13 Temmuz 2019 Cumartesi

SON AŞK



Filmin orijinal ismi: Mr. Morgan’s Last Love
Veda ile başlayan bir film daha. Aslında bu filmi yıllar önce almıştım. Filmlerimi karıştırırken rastladım ve tekrar izleme ihtiyacı hissettim.  Mr. Morgan DVD kapağındaki resmiyle -elinde bastonu ve yaşlı bakışlarıyla- çok şey anlatır gibiydi hâlâ… Hâlâ diyorum zira bazı yapıtlar sonsuza kadar anlatmaya devam eder. Kaldırıp bir kenara atsanız da, o oradan konuşmaya, bir şeyler fısıldamaya devam eder bıkmadan usanmadan.
Yaşlı adam yani Bay Morgan eşinin elini bırakmaz…  Hasta bakıcı “onu götürmemiz gerek Mr. Morgan” der fakat adam kadını duymaz bile. O hâlâ sevdiği kadını dinliyordur o an. “Hayır” der net bir tavırla “onu bırakmayacağım” …
Loş odadaki insanların onu çekip çıkarmasıyla son bulur koca bir hayat hikâyesi. Hayat arkadaşı yatağında cansız bir şekilde yatıyordur. Hastalığa yenik düşmüştür. Her “ölüyorum” deyişinde susturur karısını Bay Morgan fakat kadere karşı gelemez…
Eşi öldükten sonra Bay Morgan için yeni ve eski bir hayat daha başlar. Yeni fakat eski. Eskinin gölgesinde yeni hayata alışmaya çalışmak, bir şeylere daha fazla anlam yüklemek…
Bu, insanı kamburlaştırır belki ya da daha fazla mı üretir insan düşündükçe ev üzüldükçe? Hüzünden besleniyorsan belki, evet. Üretmek yormaz mı, bazen yorulmak da iyi gelmez mi? Çünkü bir amacın vardır ve amaçtır seni ayakta tutan…
Bay Morgan, emekli bir profesör…
Boş yatağında ilk sabaha “kahretsin” diyerek başlasa da yaşamak zorundadır. Benim de en sevdiğim renk olan Paris grisiyle boyanmış odada “onun” sesi yoktur artık.
Sessizliğin sesi yankılanır mı? Bence evet ve sessizliğin bir diğer ispatı da kapıya gelen gazetelerin okunmadan bir kenara yığılmış olmasıdır. Hayatın durduğu bir evde hayattan bahis olur mu? Bu sahnede de olmuyordu.
Ölenle ölmüyoruz fakat kimisi ölene ölerek kavuşmayı deneyebiliyor. Bay Morgan da bunlardan biri. Her sabah alması gereken ilaçları alırken aklına hepsini yutmak geliyor ve soluğu hastanede alıyor. Kimilerince çocukça kimilerince de acziyet. E çocuk da aciz değil mi? Bazıları değil.
Filmde sevdiğim cümlelerden biri; “bir şeyi çok sevdikten sonra ondan nefret etmeye başlamayı bilir misin?” “Evet” der Bay Morgan, kitaplarını sevmiyordur artık.
Bu, hayatı sevmeyi bırakmış bir adama sorulan bir soruydu… Aslında adam umutluydu ve farkında olmadan yeniden sevmeye başlıyordu… Neyin içinde olduğunu bilmiyordu belki, bilmek de istemiyordu.



Mutlaka seversin evet, yeniden seversin…
Bir diğer cümle de: “hayatı tek başına sevemezsin” … Sevmenin özünde hayata tutunmak mı var yani? Buna bencillik diyebilir miyim? Belki kişisel bir anlamdır sadece, o an için söylenmiş durum açıklaması. Duygu durumu. Yeniden elini ayağını titreten birinin karşısında başka ne diyebilirsin ki!
Ölüm gerçeğinin ardından sevmeye başladığı genç bir kadının karşısında yalnızlığı sorgular Bay Morgan. Karşısındakine âşık değildir aslında kendi tarifiyle “dünyasındaki çatlak”tır o. Hiçbir zaman hayatından çıkmasını istemeyeceği bir kadın olarak kalacaktır. “Sen, benim dünyamdaki çatlaksın.”
Bu arada Fransa’da yaşamasına rağmen ısrarla Fransızca öğrenmeyi reddeden inatçı bir adamdan bahsediyoruz. İnatçı, yaşlı ve sevimli!
Sevdiğim filmlerin ilk 15-20 dakikasından bahsetmeyi seviyorum. Ve sevdiğim cümlelerine sarılıp uyumayı da…
Sen, benim dünyamdaki çatlaksın.”

5 Temmuz 2019 Cuma

Cinema Paradiso



Salvatore Cascio ve büyük usta Ennio Morricone’ye saygıyla.

Cinema Paradiso

Görünen sadece masmavi bir deniz manzarası ve tatlı bir esintiyle sallanan beyaz bir tüldür pencerede.
Bir gidişin hikâyesidir Cinema Paradiso. Gidip dönmemenin… Söz dinlemenin, sadakatin, ayrılmanın, biraz da başkaldırının farklı bir anlatımı…
Alevin ucunda yanan ne tütündür ne de kâğıt. Geçmişi unutma gayretinin bir parçasıdır sadece gördüğünüz. Bir rahibin sansüründen geçen yüzlerce film ve bu filmlerin arasında kaybolan küçük sevimli bir çocuk düşünün.
Her şeyin farkındadır Salvatore, ustasının hitabıyla Toto… Farkında olmak istemediği tek şey belki de babasının olmayışıdır aslında.
Yoksul küçük bir kasaba, hatta köy düşünün…
Yoksul fakat güzel
Yoksul fakat iyiler yaşıyor
Yoksul fakat temiz
Yoksul fakat tok
Yoksul fakat vakur ve güçlü bir kasaba…
Tek lüksleri eski bir sinema salonu. Bu salon, insanî duyguları olduğu gibi sunan altın bir tepsi gibi görünüyor gözüme. Her mimikte, her gülüşte çok şey saklı; koca bir hayat!
Perdenin arkasında görünen gülümseme bir muzırlığın işaretidir fakat o gülümsemeye kimse karşı koyamaz. Salvatore! Salvatore! Yediği tokatlar, dayaklar onu hiçbir zaman durdurmayacaktır… Ah Toto, deli çocuk seni!
Aşkla çıkılan yollar insanı yormaz… En fazla ömrüne ömür katar ve ruhunla yaşamaya devam edersin her neredeysen.
Perdenin arkasından sinema sahnesine her gülümseyiş, kocaman bir terk edişe ve hayallerine attığı bir adımdı aslında Toto’nun.  
Bir adım, bir adım, bir adım daha… Tozlu yolları ve taş binalarıyla yoksul kasabanın biricik çocuğu böyle büyüyordu. Kâh Alfredo’nun bisikletinde, kâh rahibin kilisesinde, kâh annesinin dizinin dibinde… Hep bir yerde, hep bir hâlde ama hep mutlu! Bilmediği bir umudu vardı belki de.
Beyaz perdeye yansıyan kemancıyı izlerken hayallere dalacak kadar büyük fakat yediği dayaklardan uslanmayacak kadar inat bir çocuk düşünün.
Ve bir gün; “git” der ustası Toto’ya… “Git ve geri gelme bir daha!” Genç Salvatore ustasını dinler. Arkasını dönüp bakmadan gider ve bir daha asla dönmez o kasabaya ta ki ustasının ölüm haberini alana kadar!



Otuz yıl geçmiştir.
Herkes değişmiştir, değişmeyen tek şey insanların bakışlarıdır. Cenaze için toplanan insanların yüzlerine sinmiş otuz yıllık yaşanmışlıkta arar kendini Salvatore ve bulur da…
Ağlamamak için zor duran gözler
“Beni hatırladın mı” demek isteyip de diyemeyen ağızlar.
“Hey Toto sen misin”
Ama kimseden ses çıkmaz. Cenazenin varlığı, Salvatore’nin ani dönüşü iki kez lâl eder ağızları.
Sineması uğruna gözlerini kaybeden Alfredo artık yeni bir yolculuğa çıkmıştır. Dostları yanındadır fakat belki haberdar, belki de değil. Şu bir gerçek ki, etrafındakiler de ölümden çok haberdar değil… Belki Salvatore… Ona bu manâyı yüklemek istiyorum. Hissetmek istediğim bu çünkü.
Değilse bile istediğimiz manâyı görmek istemez miyiz karşımızdakinde ya da hayatımızdaki değerli olan her ne ise!
Salvatore üzgün, Salvatore yalnız aslında Salvatore tam manâsıyla pişman! Alevlerin arasında küle dönen anılarıyla boğuşurken ustasının kendisine verilmesi için bıraktığı şey onu daha da kanırtır.
Anlamsız diye düşündüğün hayatın bazen küçücük bir şeyle anlam kazanabilir… Sen bu anlamı yoklarken kafanda, kasabanın delisi, çocukken koşturmaktan yorulmadığın yollarda tepiniyordur belki de yarı anlamlı yarı anlamsız sözlerle!
Olmakla ölmek arasındaki o ince çizgide durur Salvatore. Kocaman adam olmuştur fakat o küçük çocuk ve sevgili ustası bir yerlerde halâ yaşıyordur.


BtLÂşK

Merhaba Halikarnas Balıkçısı

  Merak ettiğim bir oyundu “Merhaba Halikarnas Balıkçısı” Sebebi kırmızı çizgilerimden biri olan M. Cevat Şakir anlatısı olması. Bu bir an...