28 Kasım 2020 Cumartesi

Anneanneme selâm

 Bir dolunay akşamındayız… Ortalık ne kadar da aydınlık. Bazen etrafımız aydınlık olsa da içimizde dolaşan bulutlar vardır ve gösterir yüzünü olur olmaz zamanlarda… Anneannemin fotoğrafına baktım uzun uzun. Bakışına manalar yükledim, aklından geçenleri hayal etmeye çalıştım. Kendi kendime bir karakter yarattım belki de farkında olmadan. 


Üsküdar...

Kırmızı kocaman ahşap bir kapı.

Taş duvar evin her tarafı.

Çan çalar, kapı açılır...

Sağlı sollu ortancalar, hurma ağacı kapının az ötesinde, güllerin kokusu gelenleri karşılar.

Dedemin atölyesinden gelen rutubet kokusu yayılırken bahçeye; Betül tahta sandalyeleri dizmiş evcilik oynuyor kendi kendine.

Girişte mermer lavabo, beyaz sabun kokusu çok gerçek, üzerine siniyor bir esintiyle.

Anneannemin rugan terlikleri kapının girişinde yine. Dedemin kılıcı duvarda asılı. Merdivenin korkulukları incecik...

Kocaman bir salon, siyah oval bir masa, üzerinde bir tarafta ince gelin sürahisi bir tarafta o zamanın balonu şimdinin karafı. Süslü tabak üzerinde bir bardak var ağzı dantelli. O zamanlar öyleydi.

Mutfak bastan aşağı mermer. Hep balık kokardı sanki... Yeşil tel dolap, o da hep kahvaltı kokardı pazar sabahları gibi.

Dut olmuş, gersinler ağacın altına bezi muşambayı...

Dedem cezve yapmış bakırdan, ne ferah kahveler döküldü o incecik fincanlara anneannemin elinden. Aynalı konsolun altında bir sekerlik her gidişimde elimi daldırdığım, üzerinde eski bir radyo sesi cızırtılı. Saatin tik takları gecen zamanın notaları gibi.

Tik tak tik tak

Aşağıdaki fırın gelmiş yüz yaşına, ekmek kokusu geliyor sokağın başından hâlâ.


BtL


21 Kasım 2020 Cumartesi

Alyoşa


Bir ressam düşünün… 

Kardeşlerinden biri benim gibi Bodrum âşığı olan Cevat Şakir Kabaağaçlı yani Halikarnas Balıkçısı, diğer kardeşi yine kendi gibi ressam olan Fahrünnisa Zeid. Oyuna konu olan ressam ise; Kabaağaçlızade Mehmet Şakir Paşa’nın kızı Aliye Berger.

Aliye Berger, Türkiye’nin ilk kazıma ve oyma gravür sanatçılarındandır. Resimleriyle de adından söz ettiren sanatçıyı oyunda daha ziyade ressam kimliğiyle görüyoruz. 

Kabına sığmayan bir Aliye Berger var sahnenin ortasında. Renklere âşık fakat kurallara, kalıplara düşman. İçinde öyle bir çocuk yaşıyor ki, çocuktan daha da çocuk. 

Aliye Berger’in hayatını Alyoşa adlı kitapta okumuştum. O kitabın açıklamasında Gülriz Sururi şöyle diyordu (Gülriz’i de çok severdim, selam olsun ona): 

“Hayatımda Aliye Berger kadar hem snob hem de aynı anda bohem olan başka biriyle daha tanışmadım.”

Bu arada oyunun sahnesi muhteşemdi. Bu oyunu iki yıl önce de izlemiştim. Başrol oyuncusunu anmadan geçmek olmaz; bu oyundaki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülü alan ve birçok diziden de tanıdığımız Seray Gözler’i tebrik ediyorum. Performansı olağanüstü. 

Oyunun ilk kısmında Alyoşa yani Aliye Berger’i sıkışmış görüyoruz. Kendi içinde, kendi dünyasında. Durmadan içiyor; içki ve sigarayla dost olduğunu anlıyoruz peki ama neden? 

Bir şovalenin karşısında üzerinde önlük resim yapan bir kadın var; bu kadın Alyoşa’nın kız kardeşi. Alyoşa’yı durmadan tenkit eden ve kendisiyle ilgilenilmesini isteyen biri. En iyi ressam o, her şeyi bilen o, en iyi konuşan o… Alyoşa ise kendini ifade edememekten muzdarip. Alyoşa renkleri seviyor. Rengârenk giyiniyor. Yatak örtüsü, kıyafetleri rengârenk. Bu bir isyandı belki de. Fakat onu kimse anlamıyordu. Yalnızlığın sembolü gibi Alyoşa.

Kardeşinin olmadığı bir zaman şovalenin karşısına geçiyor ve eline fırçayı paleti alıp karşıda ne görüyorsa resmediyor. Kardeşi geliyor ve tuvaldeki resmi görünce öfkeleniyor, kıskanıyor fakat bunu asla belli etmiyor, yine tenkit ediyor Alyoşa’yı.

Olaylar içinde olaylar…

Alyoşa çılgın bir âşıktır aynı zamanda. Keman dersleri aldığı Karl Berger’e âşık olur. Çapkın Karl yüzünden Alyoşa birini vurur. Bunların hepsi gerçek hayatta yaşanmış olaylardır bu arada. 

Bu uzun oyunu uzun uzadıya anlatmak istemiyorum burada çünkü anlatmakla bitecek bir oyun değil hele ki biyografik bir oyunsa saygıyla kısa kesip gidip sahnede izlemek gerekir. 

Şunu diyebilirim ki; hepimizin hayatta farklı tercihleri olur, olmuştur ve olacaktır. İnsanları renkleriyle kabul edebilmek belki de erdemlerin en güzeli. Tabi renk derken; anladınız siz onu. Deminden beri Alyoşa’yı konuşuyoruz. Bakın onun renkleri nelermiş, kendi ağzından birkaç satırla sonlandırıyorum bu yazıyı…

“İçtenlik öğretilmez; ne yaşamda ne sanatta. Okulu yoktur. Ne isem o oldum. Yaşadığım; güzellikleriyle, acılarıyla, aşklarıyla, ölümleriyle, başkaldırışım ve baş eğmelerimle, umutlarım ve umutsuzluklarımla yaşadığım, benim olan dünyayı yansıtmak istedim yapıtlarımda... Ama en çok, tüm bunları kucaklayan ve adına hayat dediğimiz olaydan, serüvenden etkilendim. Aşkla yaşadım. Ölümler bile öldüremedi bu bendeki aşkı. Ve coşkuyla, aşkla, sevgiyle yarattım ne yarattımsa.”


14 Kasım 2020 Cumartesi

Covit 19 ve ben

 


Bundan 15 gün kadar önce…

Halsizdim o gün, biraz da öksürük…

Eczaneden soğuk algınlığı ilacı aldım. Ayakta duracak halim yok. Bir gün içinde neredeyse 6 adet hap içtim; bana mısın demedi. Annemin ısrarıyla covit testi yaptırdım. Haydaa sonuç pozitif. Tomografiler, ilaçlar, karantina! Oysaki son haftalarda küçük kasabadan dışarı da çıkmamıştım, nereden geldin ey sevimsiz!

Ciğerdeki lekeleri görür görmez doktor “sen pozitif” çıkarsın demişti zaten. Pozitif biriyimdir de hani şu illet girmemiş olsaydı içeriye! Eh maske konusunda gevşek davranırsan olacağı da corona olurdu haliyle. Tıkayın ağzınızı burnunuzu!

Bana göründü 14 günlük ev hapsi. İlaç tedavisi başladı; o ne öksürük…

Yaşlıları vuruyor ya bu hastalık; vurur! Adamı öldürür. Diyorlar ya; evde grip gibi geçiyor… Yok öyle bir şey… Nefes alamıyorsunuz, ha buna nefes darlığı demiyorlar; ciğerdeki enfeksiyondan dolayı ayvayı yiyorsun yani; ciğerler yeterli gelmiyor. Kısa ve zor nefeslerle yaşamaya bakıyorsun. Bir hafta boyunca yere bir şeyler düşürdüm; kitap, kalem vesaire. Hepsi yerde kaldı. Neden? Eğilip almak mesele. Yere düşen bir şeyi aldıktan sonra dinlenmem gerekiyordu çünkü.

Düşündüm; acaba sigara içen biri olsaydım ne olurdu? Ya ölmüştüm ya da yoğun bakımdaydım!

Bir de uyutmuyor arkadaş! Sabahlara kadar izlemediğim belgesel kalmadı. Ne balığı, ne tilkisi, sansarı! Ama denizin derinliklerini tavsiye ederim. Bu dünyadan bambaşka bir dünyaya soyutlanıyorsunuz.

Bir haftanın sonunda nefes almaya başladım, yere düşenleri topladım. Daha iyiydim. İnsan iyileştiğine inanamıyor, nefes alıyorsunuz, biraz daha derin nefes alıyorsunuz tabi halen ciğerler o kadarına izin vermiyor ama biraz daha derin nefes alabildiğinizi hissetmek size yaşama sevinci veriyor.

“Evet, galiba geçti” diyor ve yaşadığınızı hissediyorsunuz.

Bir şeyler yemek istiyorsunuz; günlerdir kapalı olan iştahınız açılıyor…

Ne yesem, ne yesem… Birkaç gün koku da alamamıştım sahi. En sevdiğim parfüm şişesini burnuma sokup “sen nasıl kokuyordun” dediğimi hatırlıyorum; bugün kokladım da, nasıl da güzel kokuyor; orta notalardaki bergamut, ruhumu alt notalardaki ambere bırakıyordu dalga dalga.

Camı açtığımda esen rüzgârın artık beni yormadığını fark etmekse ayrı bir güzellikti. Rüzgârla bile itiş kakış yaşamıştık; yüzüme yüzüme estikçe alamadığım nefesi tıkıyordu burnumdan içeri. Beni içeri kapatıyordu her defasında… Camın arkasından “göreceksin gününü” dedikçe uğulduyordu camın aralığından küfür eder gibi!

Nihayet sonuç: negatif.

Bir daha gelir mi? Kim bilir.

 

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...