29 Mayıs 2021 Cumartesi

Kadın Kokusu

 


 

Kadın Kokusu Al Paçino’nun bana göre zirveye ulaşmasını sağlayan bir film. Metot oyunculuğuna iyi bir örnektir aynı zamanda bu film. Metot oyunculuğu; bürünmen gereken rolü hayatına almaktır. Yani çekimler bitene kadar sen yoksundur, filmdeki karakter vardır. Yıllar önce Al Paçino’nun bu film yüzünden gözlerinin bozulduğunu okumuştum. Aylarca bir kör olmuştu ve göz sağlığını kaybetmişti nihayetinde…

Kadın Kokusu dendiğinde benim aklıma gelen ilk şey; Carlos Gardel’in “Por uno Cabeza”sı eşliğinde bir restoranın pistinde dans eden bir çift.

Filmin bu sahnesine kadar gördüğümüz şey; müstehcen söylemleriyle çevresindekileri utandıran fakat bunların hayatın gerçeği olduğunu da sert teşhisleriyle ortaya koyan ukala bir yarbay. Kimse ona karşı gelemiyor.

Pistte sadece bir dans yok, tango var… Dans etmek mi, tango yapmak mı? Tango dendiği zaman ilk akla gelen “tutku” oluyor genelde. Ve işin kötü yanı; bu kelimeyi hayatına asla geçirememiş insanların tangoyla tutkuyu örtüştürme cüreti. Önce yaşamalısın! Paçino’nun tangosu; çok yalın… Hata yapabilirsin diyor ama devam edersin. Biraz da hayata vurgu yapıyor belki. Tango üç adımdan ibarettir. Hocalar böyle söyler; tango çok basittir derler. Sadece üç adım…

Tango tüm hayatın özeti gibidir felsefi çerçevede; doğum, yaşam ve ölüm. İşte size üç adım! Ama tutku yok. Tutku sadece bir söylemdir. Belki motive edici bir kelime hepsi bu. Tango yaşamı sembolize eder. Maskülen figürlerin içinde o üç adımla neler yapabileceğindir hayatın toplamı.

Tangonun tutkuyla ya da aşkla bir ilgisi yoktur. Stratejiktir. Karşı aks üzerine yürür, en fazla önünü kesersin, sola… birkaç adım ileri, belki bu sefer sağa… Bunu diğer danslardan ayıran da budur. Tüm salon dansları bellidir ama tangonun yeri başkadır. Hep serttir, bir mesafesi vardır, korkutur, cesaret gerektirir…  Salınmanın ötesinde içinde doğum, yaşam ve ölüm vardır. Ama hocalar ne der: “sadece üç adım, hepsi bu” Peki gerçekten hepsi bu mu?

Filmde bir adamın tango için histerik(isterik) bir şey tezini duyarız ama Paçino noktayı koyar; bence histerik olan o. İsterik ya da histerik (ki malum dilimiz çok karışık, galatı meşhurlar bazen kalemimize dolanır) olayları büyütme, aşırı duygusallık vs… İşte tango böyle bir şey;  valsten daha iri, foxtrot ise tangonun gölgesinde dolanan bir tüy gibi... Tangonun içinde tutku barındırdığını söyleyemeyiz, tutku zaten yaşamsal bir motivasyon. Kanımızda dolaşıyor.

Tangoyla bir harita çizersiniz. Ve çizdiğiniz haritada doğru yol alabilmek sizin hünerinize, zekanıza kalmış. Kadere bağlı biricik adımlar… Önceleri hata yapmamak için korkuyla atılan uzun adımlar zamanla yerini profesyonel küçük adımlara bırakır. İşte yaşamaya başladınız demektir… Tarkovski bu filmi çekseydi eminim şöyle bir cümle geçerdi filmde: “ölüme doğru atılan adımlar… adımlar güzelleştikçe ölüme daha da yaklaştınız demektir zira bu zamanın hızla geçiyor olduğuna işarettir” evet aynen böyle bir şey söylerdi, aslında söylemezdi; sahneleri kafanızda birleştirip bu sonucu siz çıkarırdınız ortaya ve belki bir kamera arkasında Tarkovski’nin saçlarını arkaya sıvarken ki yüz ifadesinde bulurdunuz bu cümleleri. Sanatın hangi dalıyla ilgilenirseniz ilgilenin Tarkovski’nin tedrisatından geçin derim. O ölüm gerçeğini filmlerine, kitaplarına öyle güzel işler ki, dünyayı bir anda avuçlarınızın içinde bulursunuz.

Ve tangoyu sert, tavizsiz emekli bir yarbayla yaşamak güzel bir tecrübeydi elbette… Hepsi bir yana filmde gözlerimi alamadığım tek şey, Paçino’nun gözleri, mimikleri. Yalanması, yutkunması… Nasıl bir gözlem yapmışsa, görme engeli birinin kayıp olan yetisinin yerine neyi koyacağını iyi bilmiş. Tabi ki oyuncu koçlarının da emekleri büyük bu işlerde. Ve karşısında duran, duru güzelliğiyle izleyenleri kendine hayran bırakan oyuncu Gabrielle Anwar… Müziği alıyor, dantelden örülmüş bir şal gibi üzerine doluyor tabi Paçinoyu’da içine alarak. Müziğe de bir anlam yüklersek; yaşamsal manada temel motivasyonumuz diyebilir miyiz? Öyle ya, müzik olmadan akslarımız birer odun gibi kalmaz mı ortada…

Paçino filmde agresif öte yandan çok da esprili, yaşamayı iyi bilen ve bir zamanlar elinde bomba patladığı için görme yetisini yavaş yavaş kaybetmiş biri. Kimilerince huysuz, patavatsız kimilerince sempatik ve kadın düşkünü…

Dans sahnesinin sonunda film bizi felsefeye zorluyor yani Michael’in kadraja girdiği andan itibaren. Sadece birkaç saniye içinde neler neler düşünebilirsiniz… Mesela; doğru olanın ne olduğuna dair ve yanlış olan şeyin neden doğruymuş gibi algılandığına… İzlerken derin düşünün.

İnsan kendi doğrusunu dikte etmekten asıl doğruya ulaşamadan göçüp gidiyor maalesef ve bu tip insanların elinde avucunda hiçbir şey olmadığını görmekse en büyük fakirliğe şahitlik etmektir.

Filmi her zamanki gibi yarım bırakıyorum… İzleyin ve siz tamamlayın.

Aşağıda beni etkileyen bir diyalog var. Ve bu diyalog “karanlıkta yaşayan” emekli bir askerin intihara teşebbüs edişinin hemen ardından gerçekleşiyor:

“Ayakların dolansa bile tangoya devam et.”

“Dans etmemi mi istiyorsun Charli.”

“Aslında gitmek istersin ama bir yanın kalmak ister. Senin de bu duyguya kapıldığın oldu mu hiç?”

                                                                     ***

“Ve çok şey gördüm; bunlar gibi çocukların hatta daha gençlerin kollarının parçalandığını, bacaklarının koptuğunu gördüm ama hiçbir şey kesilip atılmış bir ruh kadar tiksindirici olamaz. Bunun protezi yoktur.”

Aydın Kocamusaoğlu’na sevgi ve selam ile…

22 Mayıs 2021 Cumartesi

Lady Diana


 

2013 yapımı bir filmden bahsedeceğim fakat konu Diana olunca filmden mi yoksa karakterin kendinden mi bahsetmem lazım bilemiyorum.

Bu zamana kadar Onunla alakalı çok belgesel izledim, tüm röportajlarını eksiksiz izledim. Charles ile birlikte olanlar, yalnız olduğu röportajlar, gazetecilerden kaçışları… Ve unutulmaz bakışları.

Filme bakacak olursak; bu filmi daha öncede izlemeye çalışmıştım ama bu gün bir vesile ile tekrar karşıma çıktı ve içimden “seni anmalıyım” dedim ve Diana’ya selam etmek istedim. Filmi izlemeye çalışmıştım dedim çünkü izlemek istemeyeceğim bir film.

Berbat!

Lady Di dendiği zaman aklıma gelen ilk şey; derin bakışlarıdır. Filmde Di’yi Naomi Ellen Watts canlandırıyor ama bana göre asla canlandıramıyor. Tam bir felaket. Biyografik filmler ve oyunlar her zaman hassasiyet gerektirir performans açısından. Kaldı ki tarihe adını mıh gibi çakmış bir prensesten bahsediyoruz. Aykırı, hümanist, aşkı arayan, filmde de vurgulandığı gibi tam bir yengeç burcu. Yani; kendiyle her zaman savaş halinde ama asla aceleci ve içi boş değil. Filmdeki Di karakterinin içi bomboş. Ben Di denince bakışlarıyla çok şey anlatan bir kadın beklerim.

Shakespeare’nin çok sevdiğim bir sözü var: “Kimi büyük doğar, kimi büyük işler başarır, kimineyse büyüklük iliştirilir.”

İşte söz, işte öz! Lady Di büyük doğmuştu, filmdeki oyuncuya ise büyüklük iliştirilmişti. Ne saç rengi, ne göz makyajı, ne boyun kırışı…

Rezalet.

Di’nin zerafetinde oyundaki saçma aceleciliği hiçbir zaman göremezdiniz. Bu kadar eleştiriyi neden yapıyorum; Di’ye ve güzel kalbine büyük ve korkunç bir haksızlık yapılmış. Yazıma Di’nin gerçek fotoğrafını koyacağım… Çünkü girizgahta onun yüzünü görmek istiyorum.

Onun Michael Jackson ile bir araya gelişlerini hiç unutmam. İki mütevazı ve başarılı insanın sinerjisini orada görebilirsiniz. Küçücük bir sahne hayatınızı değiştirmenize sebep olabilir.

Film Prens ile ayrılmasının ardından yaşadıklarını resmediyor. Çok eksik. Yani Lady Di dendiği zaman Prens Charles ve Camilla Parker de akla düşüyor hele de Camilla Parker! En azından filmde Di’nin saraydaki son yıllarını ne halde geçirdiğini görmek isterdik. Camilla yüzünden nasıl eriyip gittiğini, nasıl kafese sıkıştığını görmek isterdik.

Bu film çok sıradan, içi boş bir romantik komedi. Hepsi bu. Di’yi canlandıran kadında çocuksu bir enerji var. Gerçek Di’de ise genlerinden kaynaklı bir vakar mevcut… O da çocuksuydu belki ama bakışlarındaki derinlik tüm enerjisini yıkıyor ve yerini asalete bırakıyordu.

Bildiğim gerçeklerden biri şudur ki bunu sıklıkla tekrarlarım; filmi –oyunu- oyuncu izletir.  Öte yandan Di özel hayatında her zaman Dodi ile anıldı fakat burada asıl aşkı kalp cerrahı Hasnat Khan üzerinden yol alınmış ve doğru da yapılmış. Nihayet filmde bir doğru bulduk! Gerçek hayatta ise filmin ardından Hasnat isyan ediyor; “bu ilişkiyi sadece ikimiz biliyoruz, film tam bir saçmalık” diyor. Ama en azından Di’nin Dodi’yi değil, Hasnat’ı sevdiğini ve imkânsız aşkın bittiğini hazmedemediği için Dodi’ye sığındığını görüyoruz. Dodi’de filmde maalesef çok yüzeysel anlatılmış. Kaldı ki çoğumuz Di’yi Dodi ile duyduk gördük zamanında ve birlikte öldüler gerçek hayatta da…

Size şunu önerebilirim; Di’nin röportajlarını ve onun için yapılmış belgesellerini izleyin, ardından da filmi. Böylesi daha sağlıklı olacaktır. Saraya girdikten sonraki hayal kırıklığı da beyaz perdeye aktarılmalı. Çok daha güzel başlayabilirdi ve iz bırakarak bitebilirdi film. İleri alarak izleseniz de bir şey kaybetmezsiniz.

Madem beğenmedin neden yazdın derseniz eğer, amacım sadece Di’ye bu satırlar aracılığıyla selam vermekti. O iyi bir kalpti, son yüzyılın en iyi prensesiydi, cesurdu. Çok sabretti, sevilmek istedi. Ve film güzel bir cümle ile bitti: “doğrunun ve yanlışın ötesinde bir bahçe var, seninle orada buluşacağız.”

Selam sana sevgili Di…

15 Mayıs 2021 Cumartesi

Köprü Üstü Aşıkları

 



Film boyunca gerçeğin ne olduğunu sorguladım…

Yaşamsal anlamda gerçek neydi? Özlemek, yemek yemek, aç kalmak, uyku, uzaklaşmak, yakınlaşmak ve hepsinin toplamında hissettiklerindi belki de gerçek… Ama yok, yine olmuyordu… Her sahnede, her cümlede yarım kalıyordu bir şeyler…

İkisinin karşılaşması bir yolunda ortasında oldu. Ve bundan sonrada hep yolların ortasında karşılaştılar. Kök saldıkları köprüye ulaşmalarını sağlayacak yola bu kapıdan gireceklerdi ama önce o genç adamın kendini asfalta atması ve bacağının üzerinden umarsız bir sürücünün elinde “hayat” bulan arabanın geçmesi gerekiyordu; geçti de…

O kadın yaklaştı yanına… Günden güne gözlerini kaybetmekte olan bir ressam! Kimse onun bir albayın kızı olduğunu bilmeyecekti ta ki duvarlara ondan bahseden kayıp ilanları yapıştırılıncaya kadar.

Köprüde zoraki bir aşk doğdu. Kadın onu hiçbir zaman sevmedi ve sevmeyecekti. Çünkü o bir sanatçıydı, her an her şeye ve başka birine aşık olabilecek kadar sanatçı. Hiçbir şey ona ait olamazdı ve o hiçbir şeye ait… Sadece o duyguları yaşamaya ihtiyacı vardı içindeki yaratımlarını somutlaştırmak için. Sevmesi gerekiyordu, sevilmesi, itilip kakılması, hasar görmesi. Ve gördü de.

Alex ona yol açma görevini üstlendi ve ona aşık oldu, böyle bir kadına kim olsa aşık olurdu ama ya kadın? Zaman istedi… Alex’i Denis Lavant canlandırıyor. Gördüğüm göreceğim en korkunç oyuncu. Organik Quasimodo! Bu film için fazlaydı bence hem de çok. Çok dikkat dağıtıyor. Çok güzeli de işin tadını kaçırırdı ama bu da kaçırmış bana göre. Aslan adam gibi bir şey!

Bu zaman içinde restore sürecinde olduğu için insan ve araç trafiğinin olmadığı köprü Alex ve (Daniel Buain) köprünün “tek sahipleri” ve Daniel kadını köprüde istemiyor. Ona göre bir kadın sokakta yaşayamaz. Bunun asıl nedenini ne kadın ne de Alex anlamıyor ta ki bir gün adam ve kadın yalnız kalana kadar. Eşini ve çocuğunu kaybetmiş aciz bir adam görüyoruz. Şunu not etmem gerek; oyunculuk performansları harika. Özellikle filmin ilk sahnelerindeki insan yığınları ve kavgaları, kimsesizlikleri çok iyi işlenmiş.

Oyunculuk eğitiminden sonra işin açıkçası sahnelere ister istemez teknik bakış açısıyla bakıyorum ve zaman zaman aynı filmi iki kez farklı duygularla izlemek zorunda kalıyorum. Örnekse eğer; aynanın karşısında sadece kendinize bir şiir okusanız bile, her kelimeyi ağzınızdan manası ile çıkarmanız gerekiyor. “Su” kelimesi mesela… Sadece su deyip geçemezsiniz, suyun her halini hissetmeniz gerekiyor. Ve bu ilk sahnelerdeki resimler bu açıdan fevkalade güzeldi.

Alex ressam kadın için mücadele etmeye başlıyor ve bu esnada ona aşık oluyor fakat aşkla beraber bencillik de geliyor. O sadece Alex’in olmalı! Kadının kalan tek gözü de gittikçe kötüleşmeye başlıyor. Bir müzede gördüğü resmi son kez görmek istiyor ve bu isteğini Daniel gerçekleştiriyor.

Müze… Ve Daniel’in omzunda elinde mumla duran bir kadın.

İki saatlik filmde çok güzel nüanslar yakalayabilirsiniz. Sıradan romantik film bekleyenlere önerilecek bir film değil. Malum Fransız filmleri biraz düşünsel öğeler içerir ve birçok izleyici ilk onuncu dakikada kapatır. Hangi sinema derseniz ben düşünmeden Avrupa derim, gerisi de beni pek ilgilendirmiyor. Neyse ki bizden de bir Nuri Bilge Ceylan çıktı.

Zaman zaman vahşice yaşıyorlar duygularını…

İki saatlik film değil bir sayfaya iki sayfaya da sığmaz fakat âdetim gereği yine yarıda bırakacağım. Sizden tek isteğim; film boyunca hem benim hem de kendiniz için yaşamsal gerçeğin ne olduğunu düşünmeniz. En saf haliyle bunu düşünün. Ne adamın kadına bakışları, ne de kadının tavırları, ne kafayı çekmeleri ne de havai fişeklerin gösterisi… Gerekiyorsa filmin sonunda siz de bir köprüden suya atlayın ve ardından bir gemiye binip Atlantik’e gidin ama lütfen dediğimi düşünün.

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Memleket böyle bölündü

 



“Memleket böyle bölündü” dedi bir ihtiyar adam TRT Belgesel’in “Daha Güzel Bir Hayat” adlı programında.

Yanan ateşe odun attı ve yer sofrasına bir tabak un çorbası ve yarım ekmek koydu yaşlı elleriyle. Kış aylarında eşi şehre gidermiş çocuklarının yanına. E tabi odundu, hayvandı kim uğraşacak, evin adamı da kıyamıyor eşine ve gönlü istemese de yolluyor şehre yani çocukların yanına.

“İyi ki televizyon var yoksa napardım” diyor böldüğü ekmeği çorbasına banarken. Yüzü buruş buruş, bakışlarında hafif bir hüzün var; sanki TV ekranına değil de geçmişte kalmış bir yerlere, bir şeylere bakıyor. TV bahane, aslolan bir ses, bir yoldaş hayatta.

Memleket olgusu hepimizin içinde bir yerlerde vardır. “Nerelisin” sorusunun temelinde büyük bir özlem yatar aslında. Hani hemşeri çıkarsan iki lafın belini kırarız, içimiz şenlenir aynı köyün yolundan, köprüsünden filan bahsederiz. Yakınlaşırız ve bir enerji çıkar açığa, şu keşmekeşin içinde moral olur belki.

“Nerelisin” sorusuna beklenmeyen bir cevap gelince de, “Türkiye’nin her yeri” güzel diyerek kapanır cümle. Paçavraya dönmüş bir İstanbul’da herkes teselli peşinde.

Genlerinde yaylaların temiz havası, sahillerin sıcaklığı, kuşların sesi, bahçelerin yeşili sinmiş insanların birbirine geçmiş apartmanların içinde verdiği mücadele tıpkı karıncaların kendilerine açtığı o daracık tünellerde geçirdikleri mücadeleye benziyor. Birbirine yapışmış çirkin apartmanlar, her köşeden seni ezmek istercesine fırlayan araçlar, Dolunayı görmek için neredeyse camdan düşecek hale gelen çocuklar… Göremezler… Bu vıcık vıcık, yapış yapış şehirde ne yıldızları ne de ayı göremezler.

İstanbul’a göç etmiş başka bir yaşlı amca ise şöyle diyor; “Şehirde bir hafta ömrüm oluyorsa köyde bir ay. Doğalgaz, elektrik, su, telefon geriye 200 lira kalıyo, 200 liraya ay gelir mi ya” diyor umutsuzca ve devam ediyor; “Adam şehirden köye geliyo bizi beğenmiyo ama cebinde beş kuruşu yok”…

Herkes düşünsün: siz bu çelişkinin neresindesiniz?

Ben de baba toprağından dönerken; uçağın camından Çukurova’ya bakarken içimden bir parçayı orada bırakmışım gibi gelir ve giderken de izlerim oraları. Torosları… Uçak fobim olmasına rağmen tek bakabildiğim yer o topraklar. Hepimizin ruhunda vardır bu… Oralardan bir şeyler vardır. Göç vermemeliydi hiçbir şehir, İstanbul’un değil bu ülkenin her yerinin taşının toprağının altın olduğu anlatılmalıydı bu insanlara. “İki hane kaldık” diyor yaşlı bir amca bu köyde… Olağan üstü güzelliklerle dolu bir köyde sadece iki hane…

Ve İstanbul; salt tüketime odaklı bir hayatın içine hapsolmuş, kutu gibi evlerde yaşam mücadelesi veren insanlar… Tüketerek teselli olmaya çalışan ama öte yandan acı çeken ruhunun sesini bastıramayan insan ordusu.

Ve yine İstanbul, artık taşından toprağından nefret edilecek hale gelmiş, içinde barındırdığı değerlerin fark edilmediği, sadece iş merkezi olarak algılanan beton yığını, tanıdık tanımadık binlerce yüzün dolaştığı, nefes alınamayacak hale gelen, neden geldin dendiğinde; “ekmek parası “ denen ama ekmeğin en güzelinin hala köylerde yendiği ülkenin bir yanına fırlatılmış kepazelik.

İstanbul boğazına bakan her yüz yorgun, her yüz özlem dolu. Sanmıyorum ki birileri geçen vapurları fark ediyor olsun. Eskiden dedemin evinden vapur düdüklerinin sesi duyulurdu şimdiyse araba gürültüsüne karışan insan sesleri Bülbüldere Mezarlığında yatanları rahatsız ediyor çünkü yaşayanlar bu sesi duymuyor bile. Beyni törpülenmiş, algıları yok olmuş, bakışları puslu, zombiyi andıran insanların istilası artık bu şehrin selâsını okutuyor.

Tersine göç olur mu bilmem. Köyler tek tek terk ediliyorken İstanbul bu çileye daha ne kadar katlanır bilinmez. Üşenmeyin ve bir gün adalar vapuruna binin. Giderken İstanbul’u izleyin ne göreceksiniz. Gökdelen demeyin, gökdelen bir şehrin süsü gibidir. Modern bir mimaridir ve bu beni rahatsız etmez; varsın göğe doğru uzansın şık şıkıdım gökdelenler. Siz apartmanları sorgulayın. Domino taşları gibi sorgusuz sualsiz serpiştirilmiş hele de ayrık nizam yapısına sahip olan ama şu an değil bitişik, iç içe geçmiş nizam yüzünden hayatının en iğrenç zamanlarını yaşayan Anadolu yakası çiğnenip atılmış bir sakız gibi. İğrenç ve niteliksiz yapıların Adatepe taraflarından Tuzla’ya kadar size nasıl bir manzara sunduğunu acıyla izleyin.

Bu millet bir şekilde Anadolu’ya dağılmalı, Anadolu'sunu sevmeli. On yılda bir gidip yufka ekmeğe taze soğan sarıp ısırmak olmamalı aklının kenarına koyduğu koyacağı köy anısı. Karar vermeli ve gitmeli. Ve tabi teşvik edilmeli. Bunu da ben yapacak değilim. Onlarca niteliksiz okul açılacağına sağda solda; Anadolu’ya, toprağa, insana kalıcı yatırımlar yapılmalı. Toprağı sevdirebilirsen bu insana İstanbul’da kurtulur, Anadolu’da. Bahsettiğim belgeseli izlemelisiniz.

Bir köpeğin köyde nasıl koşup sevinçle oynadığını öte yandan İstanbul’un bir karış yeşilliği kalmamış, sokak demeye şahit isteyecek yerlerinde ızdırap çeken hayvanları da bir düşünün.

Ve yaşlı amca sözünü şöyle bitiriyor; “Bi süt bi yumurta, son çırpınışları bu milletin. Bizi arayan, bugün bulur yarın bulamaz.”

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...