30 Ocak 2021 Cumartesi

Pandemi günlerinde kaçamak


Kaçamak kelimesinin de karşılığı değişti her şeyin değiştiği şu günlerde. Ben de bir kaçamak yaptım. Nasıl yapılmaz ki… Beyoğlu’nu karlı zamanlarda herkes kadar ben de seviyorum. İçimde kaldı onu beyazlar içinde göremediğim için. Kar spreyiyle camında “Hoş geldin 2021” yazan bir kafede kahve içip düşen kar tanelerini izlemek hoş olurdu elimde Attila İlhan şiirleriyle.

Yüzünde maskeyle keman çalan sokak sanatçısının keman çantasına minnet ve sevgiyle bırakılan paralar bile tedirgin. Karaköy'ü Beyoğlu’na bağlayan 146 yaşındaki tünelin minik metrosu kapısı kapatırken iki dakikalık yolculuk için “görüşürüz” diyorum sanki başımı İtzhak Perlman omzuna yaslamış ve birazdan dönecekmişim gibi.  Sosyal mesafeyi korumamız gerektiği her yerde önümüze çıkıyor. Ve dönüşte yine görüyorum onu devam ederken en güzel bestelere, bu sefer göz göze geliyoruz İtzhak Perlman’la; Love Theme From çalıyor, motorda martılara simit atarken buluyorum kendimi. Ama ne fırtına. Alabora olduk olacağız, kaptan uyarıyor ayakta yolcu varsa otursun, tutunun” diye. O sırada martıların gücüne hayran kalıyorum. Martı kadar olamıyoruz İtzhak diyorum, benim için çal ne biliyorsan!

Kendime geliyorum;  İstanbul Şehir Treni, Yer altı Asansörü, Tahtelarz gibi birçok isimle anılan tünelden çıkıyorum… Ah yalnız simitçi… Alsan bir dert, ağzını açıp yesen bir dert. “Yuttuğum mikrop muydu yoksa susam mı?”

Kitapçılar da artık istediğin kadar kitap karıştırmak yok… Dışarıda bekleyenler var, içerideyse telaş hakim. Dün mesela; alakasız bir kitap aldım, almam gereken bir kitabı da almayı unuttum. Dışarda gözünün içine bakarak bekleyenler var nede olsa!

Döner şişinde dönüyor etler; sandalyeler masalara kapanmış, az ötede iki kız ellerindeki tepside minik karton kuplarda kremalı limonlar ikram ediyorlar. “Al ye anasını satayım” diyorsun covit görmeden! Ağzını yarım aç ha, sağdan girmezse soldan giriyormuş hoş!

Kediler “aramıza hoş geldin” der gibi bakarken bir poz da bana veriyor sarman olan.

Yine bir telaş ama sevdiğim bir telaş… Gidenler gelenler… Eski kalabalık olmasa da; hani şikayetçiydik ya “ne bu kalabalık”… Aman mirim, sağlık olsun sağlık.

Kestanecinin parmakları yanmış, aman pek de pahalıymış. Yok eli değdi, yok gözü değdi derken bir fotoğraf da ondan aldık.

Beyoğlu’nun gizemli sokakları, yarı karanlık yarı aydınlık ama hep davetkâr, hep sevilesi…

Bu arada kafam error veriyor; kahve kahve diye. Yanaşıyorum kıyın kıyın bir kafeye; “bir sade kahve”… Porselen kupayı ne zaman göreceğiz bilmem, üzeri plastik kapakla kapanmış, meymenetsiz karton bardağa talim… Sıksan kapak pörtlüyor, yukardan tutsan elin yanıyor. Üfle kızım, üfle de iç.


Ah şapkacı abi, ne şapkalar, ne bereler aldım senden. Ama böyle el ucuyla da olmuyor ki. Maske de satıyormuş artık, ne diyelim; maskenin yerini sağlık alsın.

Gümüşçünün caddeye hava katan saati de almış başını gitmiş. Baktı ki bir şeyler ters gidiyor “ben düz gitsem ne yazar” dercesine önden önden sekiyor.

Bir de düdükçü var. Allah’ım ben bu adamı çocukken kuş zannederdim. E adam ben beni bildim bileli bu caddede kuş gibi ötüyor. Anlamadığım şey şu; bu düdükleri alanlar nerelerde ve neden ötüyor?

İşte mekan ve işte mekanın sahibi. Sahibi benim tabi ki! Terkoz Çıkmazı. Buraya girip çıkamayanlardan mısınız? Aramıza hoş geldiniz ve hemen gidiniz zira tüm tezgahlar benim. Karıştıracağımı karıştırıp alacağımı aldım. Tam çıktım ki caddeye aman efendim o ne güzel giyim! Genç bir beyefendi; kısa yarım kloş etekli bir pardesü, başında sapkası.  Sahi hep kadınların giyimi konu olur. Hayır efendim, biraz da baylardan bahsedelim; Yetti kısa paça streç giyenlerden şekerim. Boru paça pantolon giymiş, üzeri redingotlu, şapkalı ve dahi deri eldivenli beyefendileri görelim. Ama ne gezer. Şişme mont, altında tayt! Loafer ayakkabılar da zerre yakismiyor çıplak bileklerinizin altina haberiniz olsun!

Ve sonra yaklaştım genç beyefendiye;” moda dergilerinden fırlamış gibisiniz, çok şıksınız.” Yanında kız arkadaşı da vardı, elerinde birer kahve, aldım teşekkürümü ve ver elini El hamra Pasajı.

Ötesi de vardı yolculuğun akşama tiyatro olmasaydı. Yoksa yazmaz mıydım Taksim Kızılkayalar’ı…

Gerekmedikçe kaçamak yapmayın, yaparsanız da sağlık olsun.

BtL 

17 Ocak 2021 Pazar

Yaşamaya Değer (The Hedgehog)

 


Fransa-İtalya yapımı olan “başucu filmlerim” listesine alabileceğim bir film. Avrupa sinemasını ve birçok kişinin sıkıcı bulduğu gri ve haki rengin hâkim olduğu Fransız filmleri ise favorilerimin başını çeker. Bu film de o renklerden nasibini almış sayılır.

Filmde; yaşamla ölüm arasındaki kadersel bağları görüyoruz. Hayattan elini eteğini çekmiş, insanlara güvenini yitirmiş ve kendini sevmeyen bir kadın, küçük yaşta hayatı sorgulayan bir çocuk ve entelektüel diyebileceğimiz mösyö Kakuro’nun hayata bakış tarzını ve birbirlerine dokunuşun hikâyesini görüyoruz filmde. Öte yandan filmde birçok kedi var. Muhtemelen ya senarist ya da yönetmen kediyi çok seviyor.

Küçük kahramanımız Paloma, babasının kendisine verdiği eski kamerayla kendi çapında film çekmeye başlar. Her gördüğü insanı filme alır ve kendi analizlerini de eklemeyi ihmal etmez. En sonunda sıra apartmanın kapıcısına da gelir. İşte klasik bir Fransız filmi; sadece apartmanda yaşanan ve apartmanın önünde trajik bir şekilde son bulan bol ödüllü bir film.

Kapıcı kadın 55 yaşında ve 15 yıldır duldur ve bir kedisi vardır. Umutsuzdur fakat mösyö Kakuro ve Paloma ona umut verir. Hayata herhangi bir anlam yükleyemediği için intiharı kendine hedef seçmiş olan Paloma’ya ise umudu Reneé Michel verir yani kapıcı kadın.

Filmde bir de Japon balığı vardır. Öldü zannedilip tuvalete atılan ama onca boka ve sidiğe karşın birinci kattaki tuvalette hayata tutunan turuncu renkteki o balık hayatına kapıcının sürahisinde devam edecektir; bu da filmin özeti gibidir aslında.

Kadersel karşılaşmaların vurgulandığı ve çok trajik bir sonla biten bu filmi Avrupa sineması severlere öneriyorum. Sakin ama kendi sakinliği içerisinde fırtınalar yaşatan harika bir film. Tıpkı kapalı anlatımıyla baş döndüren bir şiir gibi.

 

BtL

3 Ocak 2021 Pazar

Kapı

 


Hanginiz kapısını kaybetti? Ya da hiç kapattıktan sonra bir daha görmediğiniz bir kapınız oldu mu? Kapı; kapı olmasının dışında çok derin manalar da içerir. “Kimsin” der mesela, “geçebilecek misin bu kapıdan” der bazı kapılar.

Bu kapının hikâyesi ise çok ilginç…

Senaryosunu Filiz Üstün Durak’ın yazdığı, yönetmenliğini Nihat Durak’ın yaptığı bu güzel film, usta oyuncularla da taçlanıyor. Vahide Perçin ve Kadir İnanır’ın kusursuz oyunculukları filme anlam katıyor.

Berlin’den Mardin’e, Mardin’den Çukurcuma’ya kadar uzanan harika bir hikâye. Ben hikâyesine ve Mardin’in gizemli hallerine hayran kaldım. Bir zamanlar Mardin’den Berlin’e göç etmiş olan Süryani aileye uzun yıllar sonra kaybolan oğullarından haber gelir. Zaten Mardin’den göç etmelerinin sebebi de budur aslında. Filmin özünde biraz da azınlık konusuna değiniliyor. Bir çeşmenin başında anlatılan hikâye de buna bir örnektir.

Gelen haber; ölmüş birinin kalıntılarından sebeptir ve bu kalıntıların Mikhael’e ait olma ihtimali vardır. Yıllar önce kapanmış bir yaranın ortaya çıkıyor olması çok da kolay olmayacaktır. Anne, baba ve torun yola çıkarlar. Mardin’e gelirler yıllar sonra. İnsanın bir daha dönmemek üzere bırakıp gittiği yuvasına tekrar dönüyor olması herhalde kolay tarif edilecek bir şey değildir. Hele de dönüş sebebi birkaç kemik parçasının çocuklarına ait olup olmama ihtimaliyse…

Filmde yollar tozlu, diller lâldir. Aile Darül Zafeyran Manastırı’a gider ve papaz (Erdal Beşikçioğlu) tarafından karşılanır. Yakup (Kadir İnanır) ile Şemsa (Vahide Perçin) papaz ile çok eski dostturlar ve hadiseden haberi vardır papazın. Onları manastıra yerleştirir. İşleri bitinceye kadar orada konaklayacaklardır.

Ertesi sabah terk ettikleri evlerine giderler. Tipik Mardin resimleri görürüz. Güneşin kavurduğu altın sarısı taş yapılar ve toprak… Göz alıcı bir tarihle karşı karşıyayız o anlarda. Yakup eve yaklaştıkça evin kapısının yerinde olmadığını fark eder… Kapının eşiğine geldiğinde ağlamaya başlar. Şemsa ise içeri girerken kapının anahtarını uzatır Yakup’a. Yakup anahtarı alır. Yakup çok iyi bir ahşap ustasıdır. O kapıyı da kaybolan oğlu ile yapmıştır o yüzden çok kıymetlidir.  Şemsa evi dolaşır. Tüm anılar bir bir gözünün önünden geçer. Evde bir marangoz atölyesi de vardır. Yakup ve oğlunun birlikte çalışıp ürettikleri atölye; kırık camlardan içeri girmiş kuşların yuvaları ve çer çöple doludur. Eski aletler ve tezgâh hala yerindedir. Ama her şeyden önemlisi o kapıdır. Yakup kapı için deli divane olacaktır.

Bu arada filmin müzikleri harikaydı. Nihayet bir Türk filminde güzel müzikler duyabildim. Bu anlamda Güldiyar Tanrıdağlı’ya çok teşekkürler.

Filmde çok sevdiğim birkaç cümleden biri de Şemsa’nın dudaklarından döküldü: “ben geldim evim”… Ev ise talan edilmiş, camlar kırılmış, yıllar öncesinden kalma, çürümeye yüz tutmuş tüller uçuşuyor rüzgârın esmesiyle.

Çok güzel görüntüler yakalanmış, mesela Mardin’den Çukurcuma’ya gidişleri. Bir anda Çukurcuma’da bir antikacıda buluyorsunuz kendinizi. Ne oyuncular yoruyor ne de görüntüler. Kısa ve öz anlatılmış. Uzatılsaydı eminim iyi bir dizi de olabilirdi bu film. Beni en çok sarsan sahnelerden ikisi; kapının dönüş sahnesi ve son sahne. Son sahne ne mi? Tabi ki söylemeyeceğim. Müzikle beraber o kadar güzel bir sahne kurgulanmış ki; yani bir kapının yolculuğu aslında bir insanın yolculuğu gibi bu filmde. Nereden nereye gidebilirsin, ne iken, ne olabilirsin… Anlayana derin manalar içeren bir film, oyuncular çok güzel. Bu yazı filmin hiç anlatılmamış hali, ona göre hesap edin ve bence hemen izleyin.

 

BtL

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...