? Terk edilmedim, üzülmedim ya da başka bir şey; yani beni çıkmaza sokacak her hangi bir şey yoktu görünürde.

Anneme gidip kalıyordum durmadan, evime alışamamıştım bir türlü, yazmam gereken kitaplar vardı ve tüm gün ve gece sadece duruyordum; öylece duruyordum işte. En sonunda psikiyatr kuzenimi aradım “bana bir ilaç ver” dedim sadece! Aldığım cevap hiç hoşuma gitmemişti; “abla senin bir şeyin yok; şu an yas dönemindesin. Biz her tülü bitişin/yok oluşun ardından geçirilen birkaç aylık zamana yas dönemi diyoruz” dedi. Tatil önerdi, kafelerde kitap okumak, evde değil farklı mekanlarda yazmak vs… Neyse birkaç ay sonra normale dönebildim!

Şimdiyse yeni bir yas dönemi içindeyim; 9 yaşındaki kedim vefat etti. Hiç beklemediğim bir şeydi hoş ölüm hiçbir zaman beklenmedi ve beklenmeyecek… 100 yaşındaki bir ölüm de belki “erken” olarak nitelenecek.

Ah Sütlaç, sevgili Sütlaç…

Martılar gibi uçup çığlık mı atmalı yoksa kendimi mi kırbaçlamalı üzüntümü ezip yok etmek için. Soluk alıp verişlerindeki anormalliğin sebebinin tespit edilmesi için hekime gittiğimizde “durumu kötü” cevabı aldım. Minik ciğerleri yetersizdi artık. Ve o bu günkü strese yenik düşmüş, kollarımda can vermişti minik Sütomuz.

O sadece benim değil, komşuların da sütosuydu en çok da annemin. Tam bir kucak kedisiydi. Karl Lagerfeld’in kedisi kadar mutluydu… O kadar mutlu yaşıyordu ki, ettiğim dualardan biri de; “dilerim kollarımda ölürsün”…

Böyle dua mı olur demeyin; çok sevince olur. Kedi sevmeyenlere bile kedi sevdirmeye başlayan bir kedi oldu hep Sütom. Cennet’ten gelmiş gibiydi ve talibi çoktu. Hatta çalındığı da olmuştu!

Bana yazı yazdırmazdı kucağıma atlamaktan. Hep onu seveceksin, sadece onu! Klavyeyi tuşlayan parmakların sadece onun başını okşayacaktı, gözlerin ekrana değil onun kocaman gözlerine bakacaktı sadece. Kucağımda hareketsiz kalınca hekim onu masaya bırakmamı rica etti. “Nasıl yani” dedim. O sırada minik kalbine masaj yapılıyordu ama buna cevap vermedi.

Hekim beni nazikçe ofisine alırken içimden geçen tek kelime; “öldü mü?”

Yaşayan ne vardı ki? Ben mi?

İkram edilen teselli çayını nasıl içtiğimi hatırlamıyorum masada cansız yatan Sütoma bakarken… Yanağımda kuruyan gözyaşımın verdiği gerginlik hatırlatıyordu olayın ciddiyetini.

Nazikçe alıp sepetine yerleştirdik. Robot gibi eve gittik. Minik cenaze bahçedeydi. Bahçevanımızı çağırdım. Küçük bir çukur kazdı. Son kez öptüm tatlı Sütomu ve toprağa koydum… Üzeri örtülürken devasa hiçliğimi ve yokluğumu hissettim.

Ve o koca gözlerini hiç unutmayacağım

Beslediğim kedilerin haddi hesabı yok ama sanırım sen son aşkım olarak kalacaksın

Haşlanmış ciğerlerin buzlukta duruyor hepsini eşin Pamuk hanım yiyecek merak etme

Mutfak setine çıkıp kıymayı jelatiniyle götürdüğün günü de unutmayacağım.

Ah o son bakışını,

Hayata tutunma çabanı

Kapıyı çalışını

Haşlanmış mısıra olan aşkını

Tabi ya fırçaların, tarakların…

Seninle yaptığımız uçak yolculuğunu.

Kucağımızda uyumalarını

Horultunu, mırıltını... 

İstediğim gibi gittin.

Mutluyum aslında ve üzgünüm gittiğin için.

Yeni bir yas döneminin perdeleri açıldı

Bu sefer ki çok anlamlı çünkü elimden kayıp giden bir melekti.

Hayatımda toprağa diktiğim ilk ve belki de son çiçek sensin benim beyaz ortancam.


12 Haziran 2021 Cumartesi

Toprak kap ve bir de Jan Dark

 



Aslında birilerince dejenere olmuş bir isim değil mi Jan Dark…

Kimi  kahramanlığa soyunurken onun gölgesine sığınır özelikle de kalem ve düşün erbabı oysa ki hepsi korkak hepsi müptezel.

Toprak kokuyordu bulduğu kap. Kimin elinden çıktığı bilinmez ama gizli bir savaşçı gibi tebessüm ediyordu herkesin anlamayacağı dilden.

Kendinden emindi yola çıkarken, üç paragraftı sabah akşam üzerini örten; Jan Dark’ı özetliyordu ve çok da iyi seçilmişti. “Vayy canına” demişti okurken, mutlu olmuştu.

Bahariye’yi tırmanırken elinde toprak bir kapla… Ve bir de kapağı; balıktan.

Balık figürü ona hep uğurlu gelmişti. Bir şeylerin haberini verirdi hem de yıllar sonrasına dair.

Bir cadıyken azizeye  dönüşmüştü Jan Dark. Özgürlüğünün elinden alınmasıydı tüm korkusu. “Beni fare gibi bir deliğe tıkamazsınız” diyordu. Bedeninden ziyade ruhuna yediremiyordu tutsaklığı.

“Tamam, bir daha ki sefere” dedi… Hepi topu birkaç cümleydi… Kimden kaçıyordu ki, hani hayat bir sahneydi ve birkaç perdesi vardı…

Ve içinde kime ait olduğu belli olmayan o yüzle sevdiği sokakları gezdi. Moda tramvayındaydı az önce, şimdiyse Taksim…

Eski bir sokaktan içeri girdiğinde devasa bir tabloyla karşılaştı bir de cansız mankene giydirilmiş pırıltılı dans elbisesi.

Toprak kap yere düşmüş toprağa karışmıştı. Dibine düştüğü ağaç üzerine kapanmış aradan yılar geçmişti…

O sokak yine aynıydı. İnsanlar, dükkânlar ve gürültü… Hiç mi değişmezdi?

Ağaç yoktu artık; yerinde koca bir apartman vardı. Kapısı açıldı, merdivenler sakız gibiydi. Birinci kattan müzik sesleri geliyordu; pencereden Kız Kulesi görünüyordu bir de balık tutan yaşlı bir adam. Sahil hem kalabalıktı hem değil. Aklı toprak kabı satan adamda kalmıştı…

Koşa koşa o eski tramvayın kalktığı yere gitti.

Birinci sokak, ikinci sokak… İşte oradaydı adam…

Ne sorsa “bilmiyom” diyordu umurunda değilmişçesine. Öyle ya, ona neydi… Yapan yapmış, pek de salakmış. Ne uğraşmışsa! Kap mı yok memlekette.

Bizim orda bi laf var deyip “yediği kaba…” diye bi laf etti elindeki kadehi parlatırken.

O da bir kap yapmak istedi. Benzerini hatta aynısını… Kolları sıvadı, tezgahı kurdu. Çamuru karıştırdı. Ona benzer bir şey çıktı. Toprak bitti, devamı geldi. “Ne güzel bir toprak” dedi. Meğer yıkılan bir apartmandan arta kalanlardanmış… Eski bir apartmandan geriye kalan birkaç avuç toprakmış. Nasıl doğduysa öyle ölmüş ve nasıl ölmüşse öyle doğmuş kap.

Ve yaparken aklına; balık ekmek satan mutsuz adam geldi, ekmeğin içine soğan koyan mutsuz kadın geldi, pasajın merdivenlerinden aşağı inerken küçük dükkanı solda kalan mutsuz ayakkabıcı geldi. Yüzüne sinen umutsuzluğun kokusu yayılıyordu her yere, işte onu da hissetti; yapış yapış ve bulaşıcı bir şeydi... Ve acılı şalgamın tadı geldi agzına, biraz balık, biraz ekmek ve nerede yaşadığını düşündü. Burası bir ülkeydi ama o kimdi? Bir yere ait olmalı mıydı… Belki de toprak bir kap kadar özgür ve anlamlı olmalıydı.

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...